“Mü’min, Arz-ı Endâm Değil Arz-ı Hâl Halinde Olacak”

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

“MÜ’MİN, ARZ-I ENDAM DEĞİL ARZ-I HÂL HÂLİNDE OLACAK.”

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Andolsun Rasûlullah sizin için, Allâh’a ve âhirete kavuşmayı umanlar için, Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (el-Ahzâb, 21)

Rasûlullah Efendimiz’e kim öğretti? Cenâb-ı Hak öğretti. Daha evvel bir kumandan değildi, bir muharebeye girmemişti. Ancak Ficar Harbi’nde bir ok topladı, o kadar. Fakat O’na öyle bir, nasıl bir kumandan oldu ki, girdiği gazvelerde bile daima bir merhamet tevzî etti. Esirlere yediğinden yedirecek, içtiğinden içireceksin buyurdu.

Hattâ Bedir’den dönerken, o esirleri de zaman zaman develere bindirdiler, kendileri yürüdüler. Onu yaratan Allah, beni yaratan Allah, aynı Allah… Onların hidâyete ermesine vesîle oldular.

Ahlâk, muâmelât, muâşerette bir örnekti. Onu 40 sene tevzî etti, devamında 23 sene tevzî edildi. Cenâb-ı Hak tâlim etti.

Medeniyet inşâ etmekte örnekti. Hiçbir medeniyet, bir asr-ı saâdet medeniyetine yaklaşamaz. Nasıl bir huzur devri; Hulefâ-i Râşidîn devri, Ömer bin Abdülaziz’in devri, Osmanlı’nın ilk üç asrı…

Tezkiye ve terbiyede örnekti. Nasıl o yarı vahşî insanlar, nasıl gözü yaşlı zirve insanlar hâline geldi?

Âile reisi, baba olmakla, dede olmakla, aile olmakla örnekti. En muhteşem bir âileydi, en huzurlu bir âileydi.

Âilede dünyaya ait fazla bir şey yoktu. Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:

“Bol ganimetler gelirdi, hediyeler gelirdi, fakat evimizde üç gün bir sıcak yemek pişmezdi.” (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)

Allah Rasûlü, o dağıtmanın, o cömertliğin zevkinden, lezzetinden açlığını unuturdu. Ev halkı da öyleydi. Ev halkının da bir şikâyeti yoktu. Onlar da memnundu.

Velhâsıl bir kalp, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e coşkun sevgiyle dolduysa artık o kalp nazargâh-ı ilâhî oluyor. O kalpte cemâlî tecellîler in’ikâs ediyor.

Rahmetli Abdurrahman Hocamız’ın güzel bir ifadesi vardır:

“Mü’min, arz-ı endam değil, arz-ı hâl hâlinde olacak.”

Yani dünyevî metâlarla kendini gösteriş hâlinde değil, dâimâ Cenâb-ı Hakk’a arz-ı hâl, acziyet ve ilticâ hâlinde olacak. O şekilde bir abd-i âcizlik, güzel bir kulluk yaşanacak.

Onun için biz dâimâ:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) hadîsine nâil olmak için, Rasûlullah Efendimiz’le kıyâmette beraber olabilmek için…

Efendimiz vefatına yakın Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret ediyor. Dönüşte “Ben kardeşlerimi özledim.” buyuruyor. Ashâb-ı kirâm diyor ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Sen’in kardeşlerin biz değil miyiz?”

“–Yok diyor, ben onları dünyada görmeyeceğim diyor. Onları ben Havz kenarında bekleyeceğim.” diyor.

“–Peki o kardeşlerin kimdir, nasıldır, nasıl vasıfları?” deyince:

“–Bir siyah at sürüsünü düşünün, nasıl alınları, ayakları beyaz olan atlar hemen tanınır, ben de onları o şekilde tanıyacağım. Onları Havz kenarında bekleyeceğim…” (Bkz. Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)

İşte bu:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) ashâbı en çok sevindiren hadîs-i şerîfti.

Demek ki dâimâ kendi kendimize düşüneceğiz: -Kendime izâfe ediyorum- ashâb-ı kirâmın fedakârlığı ne kadardı, bizim fedakârlığımız ne kadar? Sahâbînin fedakârlığı ne ölçüdeydi? Nasıl; “Malım, canım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!..” İslâm yolunda hiçbir fedakârlıktan… Tâ Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a gitti, Afrika’ya girdi, Ömer bin Abdülaziz devrinde İspanya’ya gidildi.

Devamlı demek ki îmânımızı test etme durumundayız. Neyle test edeceğiz? Âyetlerle, Rasûlullah Efendimiz’in, ashâbın hayatıyla.

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Demek ki Cenâb-ı Hak malı bir malzeme veriyor. Nerede kullanacaksın malı? Canı bir malzeme veriyor. Canı sen nerede kullanacaksın?

Efendimiz, Vedâ Haccı’nda bize bir vasiyette bulundu, Kur’ân ve Sünnet’i bizlere zimmetli kıldı:

“Size iki şeyi emânet bırakıyorum, bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe yanlışlara düşmezsiniz: Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye.” (Muvatta’, Kader, 3)

Nasıl ashâb-ı kirâm Kur’ân ve Sünnet’i, Efendimiz’i yakından tanıdı? Uhud Harbi’nde Sa’d bin Rebî, çok cömert bir sahâbî idi, müttakî bir sahâbî idi. Efendimiz onu göremedi. Göremeyince;

“–Sa’d bin Rebî nerede?” dedi.

Ashâb-ı kirâm da:

“–Sa’d bin Rebî, neredesin?” diye seslendi. Hiçbir cevap gelmedi. En sonunda:

“–Sa’d bin Rebî, seni Allah Rasûlü soruyor, neredesin?” deyince, kısık, cılız bir ses; “buradayım” dedi.

Râvî diyor ki:

Yanına gittim diyor. Yüzü diyor, kılıç darbelerinden kalbura dönmüştü diyor. Kanlar içindeydi diyor. Konuşacak tâkati kalmamıştı diyor. Dedim ki:

“–Seni Rasûlullah soruyor Sa’d bin Rebî.”

Dedi ki:

“–Vallâhi, yeminle, gözlerinizin kımıldadığı müddetçe Peygamber’i düşmanlarınızdan korumaz da başına bir musibet gelmesine sebep olursanız, sizin için Allah katında ileri sürülecek hiçbir mazeret yoktur.” (Bkz. Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47; İbn-i Abdilber, İstiâb, II, s. 590)

Demek ki Rasûlullah Efendimiz’i ne kadar yakından tanıyacağız? Ne kadar O’nun yolunu, bilhassa bugün, günümüzde, birçok sapkınlıkların ortaya çıktığı bir günde, nasıl bir Sünnet-i Seniyye üzerinde istikâmetleneceğiz?

O’nu tanımak, -sahâbî tanıdı- O’nu görmek, O’nu duymak, insan için en büyük saâdet. Yani bir mü’min nasıl O’nu sevmez ki; O’nun ağlaması, gülmesi, üzülmesi, duâsı hep O’nun ümmeti içindi. Biz de o lûtfa müstağrak durumdayız.

Yine buyuruyor:

“Dikkat edin diyor, ben diyor, hayatımda sizin için bir emniyet vesilesiyim. (Bir musibet inmedi. Müşrikler bile istifade etti Mekke’de.) Vefât ettiğimde ise kabrimde; «Yâ Rabbi! Ümmetî, ümmetî!» diye, ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim.” buyurdu. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)

Velhâsıl muhabbetin kantarı fedakârlıktır. En nâdan bir insan bile, en derbeder bir insan bile, bir gül bahçesinden geçerken huzur bulur. Gülün tebessümü, goncası, rengi, şekli, âhengi, onu seyredenin gönlüne bir ferahlık verir.

Gül ise Rasûlullah Efendimiz’in bir sembolüdür. Efendimiz o gülden çok daha öteyedir. Bu hayat dershânesinde en mühim tahsil, o Rasûlullah Efendimiz’i, o Güllerin Şâhı’ını tanımaktır.

Hattâ Fuzûlî ne güzel söyler:

“Habîbim fasl-ı güldür bu, akarsular bulanmaz mı?”

Yani O’nunla beraber olabilmek, nasıl bir fasl-ı gül olur?..

Sâdî-i Şîrâzî, hikâye olarak anlatır, bu ümmet-i Muhammed’e olan Cenâb-ı Hakk’ın lûtfunu. Mevlânâ gibi o da mücerredi müşahhas hâle getirir:

Bir kişi diyor, hamama gitti diyor. Hamamda diyor, ona hamamcı diyor, bir kil verdi diyor, bir sabun o zaman. O kili diyor, kullanırken diyor, kilden diyor, çok değişik bir koku duydu. O gönle büyük bir haz ve sürur verdi. Gülle -mecâzî olarak- konuşmaya başladı. Güle dedi ki:

“–Sen misk misin, amber misin? Ben böyle hiçbir koku duymadım.” der.

Kil de der ki:

“–Ben ne amberim, ne miskim der. Ben der, bir gül goncasının altında, ondan damlayan şebnemlerin yoğurduğu bir kil’im der. Benim der, bu güzel koku der, insanın rûhuna ferahlık veren, huzur veren bu koku der, benden değil der, bu gülden gelen şebnemlerin kokusudur.” der.

Yani biz ümmet-i Muhammed’iz. İnşâallah Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ibadetiyle ibadetlerimizi müzeyyen kılabilmek, O’nun ahlâkıyla istikâmetlenebilmek, O’nun hâliyle hâllenebilmek, O’nu yakından tanıyabilmek ve O’nunla beraber olabilmek.

Zira bütün lezzetler -bahsettiğimiz gibi- dünyada kalacak, Allah ve Rasûlü’nün sevgisi ise, ebedî saâdet, bizim gönül sermayemiz olacak -inşâallah-…