Nefs, Harama Açılmış Bir İmtihan Penceresidir

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

NEFS, HARAMA AÇILMIŞ BİR İMTİHAN PENCERESİDİR

Zâhirde haramlardan kaçınmaya dikkat ediyoruz. Bâtında da onlara dikkat edeceğiz.

Meselâ bir içki içmek ne kadar çirkin gelir, ne kadar iğrenç gelir. Fakat bâtınî haramlar var ki ondan çok daha beter. Çünkü sarhoşun hâli kendine âit.

Meselâ gıybet-dedikodu… “Ölü eti yemek gibidir” buyuruyor Cenâb-ı Hak. “Ölü etini yemek giran gelmez mi?” buyruluyor. (Bkz. el-Hucurât, 12) Affı da yok, kıyâmete kalıyor.

Kul hakkı, hakk-ı ibâd… Bir kalbe diken batırmışsak, o da kıyâmete kalıyor.

Demek ki zâhirî haramlara dikkat ettiğimiz gibi -saymakla bitiremeyiz- bu bâtınî haramlara da çok îtinâ göstermemiz zarûrî.

Tabi bu, nefs endişesini bertaraf etmek:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. [eş-Şems, 9])

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

((Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])

İç âlemini temizleyen felâha erdi…

Nefs, harama açılmış bir imtihan penceresi. Mayasında harama temâyül konulduğu için, haramı çeker, haram câzip gelir. Harama doğru gider. Cehennem’i okur, Cehennem’i bilir, fakat yine o nefs, harama doğru götürür. Yani insanlığın harama olan teşneliği, nefsin mayasında harama temâyül olduğu için.

Onun için peygamberlerin ikinci vazifesi -birinci vazifesi tebliğ- ikinci vazifesi “وَيُزَكِّيهِمْ” insanların kalp âlemini temizlemek.

Yani tevhîd o kalbe oturacak.

Lâ ilâhe; kalpten Allah’tan uzaklaştıran her şey çıkacak.

İllâllah; kalp Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. O olmadan olmaz!

Yine bu gıybete âit bir şey var, onun faciasına âit:

Abdullah Dehlevî Hazretleri var Allah dostlarından. O, gıybet edilen bir meclisten hemen geçiyor. Talebelerine:

“–Orucum bozuldu.” diyor.

“–Hocam diyor, siz ne gıybet ettiniz, ne de bulundunuz?”

“–Fakat oradan esti esinti.” buyuruyor.

Onun gibi, nedir bâtınî haramlar?

Kibir, enâniyet. Bunlar nedir kibir? “Ben”dir, Cenâb-ı Hak’la ortaklıktır, ortaklığa heves etmektir, kendini öne çıkarmaktır.

Halbuki Cenâb-ı Hak:

“İbâdurrahman, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.

Velhâsıl bir kul, “arz-ı endam” tâbiriyle; yani makam, mevki, vs. rütbe, gösteriş, riyâ… Bunlar yok.

Ne olacak? “Arz-ı hâl” olacak. Mütevâzı olacak, hiçlik hâlinde olacak. Hiçlik hâlinde olan ne der? Dâimâ “Yâ Rabbi Sen!” der. “Yâ Rabbi, beni mağfiret et!” der. “Yâ Rabbi, Sana sığınıyorum!” der.

Enâniyet, -Allah korusun- insanın içindeki bir kanser olmuş oluyor. Onunla Cennet’e girilmez. Kibir varsa bir felâket!

Bu nereye kadar gider? Şirke kadar gider. Firavun ne dedi?

“En yüce Rabbiniz benim, dedi.” (en-Nâziât, 24)

Nefs-i emmâre; aygırlaşır, lâ-yüs’el’dir (sorumsuzdur).

Onun için en mühim “ben”i unutmak. “Sen yâ Rabbi!..”

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri… Bursa sokaklarında ciğer sattırıldı, enâniyeti bertaraf etmek için.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri… Tuvalet temizletildi.

Yunus Emre… Başı eşiğe koyduruldu.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri… Bağdat harâbelerine çekildi.

İmâm Gazâlî hâkezâ…

Velhâsıl insanın bâtınî haramlarının başında “enâniyet” geliyor, “kibir” geliyor.

Haset” geliyor. Haset nedir? Kıskanmaktır, kadere râzı olmamaktır. Kaderi çizen Cenâb-ı Hak’tır. Mü’min ne hâlde olursa, Allah rızâsında olacak. Yani kalp “şikâyeti unutmak”, kalp şikâyeti unutacak.

“رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” (“…Sen O’ndan râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28]) Allah’tan râzı olacak, Allah da kuldan râzı olacak.

Zulüm ve acımasızlık”… Bir mü’minde aslâ aslâ olmayacak. Bir mü’minin vicdanı çok mühim. Kendisi için istediğini, arzu ettiğini, kardeşi için de isteyecek.

Yalan” olmayacak lisânında.

Nemîme/söz taşıma” olmayacak. Kötü sözlerin hepsinden uzak duracak.

İbadetleri mahveden zehirler; gaflet, riyâ, nifak, nankörlük, şikâyet… Bunları unutacak bir mü’min. Böylece kalp safâya erecek, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak.

Cimrilik” aslâ olmayacak. Cimrilik, o da ayrı bir kanser. Allah sana bunu cimri ol diye vermedi. Helâlden kazan, infak et diye verdi. Cenâb-ı Hak bizi verdiği malla test ediyor îmânımızı.

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiklerinizden vermedikçe birre (Cenâb-ı Hakk’a) yaklaşamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92) buyruluyor.

Herkes durumuna göre verecek. Bollukta olan da verecek, darlıkta olan da. Bolluktaki bolluğuna göre, darlıkta olan darlığına göre verecek.

Zâhirî farzları biliyoruz. Namaz, oruç, zekât, hac vs. Bâtınî farzların başında “şefkat” ve “merhamet” geliyor.

Bir nîmete nâil olduğumuz zaman dâimâ şunu düşünmeliyiz:

“Allah bu nîmeti bana niçin verdi? Ona vermedi, bana verdi. Demek ki bunu ben malzeme olarak kullanacağım, benden muhtaçların yardımına koşacağım. Onlar bana zimmetli. Ben onlardan mes’ûlüm…”

Mü’min, bunun idrâki içinde olacak.

Ashâb-ı kirâm maddenin yanında mânevî ihtiyaçları için de koştu. Allâh’ın kendilerine hidâyet vermesi sebebiyle hidâyete erişmemiş kimselerin hidâyeti için Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a girdi, Afrika’ya girdi.

Kapımızdaki mahlûkat bile bize bir emânet.

Hattâ Allah dostları diyor ki:

“Bir mü’min diyor, iyilik ve ihsanlarda bulunsa diyor, fakat diyor, kapısındaki diyor, köpeği diyor, kediyi diyor, tavuğu ihmâl etse, o sâlih kimse değildir.” diyor.

Yani merhamet, şefkat, âm ve şâmil olacak.

Efendimiz buyuruyor:

“(Canım) kudret elinde olan Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki birbirinizi sevmedikçe Cennet’e giremezsiniz.”

Sahâbî diyor ki:

“–Evet diyor, yâ Rasûlâllah, biz hepimiz birbirimizi seviyoruz.” diyor.

“‒Yok (diyor Efendimiz), benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnız birbirinize merhamet değil, bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir. Evet, bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir.” (Hâkim, IV, 185/7310)

Cömertlik… Şart, zarûrî bir Müslüman için. Fakat cömertlik ne kadar? Gücün kadar.

Yermuk Harbi’nde bir bardak su, belki bir câminin inşâsını geçti. Çünkü o çölün içinde son nefeslerini verirken “su, su” diyorlardı, birbirlerine su ikram ettiler. Kendileri susuz olarak şehid oldular. Demek ki îsar oluyor.

Tevâzu”… Bir müslüman mütevâzı olacak, “ben” olmayacak.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri:

“Âlem yahşi ben yaman, âlem buğday ben saman.” diyor. Yani herkes güzel, ben değilim. Herkes buğday, ben samanım diyor. Demek ki Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça tevâzu, hiçlik artıyor.

Sabır, rızâ, çok mühim. Hâle rızâ, sabır.

Doğruluk dürüstlük çok mühim. Bir mü’min el-emîn, es-sâdık olacak.

Muhabbet olacak. Lâyıkına muhabbet, müstahakkına nefret olacak.

Af ve müsâmahakâr olacak.

Bir müslümanda diğerine karşı bir burûdet olmayacak.

Cenâb-ı Hak soruyor Nûr Sûresi’nde:

“Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyuruyor.

Eğer Allâh’ın seni affetmesini istersen, sen de hiçbir müslümanla aranda burûdet olmayacak, affedeceksin.

Velhâsıl ihlâs olacak, samimiyet olacak, huşû olacak, hamd olacak, şükür olacak.

Diğer bir fasıl; “seherler”…

Günde iki-üç sefer doyuyoruz. Fakat en mühim, rûhânî hayatımızı doyurmak. Cenâb-ı Hak bunun için bizim seherlerde…

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ buyuruyor. “…Seher vakitlerinde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak:

سَاجِدًا وَقَائِمًا

(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9]) buyuruyor.

“Secde ve kıyam hâlinde olan” bilenler. Cenâb-ı Hakk’ı bilenler, Cenâb-ı Hakk’ı bilmek isteyenler.

Yine ibâdurrahman olanlar;

سُجَّدًا وَقِيَامًا

(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyruluyor.

Demek ki seherler, bir istiğfarla başlayacak. Cenâb-ı Hak davet ediyor istiğfâra:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17])

Yine Rasûlullah Efendimiz… Kelime-i tevhîd ile îmanlar tecdîd edilecek, yenilenecek. “Kelime-i tevhîd ile îmânınızı tazeleyin.” buyuruyor. (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)

Lâ ilâhe… Gündüzün buna dikkat edeceğiz, Allah’tan uzaklaştıran her şeyden kendimizi koruyacağız.

Seherlerin bereketli sofralarında kelime-i tevhîd var. Efendimiz’i unutmayacağız. En çok fânîlerden O’na minnettârız. Cenâb-ı Hak O’nu vesîle eyledi bize.

Cenâb-ı Hak kendisini bildiriyor:

“Allah ve melekleri salât eder, siz de salât edin ey îmân edenler, tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyruluyor.

Salât ü selâm, Peygamber Efendimiz’e bir vefâ, O’na bîattır. Sahâbe O’na dâimâ bîat etti. Akabe’de bîat etti, Bedir’de bîat etti, Uhud’da bîat etti, Hendek’te bîat etti, Bîatü’r-Rıdvân’da bîat etti.

Demek ki salevât-ı şerîfe hep bîattır Efendimiz’e, Bir söz vermektir. Ashâb-ı kirâm bîat etti, bizim de bîat etmemiz…

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Kişi sevdiğini çok sever ve çok bahseder ondan. Bizim de yolda giderken, gelirken, evlerde dâimâ boş kaldıkça ağzımız ve kalbimiz, bilhassa kalbimiz salevât-ı şerîfeyle ıslak olması…

Bunun ölçüleri nasıl? Artık bunu Hak âşıkları, Hak dostları çok daha güzel yaşıyorlar.

Bizim İmam Hatip’teyken bir hocamız vardı. Abdülkadir Keçeoğlu. Yaman Dede derlerdi ona. Mevlevî idi kendisi. Bize derse gelirdi, Farsça dersine gelirdi o zaman.

“‒Hocam dedik, siz hep Mevlânâ’dan, Mesnevî’den bahsediyorsunuz, Mevlevîlik’ten, Mesnevî’den.”

“‒Oğlum dedi, beni dedi Mevlânâ tuttu benim elimden, Rasûlullah Efendimiz’in kapısına götürdü, beni îmân ile şereflendirdi.”

Rasûlullah Efendimiz’e öyle bir muhabbeti vardı ki, nasıl bir muhabbet bu…

Bir gün bir arkadaşımız kendisini Galata Mevlevîhânesine giderken görüyor. Böyle, duvara dayanmış, böyle bitkin hâlde…

“‒Aman hocam diyor, hastasınız diyor, sizi hemen ben bir hastahaneye götüreyim.” diyor.

“‒Yok oğlum diyor, Allah Rasûlü hatırıma gelince diyor, bende tâkat, hiçbir şey kalmıyor diyor, böyle diyor, bitiyorum ben.” diyor.

Hattâ bir gün bir kardeşimiz sınıfa girmeden o; “Ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlâllah” kasîdesini okuyor; hoca sınıfa girecek, giremiyor sınıfa… İşte demek ki bu muhabbet, ayrı bir muhabbet…

Demek ki biz de salevât-ı şerîfe… Hep o muhabbetten bir nasip Cenâb-ı Hak lûtfetsin -inşâallah-.

Tabi burada en mühim, ölümü düşünmek var.

Rasûlullah Efendimiz:

“Bütün lezzetleri kökünden yok eden ölümü çok çok hatırlayın.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 4) Tefekkür-i mevt…

Efendimiz dâimâ:

لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ buyuruyor.

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak, ölümü unutmayacak. O zaman işi kolaylaşır. Yani kalbi o frekansa erebilirse, o mü’mine ne mutlu! Ölümü unutmayacak, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak.

Zira ölüm, değişik bir dünyaya doğumdur. Nasıl bir dünyaya doğumla geldik, ölüm de bir doğumdur, kabir âlemine doğumdur. Bir üçüncü doğum var, o da âhiret âlemine doğumdur.

“صَيْحَةً وَاحِدَةً” Bir büyük bir gürültüyle bir kalkış. (Bkz. Yâsîn, 29)

“يَوْمُ الْخُلُودِ” Bitmeyen bir ebediyet günü başlayacak. (Bkz. Kāf, 34)

“يَوْمُ الْخُرُوجِ” (Bkz. Kāf, 42) Bütün mezarlardan kalkılacak, hayvanlar dâhil.

Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allâh’ı çok çok anınız.” (el-Ahzâb, 41) buyuruyor.

Nasıl, yediğimiz gıda bütün vücudumuzun her fakültesinden geçiyorsa, zikrullah da öyle, letâiflerden bütün vücudumuz Cenâb-ı Hakk’ı anmakla donanacak.

İşte öyle bir vücut, nasıl harama el uzatabilir? Nasıl ateşin üzerine gidebilir? Nasıl uçurumlara doğru koşabilir?.. Göz kulak, dil gibi kalbe malzeme taşıyan âzâlarımız, aslâ haramlara ve günahlara meyletmemiş olur.

Seherler bir erken kalkma disiplinidir ve Cenâb-ı Hakk’a muhabbetimizin bir ifadesidir. Erken yatmak îcâb eder.

Ebû Hanîfe Hazretleri buyuruyor ki:

“Verimsizlik ve kuraklığın en büyüğü, en zor kuraklık ve verimsizlik, toprak kuraklığı değil; yatsı namazından sonra konuşarak vakit zâyî etmek, zamanı ziyan etmek. Ancak namaz kılmak, Kur’ân-ı Kerîm okumak müstesnâdır.” buyuruyor.

Diğer bir husus:

Gıdaların helâliyetine dikkat etmek, helâl kazanç.

Bir mü’min, gece seherlere kalkamazsa, seherleri ihyâ edemezse, gündüzünü gözden geçirmeli:

Gözü bir harama takıldı mı gündüzleri?

Kulağı bir gıybet dinledi mi?

Dili bir dedikodu etti mi?

Yahut ağzından yanlış bir söz çıktı mı?

Midesine şüpheli bir lokma girdi mi?..

Kıldığımız namaz da böyle. Kıldığımız namaz bizim röntgenimiz. Bizim gözümüzü, kulağımızı, vicdanımızı koruyor mu, korumuyor mu namaz? Koruduğu kadar o namaz bizim için fahşâdan, münkerden koruyan bir namaz.

Oruç öyle:

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

Merhametimizi artırıyor mu? Aldığımız gıdanın tefekküründe miyiz?

Zekât, infak, sadaka… Bizi verirken sevindiriyor mu? Çünkü;

يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104])

“Ben alırım” buyuruyor Cenâb-ı Hak.

O da bizim gönül dünyamızı gösteriyor.

Velhâsıl dâimâ:

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin.)

Kendimizi muhasebe hâlinde olmamız. Zaten o hesaba gireceğiz. Hemen Münker-Nekir girer girmez başlayacak…