Müslüman, İmkânı Nisbetinde Çevresinden Mes`ûldür

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2013 Ay: Temmuz Sayı: 82

Efendim, en mükemmel bir hayat tarzı olan İslâm, çevremiz, şehrimiz, ülkemiz, daha genel bir ifâde ile dünyamızda huzur, istikrar ve güvenin sağlanmasında müslümanları ne ölçüde mes’ûl addetmektedir? Yine bu huzurun sağlanmasında, günümüz dünyasının yaşadığı en büyük felâketlerden biri olan yoksulluk husûsunda İslâm, zengin ve fakire nasıl bir telkinde bulunmaktadır?

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de müslümanlara hitâben:

“İşte böylece sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şâhitleri olasınız…” (el-Bakara, 143) buyuruyor.

Allâh’ın yeryüzündeki şâhidi olabilmek, O’nun dînini her bakımdan güzelce temsil etmekle olur. Bu temsil, evvelâ îmanda ve ibadette, sonra ise ahlâkta ve muâmelâtta olmalıdır. Yani müslüman, hayatının her safhasında İslâm’ın nezâket, letâfet ve zarâfetini sergilemek durumundadır.

İslâm, -kelime mânâsından da anlaşılacağı üzere- sulh ve selâmet dînidir. Müslüman, elinden, dilinden insanların selâmette olduğu kimsedir. Dolayısıyla dünyada huzur, istikrar ve selâmetin temininde her müslüman, imkânları nisbetinde mes’ûldür. Hattâ müslüman, öyle yüksek bir gönül ufkuna sahip olmalıdır ki, kendisini dünyanın gidişâtından mes’ûl görmeli, yüreğinin uzanabildiği her yerden sorumlu bilmelidir. Bunun için hem kendisini inkişâf ettirmeli, hem de kazandığı maddî-mânevî olgunlukla topluma ve insanlığa faydalı olmaya gayret etmelidir. Çünkü Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“İnsanların en hayırlısı, onlara en faydalı olandır.” buyurmuştur. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 8)

Günümüzün -gûyâ medenî- dünyasında, insanlık için en büyük tehdit; îmandan uzaklaşarak dünyevîleşme, Allâh’ı unutma, ahlâkî dejenerasyon ve mânevî açlıktır… Zira ilâhî hakîkatlerden ve mânevî değerlerden uzaklaşıldığı zaman, kalbî hassâsiyetler kayboluyor, vicdanlar dumûra uğruyor, merhum Âkif’in; “«Medeniyyet» dediğin, tek dişi kalmış canavar!” mısrâını hatırlatırcasına, insanlık şeref ve haysiyetine vedâ ediliyor, insan âdeta bir canavar hâline geliyor.

Nitekim bugün yeryüzünde yaşanan içler acısı dramlar, insanlık dışı katliamlar, Sûriye’de, Gazze’de, Arakan’da işlenen zulümlerin insanlık haysiyetiyle îzah edilecek bir tarafı yoktur.

İnsan ancak Allâh’a yaklaştıkça eşref-i mahlûkat / varlıkların en şereflisi oluyor; Allah’tan uzaklaştıkça ise, âyette de buyrulduğu üzere[1] hayvanlar gibi, hattâ hayvanlardan da aşağı bir duruma düşüyor.

Meselâ, bugün dünya üzerindeki süper güçler, güyâ gelişmiş ve medenî ülkeler, Afrika’yı bir hammadde deposu olarak görüp acımasızca sömürüyor; oranın halkına ise açlık, yoksulluk ve sefâletten başka bir şey vermiyor. Bu nedir? Tabi ki, îmânın kazandıracağı şefkat ve merhamet gibi duygulardan mahrûmiyetin ve mânevî değerlerden uzak olmanın acı bir neticesidir.

Afrika’daki bu insanlık dramı, öyle dehşetli bir hâl almış ki, artık o coğrafyanın maddî zenginlikleriyle birlikte, insanlarının ruhları da sömürülmeye başlanmış. Misyonerler, yoksulluktan perişan hâldeki bu çilekeş müslümanlara dünyevî imkânlar sunarak ruhlarını satın almaya ve âhiretlerini mahvetmeye çalışıyorlar.

2010 yılında Afrika ülkelerinden Burkina Faso’nun bir köyünde, bir lokma ekmeğe muhtaç yaşlı bir kadına soruyor, vakfımızın hizmet gönüllüleri:

“–Köyünüze gıdâ yardımında bulunmamızı mı, yoksa su kuyusu açmamızı mı istersiniz?”

O yaşlı kadının verdiği cevap ne büyük bir ibret dersidir bütün müslümanlara. Diyor ki o asil ruhlu ihtiyar kadın:

“–Bizler, bu sıkıntılarla yaşamaya zâten alışığız. Sizler müslümansınız. Eğer yapabilirseniz, çocuklarımızın îmânını kurtarın!.. Onları eğitin ki câhil kalmasınlar!..”

Velhâsıl insanlık için en büyük tehdit, mânevî açlık… Müslümanlar olarak en çok teksif olmamız gereken nokta da, maddî açlıktan çok daha vahim bir hâl almış bulunan mânevî açlığın telâfîsi yolundaki gayret ve hizmetler olmalı…

Suâlinizin ikinci kısmını teşkil eden; “günümüz dünyasının yaşadığı en büyük felâketlerden biri olan yoksulluk husûsunda İslâm, zengin ve fakire nasıl bir telkinde bulunmaktadır?” mevzuuna gelince;

İslâm, her meselede olduğu gibi servet ve nîmetleri kullanma hususunda da kulu, Allâh’a karşı mes’ul addeder. Zira Allah Teâlâ, her şeyi insana emânet olarak vermiştir. İnsan, belli bir süreliğine ona tasarruf eden bir veznedar mevkiindedir. Yani mülkün asıl sahibi Cenâb-ı Hak’tır ve mü’min, kendisine bahşedilen nîmetleri kullanırken, onları bahşeden Rabbinin belirlediği sınırlara riâyet etmek durumundadır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Nihâyet o gün (dünyada faydalandığınız) nîmetlerden muhakkak hesâba çekileceksiniz!..” (et-Tekâsür, 8) buyrulmaktadır.

Bu itibarla nefsânî ihtiraslarla düşülen lüks, israf ve cimrilik gibi, servetin mânevî âfetlerinden korunmak gerekir. Çünkü israf, konfor ve lüksün artması, toplumu perişan etmektedir. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“Zenginlerin israf ettiği ölçüde toplumdaki insanlar aç kalır.” buyurarak bu gerçeği ifâde etmektedir. Bu yüzden İslâm, her iki cihan saâdeti için zengine de fakire de belli ölçüler verir:

Varlıklılara; lüks, israf ve cimrilikten sakınmalarını, ihtiyaçlarından fazlasını infâk etmelerini, komşusu açken tok yatmamayı, yoksullara karşı müşfik, merhametli ve nezâketli davranmalarını, velhâsıl diğergâm, edepli, hizmet ehli ve fedâkâr bir mü’min olmalarını telkin eder.

Fakirlere de; sabır, rızâ, kanaat, tevekkül ve şükre sarılarak, yani Cenâb-ı Hakk’ın kendileri hakkındaki takdirinden râzı olarak, Allâh’ın rızâsını kazanmanın ehemmiyetini telkin eder.

Nitekim gelmiş ve gelecek bütün insanlardan daha zengin kılınan Süleyman -aleyhisselâm-, hiçbir zaman mağrur olmamış, dünya nîmetlerinin kalbini işgâl etmesine aslâ müsâade etmemiştir. Dâimâ nîmetlerin asıl sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a şükretmiş ve kullara da infak hâlinde bulunmuştur. Bu güzel hâli dolayısıyla da Cenâb-ı Hakk’ın; “نِعْمَ اْلعَبْدُ  ” “ne güzel kul”[2] iltifatına mazhar olmuştur.

Diğer yandan yokluk ve hastalıklarla imtihan edilen Eyyûb -aleyhisselâm- da, bu imtihânı kendisine takdîr edenin, Allah Teâlâ olduğunun idrâki içinde hiçbir zaman hâlinden şikâyetçi olmamış, dâimâ rızâ ve teslîmiyet göstermiştir. Bunun neticesinde o da Cenâb-ı Hakk’ın; “نِعْمَ اْلعَبْدُ  ” “ne güzel kul”[3] iltifâtına nâil olmuştur.

Yani İslâm’ın bizden istediği, varlık sahibi bir kimse isek; Süleyman -aleyhisselâm-’ın göstermiş olduğu şükrü, diğer taraftan yokluk ve fakirlikle imtihan olunuyorsak Eyyûb -aleyhisselâm-’ın gösterdiği sabrı sergileyebilmemizdir.

Fakat ekseriyetle toplumlarda “ağniyâ-i şâkirîn” yani şükreden ve infâk eden zenginler de, “fukarâ-i sâbirîn” yani sabreden yoksullar da nâdir bulunan insanlardır. Her iki grup mü’min de Allah katında makbul kullardır. Zenginiyle, fakiriyle bu gönül kıvâmına ulaşabilen toplumlar, birer fazîletler medeniyeti inşâ ederler. Nitekim İslâm tarihine bakıldığında, meselâ Ömer bin Abdülaziz döneminde, bütün müslüman zenginler zekât verip, bol bol hayır-hasenat yaptıkları için, zekât verecek fakir bulamamışlardır. Ecdâdımız Osmanlılar da, kurdukları vakıflar, aşhâneler, sadaka taşları vs. ile toplumu âdeta bir şefkat ağıyla örerek “dilencisiz bir memleket” meydana getirmişlerdir.

Unutmamak gerekir ki Cenâb-ı Hak, insanları birbirine muhtaç olarak yaratmıştır. Fakir zengine, zengin de fakire muhtaçtır. Fakir, zengine zimmetlidir, onun iyilik ve ihsanlarına muhtaçtır. Zengin de fakirlerin hayır-duâsına ve yapacağı infakların sevâbına muhtaçtır…

Cenâb-ı Hak, içerisinde bulunduğumuz bu mübârek günler hürmetine, İslâm âlemine birlik, beraberlik, huzur ve saâdet ihsan eylesin…

Âmîn!


Dipnotlar:

[1] اُولٰـئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ : “…İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar…” (el-A’râf, 179)

[2] Bkz. Sâd, 30.

[3] Bkz. Sâd, 44.