Nefsânî Menfaatler, Zehirli Yemişlerdir…

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

NEFSÂNÎ MENFAATLER, ZEHİRLİ YEMİŞLERDİR…

Hırs ve kaprislerin zehirli yemişleri olan nefsânî menfaatler, gönlün hikmette derinleşmesini engelleyen ve rûhânî hayata vurulan birer zincir mesafesinde. Bu zinciri kırmadıkça Hakk’a vâsıl olunmaz.

Bundan dolayıdır ki tevhîd;

“Lâ ilâhe” olarak başlıyor. Baştan, bir nefyetmekle, Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden uzaklaşmak, bu engelleri kaldırmak.

“İllâllah”: Ondan sonra Cenâb-ı Hakk’ın o kalpte bir mârifet tecellîsi olması, o kalpte cemâlî sıfatların tecellî etmesi.

Demek ki bu olmadan gerçek ilim olmuş olmuyor. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm ilk emrine:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1]) Olarak başlıyor.

Her şeyin Allâh’ın adıyla okunması. Neyi okusan Rabbinin adıyla oku. Kur’ân’ı, kâinat kitabı olan bu cihânı, kendini, hâdisâtın akışını, ömrünün gidişâtını, amel defterini… Geliş-gidiş… Kimin mülkünde yaşıyorsun? Geliş niye, gidiş niye, bu akış nereye?..

Bunların hepsini Rabbinin adıyla oku. Tabi bunu zihin okumaz. Zihin bilgiyi alır, zihne (kaydeder). Bunu kalp okur.

Esas ilim; bu zâhirî bilgileri, dünyevî bilgileri aldıktan sonra, kendimizin kendimize vereceği bir ilimdir. Kendimizin kendimize kazandırdığı bir ilimdir, bu da “takvâ”dır.

Kur’ân-ı Kerîm’de 258 yerde “takvâ” geçiyor. O zaman takvâ nedir?

Takvâ: Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kendimizi ilâhî müşâhedenin, ilâhî kameranın altında olduğumuzun kalpte bir idrak ve şuur hâline gelmesi.

“…Nereye gitseniz, Allah -celle celâlühû- sizinle beraberdir…” (Bkz. el-Hadîd, 4)

İşte Yunus Emre:

İlim, ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsen

Bu nice okumaktır?!

Cenâb-ı Hak Haşr Sûresi’nde bir îkaz:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Yani kul, Cenâb-ı Hakk’ı unuttuğu zaman günah işlemeye başlıyor. Besmele çekerek bir gıybet etmez, besmele çekerek bir hakâret etmez, besmele çekerek bir çelme takmaz… Demek ki bütün günahlar, yanlışlıklar; Cenâb-ı Hak unutulduğu zaman oluyor.

Onun için Cenâb-ı Hak:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. [eş-Şems, 9])

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

((Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14]) buyuruyor.

Gönül âlemi “Lâ ilâhe” Allah’tan uzaklaştıran her şeyden temizlenecek. Neyle temizlenecek? Bu takvâ ile temizlenecek.

Yani bu dünyaya niye geldik? Kimin mülkünde yaşıyor, gidiş nereye? Kul dâimâ bunun her an idrak hâlinde olacak.

İşte sahâbî… Mâzisi câhiliye insanıydı. Câhiliye insanının iki tane fârik vasfı vardır:

  1. Âhireti istememesi:

“عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ” “Büyük haber” dedi. (Bkz. en-Nebe, 2) Âhiret haberi ürküttü. Daha evvel rahatlardı. İstedikleri gibi zulmediyorlardı. Kast sistemi vardı, sınıf farkı vardı. Fakat bir âhiret haberi gelince, bir ürküntü başladı. Bütün nefsânî arzularını bir hesaba çekmek durumu olduğu için, bazıları dediler ki:

“Böyle din mi olur?” dediler. “Biz bir köleyle bir mi olacağız?” Bir gariple, fakirle bir… “Onlar tâlihine küssün.” diyorlardı.

Bugün de maalesef, bugün de aynı bir modern câhiliye devri yaşanıyor. Televizyon, internet, modalar, reklâmlar… Âhiret unutturuluyor. Güçlü, güçsüzü eziyor. Merhamet kurudu, merhametler kurudu. Dünya devletlerinin terörü başladı. Bugün de ayrı bir câhiliye devri.

İşte Efendimiz… Cenâb-ı Hak O’nu ümmî olarak gönderdi. Cenâb-ı Hak öğretti. Sahâbî, o câhiliye insanı, Rasûlullah Efendimiz’den bu tahsili yaptı. Ve tarihte eşsiz benzersiz bir fazîletler medeniyeti inşâ etti.

Nihayet bu câhiliye toplumu İslâm’la şereflenip Efendimiz’in taht-ı terbiyesinden geçtikten sonra “gerçek bilenler”den oldu. Tefekkür gelişti. İnsan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın meyvelerinin yok denilecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin derin tefekkür başladı. Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat ve hakkı tevzîde derinlik ve hassâsiyet başladı.

Ashâb-ı kirâmın, Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmesi, en büyük gayeleri oldu. Riyâzat hâli yaşandı. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş, israf; sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu. Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı telâkkîsi gelişti.

Yine gelelim aynı mevzuya; zâhirî ilimler/müsbet ilimler. Cenâb-ı Hak, yarattığı şeylerin, fizikî, kimyevî, tıbbî kâidelerini insana öğretti. İnsana öğretiyor bunu. Diğer mahlûkâta Cenâb-ı Hak öğretmiyor. Kul, bu kâideleri tahsil ederek hikmette derinleşecek, kalbî merhaleler neticesinde. Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azamet tecellîleri ve kudret akışları karşısında daima; “Aman yâ Rabbi!” diyecek. “Ben” demeyecek. “Ben”den kurtulacak. İlim, Allâh’a yaklaşmaya vesîle olacak.

Hiçbir zaman unutmayacak. Sonsuz lûtuf ve nîmetlerini hatırlayacak. Hamd, şükür ve bir abd-i âcizlik içinde yaşayacak, mârifetullah’tan nasîb alacak.

Maalesef günümüzde bu dünyevî ilimleri meslek edinmek, bir ünvana sahip olmak, dünyalık kazanmak için tahsil edilmekte. Yani dünyevî fayda, uhrevî gâyenin önüne geçmekte. Böyle kimselere âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” “Çalışmıştır, boşuna…” (el-Ğâşiye, 3) Bir de o kazandığının, vesâirenin ağır hesabıyla gidecek öbür tarafa.

Velhâsıl mârifetullah’tan nasîb almayan bir kişi, ham kalmaya mahkûmdur.

Faydalı ilim… Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Yâ Rabbi diyor, Sen’den faydalı ilim isterim. «اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ» fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

Demek ki Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırmayan, kalpte bir ürperiş vermeyen o ilimden Cenâb-ı Hakk’a sığınırım buyuruyor.

Demek ki faydasızdan kaçmak, faydalıyı artırmak… Tabi faydalıyı artırdığı zaman da haşyet artıyor.

İbrahim -aleyhisselâm-, malıyla, canıyla, evlâdıyla (imtihan vererek) Allah dostu oldu. Çok büyük bir seviye kazandı. Kalpteki bu üç taht yıkıldı, bu üç taht. Kalp Cenâb-ı Hak’la beraber oldu. Ufuklar açıldı, seviye yükseldi çok, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştı:

وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ diyor.

(Yâ Rabbi diyor) insanları (yeniden) yarattığın gün beni mahcup etme.” (eş-Şuarâ, 87) buyuruyor. Nasıl bir acziyete bürünüyor.

Velhâsıl ilmin faydası; takvâya eriştiren bir tefekkürdür, haşyeti meydana getiren ürperiştir, huşûyu sağlayan mârifettir. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Mü’minler ancak, Allah zikredildiği zaman «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ» kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2)

Ne kadar bir ürperiş hâlindeyiz? İşte Cenâb-ı Hak:

“…Çok çok zikredin.” (el-Ahzâb, 41) buyuruyor.

İkincisi:

“…Kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman, îmanları artan…” (el-Enfâl, 2)

Sahâbe öyleydi. “Bir âyet indiği zaman toplanırdık diyor. Murâd-ı ilâhî nedir burada derdik diyor. Nasıl biz Allah rızâsını kazanacağız?..” Bunun derdindeydi.

Değişen şartlar… Hayatın med-cezirleri:

“…Yalnız Rab’lerine tevekkül eden kimselerdir.” (el-Enfâl, 2)

İşte faydalı ilmin neticesinde kalp bu duruma gelince faydalı bir ilim neticesi oluyor; feyz oluyor, rûhâniyet oluyor, mâneviyat oluyor. Gerçek ilim bu.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) buyuruyor. Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça Cenâb-ı Hak’tan o kalpte tecellîler meydana gelmeye başlıyor. İşte evliyâullâh’ın durumu…

En çok çileler, peygamberlerin başından geçiyor. Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472) Fakat en huzurlu; Rasûlullah Efendimiz. Dünya, gözünde tükenmiş bitmiş. Mârifetullâh’ın o tecellîsi içinde büyük bir huzur içinde…