Namaz

1999 – Aralik, Sayı: 166, Sayfa: 028

Dînin Direği, Îmânın Nûru,Mü’minlerin Mi’râcı

İnsan hayatı, kâinâtın yaratıcısına ulaşmak yolunda hakîkat arayışının tezâhürleriyle doludur. Bu tezâhürler, onun fıtratında meknuz olan îmân ve ibâdet etme temâyülünün tabiî bir neticesidir. Öyle ki Hakk ve hakîkatten mahrum kalanların, bu fıtrî temâyülü teskin yolunda âciz bir fânîye, hattâ bir hayvanja tapmaya varacak kadar akıl ve mantık dışı nice garip ve abes mecrâlara sürüklendikleri, dünden bugüne müşâhede edilegelen âşikâr gerçeklerdir. Bu da gösteriyor ki:

“İnsanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım.” ifadesinin bir tecellîsi olduğu için insan, dâimâ kulluğu yaşayabilme sırrına vazgeçilmez bir ihtiyaç hâlindedir.

Dolayısıyla o, bu fıtrî temâyülü insanlık şeref ve haysiyetine lâyık bir şekilde yönlendirebildiği ölçüde seâdet ve selâmete ulaşır. Çünkü insan, kudret-i ilâhiyyenin binbir nakışı ile müzeyyen olan bu âlemde ilâhî san’atın zirvesini teşkîl etsin diye yaratılmış ve bu yaratılışın vicdânî bir neticesi olarak Rabbini tekrîm ve ibadetle mükellef kılınmıştır. O derecede ki, insana verilen bütün üstün hususiyet ve mertebeler bu mükellefiyetini yerine getirmesine bağlanmış ve âyet-i kerîmede:

(Ey Rasûlüm!) De ki: Kulluk ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?!.” buyurulmuştur.

İşte bu cümleden olarak Cenâb-ı Hakk, pek çok âyet-i kerîmede insanın ebedî hüsrândan kurtuluşu için îmândan sonra amel-i sâlih sahibi olmasının zarûretini beyân buyurur. Bu itibarla Rabbin yüce huzûruna kalb-i selîm ile çıkabilmeyi gâye edinen mü’minler, âmel-i sâlih denilen ibadetlerin ulvî pınarlarına gönüllerini teslîm eder ve vuslat deryâsına doğru yol alırlar. Kulu bu şekilde Mevlâ’nın vuslat deryâsına götüren ibadet pınarlarının en büyüğü ve ehemmiyetli olanı da hiç şüphesiz namaz ibadetidir. Zîrâ namaz, şümûl, muhtevâ ve rütbe bakımından bütün ibâdetlerin zirvesi ve özü durumundadır.

Kâinâttaki bütün varlıklar; güneş, çayır, çemen, ağaçlar, zikir hâlindedir. Saf hâlinde uçan kuşlar, dağlar, taşlar, keyfiyeti bizce meçhul bir tesbihat ile Hakk’a kulluk ederler. Nebâtâtın ibâdeti, kıyâm hâlinde; hayvânâtınki, rükû hâlinde; cansız addedilenlerinki de yere kapanmış vaziyyette, yâni secde hâlindedir. Semâ ehlinin durumları da böyledir. Melâikenin bir kısmı kıyâmda, bir kısmı rükûda, bir kısmı secdede, bir kısmı da tesbîh ve tehlîl hâlindedir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bir mi’râc olarak ikrâm ettiği namaz ibadeti ise, bütün bu ibâdetleri câmî bir muhtevâdadır. Dolayısıyla gerçek musallîler (namaz kılanlar), yerde ve gökte bütün varlıkların yapmış olduğu ibadetlerin cümlesine şamil bir ibadet yapmış olarak hesapsız mükâfat ve derûnî tecellîlere nâil olurlar.

Bunun içindir ki namaz, Allâh’a vuslat mertebesidir ve ümmete küçük bir mi’râc olarak ikrâm edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyurulduğu vechile Rabbin huzûruna çıkabilme nîmeti de, namazla elde edilir.

Gerçek namazda bütün mâsivâ aradan çıkar, dünyevî her şey silinir. Kul ile ma’bûd, buluşma meclisinde beraber olur. Çünkü namaz, mi’râcdaki buluşmanın ardından Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e Cebrâil’siz bir şekilde farz kılınmış ve böylece araya hiçbir vâsıta koymadan sırf Allâh ile halvet olabilmeye hasredilmiştir. Bu halvette dâimâ o mi’râcdaki ve hâlini yaşayan Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Namaz, gözümün nûrudur.” (Nesâî, Ahmed bin Hanbel) buyurmuşlardır.

Namazla kazanılacak kemâlât, huzûr, sükûn, itmi’nân ve kurbiyyet, hiçbir ibâdetle kazanılamaz. Dünyâda namazın rütbesi, âhırette Cenâb-ı Hakk’ı görmenin rütbesi gibidir. Zîrâ dünyâda kulların Allâh’a en yakın olduğu an, namaz anlarıdır. En ince lezzetler ve mânevî tecellîler, namazdadır. Denilebilir ki bütün ibadetler, âdetâ kulu namaza hazırlamak için birer basamak mesâbesindedir. Bunun içindir ki Hazret-i Peygamber’in ifâdesi ile namaz:

“Dînin direği, îmân ve kalbin nûru, seâdetin anahtarı, mü’minlerin mi’râcı” olarak tavsîf buyurulmuştur.

Âyette buyurulan:

“Beni zikrediniz, tâ ki ben de sizi zikredeyim!..” (el-Bakara, 152) sırrı, diğer ibâdetlerden ziyâde namazda gerçekleşir.

Ancak kulun bu sırdan lâyıkıyla istifâde edebilmesi:

“İhsân, Allâh’ı görüyormuş gibi ibâdet etmendir! Sen O’nu göremiyorsan da O, seni görüyor ya!..” hadîsinde beyân buyurulan “ihsân” hâlinde bulunmasına bağlıdır.

Namaza benzeyen hiçbir ibadet yoktur. Namaz kılan kimse, namazdan başka hiçbir şeyle meşgul olamaz. Namaz onu, her türlü alâkadan keser. Hakk ile başbaşa târifsiz bir vuslat yaşatır. Diğer ibâdetlerde durum böyle değildir. Meselâ oruçlu kimse, pazarda müşteri de olur, satıcı da_ Hac eden de kezâ böyledir. Ama musallî, ne satıcı olur, ne de alıcı_ O, sadece musallîdir. Yâni maddesi ve mânâsı da, huzûr-i ilâhîdedir.

Kâmil mü’minler: (en-Nisâ, 103) beyânı vechile ömür boyu günde beş kere yapılan itâat ve mücâhede tatbikatı yanında nâfilelerle de olgunlaşa olgunlaşa nihayet Rabbimizin “İrciî ilâ Rabbik!” (Rabbine dön!) emri mûcibince rahmet ve sonsuz ihsanlarına intikal ile faziletli kullar arasına karışıp dâru’s-selâm’a, yâni seâdet yurduna nâil olurlar.

Dosdoğru kılınan namaz, mü’mini nefsânî temâyüllerin girdabına düşmekten kurtaran, vecd hâlini yaşatan çok faziletli bir ibadettir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Namazı devam üzere kıl! Gerçekten namaz, fahşâdan, yâni çirkinlik, edebsizlik, fuhşiyyat ve münkerden; aklın ve dînin beğenmeyeceği uygunsuzluk ve günahtan meneder.” (el- Ankebut 45)

Namazın kötülüklerden alıkoyması, hem namazdan evvel, hem namaz esnâsında, hem de namazdan sonrasını ihtivâ eder. Eğer namaz kılan kimsede böyle bir muhâfaza görülmüyorsa, o gerçek mânâda musallî değildir. Böylelerinin namazları hakkında Allâh Rasûlü buyurur:

“Kim bir namaz kılar da, o namaz kendisini açık ve gizli kötülüklerden alıkoymazsa, ancak Allâh’a karşı uzaklığını artırmış olur.”

Bu sebeple namazda dikkat edilmesi gereken en ehemmiyetli husus, hiç şüphesiz huşû hâlidir. Namazın zâhirî tarafını “fıkıh” tanzîm eder. Fıkıhsız bir namaz mümkün değildir. Ancak huşûdan uzak, darmadağınık bir kalb ile de namaz muteber olamaz. Dolayısıyla namazın zâhirini tanzîm eden fıkhî kaideler, kalb âlemini tezyin eden mânevî kâidelerle bir araya geldiğinde ancak muteber ve makbul bir namaz kılınabilir.

Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh-‘a sordular:

“-Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?”

O da cevâben:

“-Dört şeyle, buyurdular:

1. Helâl lokma,

2. Abdest sırasında gafletten uzak durmak,

3. İlk tekbîri alırken kendini huzûrda bilmek,

4. Namaz dışında da Hakk’ı aslâ unutmamak.”

Âdâb ve erkândan uzak bir gönülle, yâni iblisin işgal ettiği bir kalb ile kılınan namaz ise, âdetâ kulun yüzüne çarpılacak bir günah paçavrası hükmündedir. Âyette buyurulur:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar, gösteriş yapanlardır; hayra da mânî olurlar.” (el-Mâûn, 4-7)

O halde kim ki, ta’dîl-i erkân ile namaz kılmaz, huzûr-i ilâhîde olduğundan habersiz olur ve aklı fikri ticâretinde veya başka başka dünyevî meşgalelerle dolu bulunursa, o aslâ musallî değildir. Onun kıldığı namaz dünyâda kalır, âhırette hiçbir faydası olmaz.

Namazın hakîkatini idrâk eden gönüller ise, onu gözlerinin nûru hâline getirirler. Namaza durduklarında bu fânî âlemden sıyrılıp çıkar ve âhıret âleminin vuslat mekânına nâil olurlar. Araya dünyevî bir akis ve hayâl perdesi girmez. Onlar, doğrudan doğruya rûhâniyetin haz ve lezzeti içindedirler.

Âişe -radıyallâhu anhâ- buyururlar:

“Zaman zaman Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- namaza durduğunda yüreğinden kazan kaynaması gibi ses gelirdi. Ezân okunduğu vakit Allâh’ın huzûruna çıkacağı için etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi!..” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in namazlarındaki bu hâl, yıldızlardaki ölçülerdir. Ne kadar yaklaşabilirsek, o kadar feyiz-yâb oluruz. Dolayısıyla namazlarında arzu edilen mükemmelliğe ulaşamamış olanlar, bu hâle bakıp ümidsiz olmamalı ve yollarına devam etmelidirler. Nasıl bir gram altına ulaşmak için tonlarca toprak elenirse, namazın mükemmeline ulaşabilmek için de velev sathî ve taklîdî mahiyette de olsa sabır ve sebatla devam etmek lâzımdır.

Bunun için de şu hadîs-i şerîfi yaşamak zarurîdir:

“Namaza durduğunda sanki son namazın gibi kıl! Yarın pişman olacağın şeyi söyleme; insanların (gâfilâne) arzu ettiklerine arzu duymağı bırak!” (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

Hazret-i Ali, namaza durduğunda beti benzi sararır, kendi vücûdu dahil her şeyden sıyrılırdı. Bir muhârebede mübârek ayağına batan oku, kendi arzusu üzerine namaz esnasında çıkardıklarında bunun farkında dahi olmamıştı.

Hâtem-i Esam, namazın hakkıyla edâsı hakkında şöyle der:

“Evvelâ namaz için gerekli hazırlığı en güzel şekilde yerine getir. Kâbe’yi iki kaşının arasına, sırat’ı ayaklarının altına, cenneti sağına, cehennemi soluna al! Arkanda Azrâîl’in, senin tatlı canını almak için beklediğini tefekkür ile diyerek korku ve ümîd hâlinde Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîn’in huzûruna dur! Tahkîk ile tekbîr al! Ağır ağır ve mânâsını düşünerek Kur’ân oku! Tevâzû ile rukû, huşû ile secde eyle! Bedenin, namazın tabiî erkânına devam etsin, ancak rûhun dâimâ secde hâlinde kalsın ve o vuslattan bir nefes ayrılmasın!..”

Hazret-i Mevlânâ da musallîye şöyle seslenir:

“Aklını başına al da namazdan yalnız zâhiren değil, mânen de istifadeye bak! Tane toplayan bir kuş gibi Allâh’ın azametinden habersiz bir şekilde sadece başını yere koyup kaldırma!.. Hazret-i Peygamber’in: beyânına kulak ver!..”

“Namazı hulûs-i kalb ile kılarak bambaşka âlemlerde yaşayan ve müşâhede-i mahbûb ile ağlayan, yalvarıp yakaran bir musallînin namazı, öyle makbul ve kıymetlidir ki, Allâh ona (buyur kulum!) diye nidâ eyler.”

Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Kim ki abdestini güzelce alır, namazını vaktinde kılar, rukû ve secdesini tamamlar, huşûuna riâyet eylerse, (namazı) beyaz ve parlak (bir nûr) gibi yükselir ve (namaz kılana): «–Benim hakkıma riâyet ettiğin gibi Allâh da seni korusun!» diye seslenir. Kim de abdestini güzel almaz, namazı vaktinde kılmaz, rukû, secde ve huşûuna riâyet etmezse, (namazı) siyah ve karanlık (bir cisim) olarak yükselir ve: «–Beni zâyi ettiğin gibi Allâh da seni zâyi etsin!» der. Tâ ki, Allâh Teâlâ’nın dilediği yere gittikten sonra bir paçavra gibi dürülür ve adamın suratına çarpılır.”  (Taberânî)

Yine hadîs-i şerîfte buyurulur:

“İki kişi, aynı zaman ve mekânda iki rek’at namaz kılarlar, (ancak) aralarındaki fark, yer ile gök arası kadardır.” (İhyâ)

Bu itibarla âyet-i kerîmede gerçek mü’minlerin namazlarını muhâfaza eden, namazlarının hakkına riâyet eden kimseler olduğu beyân buyurulur:

“Onlar namazlarını muhâfaza edici olurlar.” (el-Meâric, 34)

Ayrıca yine aynı sûrenin 23. âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurulur:

“Onlar namazda dâimdirler.”

Hazret-i Mevlânâ, bu âyete işârî mânâ vererek:

“Kul namazdaki hâlini namazdan sonra da muhâfaza eder. Böylece bütün bir ömrünü, edeb, huşû, dilini ve gönlünü muhâfaza içerisinde geçirir. Bu, gerçek âşıkların, Hakk dostlarının hâlidir…” buyurur ve şunları söyler:

“Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülüklerden alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır. Halbuki âşıklar dâimâ namazdadırlar. Zîrâ âşıkların gönüllerindeki aşk ve ciğerlerini yakıp kavuran o ilâhî muhabbet, ne beş vakitle yatışır, ne de beş yüz bin vakitle geçip gider!..”

Namazın abdest gibi temizliklerle başlaması, hayatî ve fıtrî güzelliklerle de içiçe olduğunu gösterir. Böylece kul, madden ve mânen tertemiz olur. Kısaca;

Maddî bakımdan namaz; insan vücudunun namazda iç ve dış hareketlerde bulunması ve zamanlara hâkim olması, hayatta nizam üzere yaşama temrinlerini teşkil eder.

Mânevî olarak namaz; ilâhî huzurda bulunma hâli, tefekkür etme, korku zamanında tesellî, neş’e zamanında lezzet teşkîl etme, rûhâniyete destek verme, kalb neş’eleri getirme, îmânı koruma, ilâhî ünsiyetin artması gibi feyz ve bereketlerle doludur.

İctimâî güzellikleri bakımından namaz; cemâatleşme, tanışma, ünsiyet, ülfet, îmân ve kardeşlik bağlarının takviye olmasına vesiledir.

Rûhânî tecellîleri bakımından namaz; ilâhî huzûra çıkabilmenin kazandırdığı ihlâs, his ve kalb sükûneti, rikkat, muhabbet, tevâzû gibi güzelliklerle gönül âlemini mânevî bir bahar iklîmine götürmedir.

Burada şunu ifade etmelidir ki, namaz için beşerî mânâda hiçbir mazeret geçerli değildir! Erkekler, harplerde dahî münâvebeli olarak namaz kılarlar. Kadınlar için de, mazeret hallerinden başka mazeret yoktur.

Namaz için en mühim hususlardan biri de, onun vaktinde kılınmasıdır. Hazret-i Peygamber buyurur:

“Namaz vakitleri gelince hemen kılanlardan Allâh Teâlâ râzı olur. Vakitlerin sonunda kılanları da afveder.”

Namazda teslîmiyyet vardır. Onun içindir ki, nefse gîran gelir. Yalnız bu kadarı dahî, İslâm’ın hak ve namazın mutlak bir ibâdet olduğunu göstermeye kâfîdir. Diğer taraftan namaz, dînin direği olma vasfıyla mü’min ile kâfiri ayıran bir fark vasfını taşır. Öyle ki, mü’minler en büyük ve en ağır imtihânı namazları hususunda vereceklerdir. Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Kıyamet gününde kişinin ilk hesabı namaz olacaktır. Namazı iyi netice veren kurtulacak; namaz tarafı bozuk olan mahrumiyet ve azaplara dûçâr olacaktır.”

Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-, namaz vakitleri geldiğinde etrafındakilere şöyle derdi:

“Ey insanlar! Kalkınız! Günah işleyerek yaktığınız cehennem ateşini namaz ile söndürünüz!”

Namaz mevzûunda en mühim noktalardan biri de, farz namazların cemâatle kılınmasıdır. Namazın cemaat ile kılınması vacip hükmünde müekked bir sünnettir. Şiâr-ı ümmettir. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- vefatına yakın son günlerin dışında cemaati hiçbir zaman terk etmemiştir. Cemaatin zaruretini ifade eden şu hâdise, çok câlib-i dikkattir:

Âmâ bir sahâbî olan İbnu Ümmi Mektûm, cemâate devam hususunda Hazret-i Peygamber’den izin alabilmek için:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim durumumu biliyorsun; evimle mescid arasında ağaçlar, hurmalar var! Her zaman rehber de bulamıyorum!” dedi.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“-Ezânı işitiyor musun?” diye sordu.

“-Evet!” deyince:

“-Öyleyse cemâate gel; emekleyerek de olsa_” buyurdular. (İ. Cânân, Kütüb-i Sitte VIII, 256)

Namaz, dünyâda birçok musîbet ve felâketlere karşı, âhırette de cehennem ateşine karşı bir kalkandır. Allâh Teâlâ buyurur:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin!..” (el-Bakara, 153)

Farzların dışında vâcib, sünnet ve müstehab cinsinden birçok namazların mevcûdiyeti de işte bu sır dolayısıyladır. Sâlih mü’minler, farzlara ilâveten yolculuğa çıkarken, korku anlarında, bir hâcetleri oldukları vakit, gece vakitlerinde ve sair zamanlarda Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in ahlâk-ı hamîdesine riâyeten namaz kılarlar. Onlar:

“Sîmâ ve alâmetlerinde, yüzlerinde secde eseri zâhirdir.” âyetiyle tavsîf edilenler zümresindendir.

Namaz, onlar için doyulmaz bir heyecandır. Nitekim nâfileler, bu doyumsuz hâlin devâmı içindir. Bilhassa Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hiçbir günâhı olmadığı halde geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılar, saatlerce yorgun düşünceye kadar Kur’ân okurlardı. Dolayısıyla ne farz namazlar nâfileye, ne de nâfileler farz namazlara bir mânî teşkil eder. Mühim olan, hepsini yerli yerince edâya gayrettir.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- buyurur:

“Ben Rasûlullâh’ın duhâ namazı kıldığını bir kere gördüm. Bir daha hayat boyu onu terketmedim.”

Nâfile namazların en değerlisi ve kıymetlisi ise gece kılınan teheccüd namazıdır. Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu hususta buyururlar:

“Farz namazlardan sonra en fazîletli namazlar, gece kılınan namazlardır.”

“Geceleyin kılınan iki rek’atlık namaz, insanoğlu için dünyâdan ve dünyâda bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Ümmetime zor gelmese, iki rek’at gece namazını üzerlerine farz kılardım.”

Cenâb-ı Hakk, âyet-i kerîmede ilâhî azâbdan muhâfaza olunarak cennete ve nîmetlerine nâil olanların vasıflarını sayarken şöyle buyurur:

“Onlar, geceleri az uyuyanlardı. Seher vakitlerinde istiğfâr ederlerdi.” (Zâriyât, 17-18)

Şakîk-i Belhî buyurur:

Beş şeyi aradık, beş yerde bulduk:

1. Rızkın bereketini kuşluk namazında,

2. Kabrin ışığını teheccüd namazında,

3. Münker-nekir suâllerinin cevabını Kur’ân-ı Kerîm okumakta,

4. Sırat köprüsünü kolayca geçmeyi oruç ve sadakada,

5. Arşın gölgesini yalnızlık içinde Allâh -celle celâlühu-‘yu zikretmekte (halvet).

Cenâb-ı Hakk bir hadîs-i kudsîsinde şöyle buyurur:

“Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri edâ etmesidir. (Bununla birlikte) kulum, bana nâfile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, neticede muhabbetime nâil olur…” (Buhârî, Rikâk, 38)

Bilhassa rahmet, mağfiret ve bereketi bizi kuşatan Ramazan-ı Şerîf, mü’min gönülleri Allâh’ın muhabbetine nâil eyleyecek amel-i sâlihler mevsimidir. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- buyurur:

“Rasûlullâh Ramazan ayında, diğer aylardan görülmeyen bir gayrete girerdi. Ramazanın son on gününde ise çok daha şiddetli bir gayrete geçerdi.”

Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Kim Ramazan gecesini, sevâbına inanarak ve bunu elde etmek niyetiyle namazlaihyâ ederse, geçmiş günâhları afvedilir.”

Bu namazla ihyânın başında da hiç şüphesiz terâvîh namazları gelmektedir. Ancak yirmi rek’at olduğu vechile diğer namazlara nazaran edâsında ta’dîl-i erkândan uzaklaşma gafletine düşmemelidir. Bunları da diğer namazlar gibi âdâbına riâyetle kılmak ve maddî-mânevî gafletten kaçınmak zarûrîdir.

Yâ Rabb! Namazlarımızı, gerçek mânâ ve hikmetiyle edâ edilen ve bir mi’râc mâhiyetiyle senin ulvî vuslat ve müşâheden ile şereflenen namazlardan eyle! Namazlarımız, gözlerimizin nûru, gönüllerimizin her iki cihânda da sürûru olsun!

Allâhım! Hayâtımızı Ramazan-ı Şerîf bereketiyle doldurup fânî dünyâya vedâ ânımızı da vuslatla iklîminde yaşanan gerçek bir bayram sabâhı eyle!

Âmîn!..