Muhtelif Kabîlelerle Görüşmesi ve Onları İslâm’a Dâveti (Nübüvvetin 10. Senesi)

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Tâif dönüşü Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir müddet halk­tan uzak yaşadı. Ardından tekrar dâvetine devâm etti. Müşrikler büsbütün sert ve katı davranmaya başlayınca, Allâh Teâlâ Peygamber Efendimiz’e Arap kabîleleriyle görüşüp teblîğde bulunmasını emretti.

Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hac zamânı Mekke’ye gelenlere ve Ukâz, Mecenne, Zülmecâz gibi panayırlara katılanlara hitâb edip Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini okuyor, onları İslâm’a dâvet ediyordu.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu büyük panayırlarda toplanan Benî Âmir, Muhârib, Fezâra, Gassan, Mürre, Hanîfe, Süleym, Abs, Benî Nasr, Benî Bekkâ’, Kinde, Kelb, Hârise, Uzre, Hudârime gibi kabîlelerin konak yerlerine gider, onları İslâm’a dâvet ederdi. Peygamberliğini tasdîk etmelerini, Rabbinin kendisine verdiği risâlet vazîfesini îfâ etmede kendisine yardımcı olmalarını onlardan isterdi. [1]

Câbir -radıyallâhu anh-[2] şöyle anlatıyor:

“Allâh Rasûlü hac mevsiminde vakfe mahallinde kendini hacılara arz ediyor ve:

«Beni kavmine götürecek bir kimse yok mu? Kureyş, Rabbimin kelâmını teblîğ etmeme mânî oldu.» diyordu.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 19-20/4734)

Lâkin onlardan dâvetini kabûl edecek, kendisini himâye edip yardım edecek bir kimse çıkmıyordu. Aksine kimisi Peygamberimiz’e suratını asıyor, kaba ve katı davranıyor; kimisi de “Seni kavmin daha iyi bilir! Onlar Sana niye tâbî olmuyor?” diyerek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile tartışıyordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise gereken cevapları vererek onları Hak yoluna dâvete devâm ediyordu.[3]

Mudar’dan veya Yemen’den bir kimse, hacca veya panayırlara gelmek üzere yola çıktığında, kavmi ona:

“−Sakın ha! Kureyşlilerin genci seni dîninden döndürmesin!” diye tembihte bulunurlardı.[4]

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün Minâ’da, Şeybân bin Sa’lebe Oğulları’nın yanına vardı. Kendisinin Allâh’ın Rasûlü olduğunu bildirince kabîlenin ileri gelenlerinden Mefrûk bin Amr:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen insanları nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelip yanlarına oturdu. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da ayağa kalkarak Varlık Nûru’nu elbisesiyle gölgeledi. Allâh Rasûlü, Mefrûk’a:

“−Ben sizi Allâh’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Allâh’ın şerîksiz ve bir tek olduğuna, benim de Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye, Allâh tarafından bana emrolunan şeyleri yerine getirinceye kadar beni muhâfaza etmeye ve bana yardımcı olmaya dâvet ediyorum. Çünkü Kureyş, Allâh’ın emrine karşı geldi, Allâh’ın Rasûlü’nü yalanladı, bâtılı tutup haktan yüz çevirdi. Allâh her şeyden müstağnî ve her türlü hamde lâyıktır!” buyurdu.

Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen başka nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- En’âm Sûresi’nden şu âyetleri okudu:

قُلْ تَعَالَوْا اَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ اَلاَّ تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا وَلاَ تَقْتُلُوا اَوْلاَدَكُمْ مِنْ اِمْلاَقٍ نَحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَاِيَّاهُمْ وَلاَ تَقْرَبُوا الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَلاَ تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّتِى حَرَّمَ اللهُ اِلاَّ بِالْحَقِّ ذَلِكُمْ وَصَّيكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ. وَلاَ تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ اِلاَّ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ اَشُدَّهُ وَاَوْفُوا الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ لاَ نُكَلِّفُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا وَاِذَا قُلْتُمْ فَاعْدِلُوا وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى وَبِعَهْدِ اللهِ اَوْفُوا ذَلِكُمْ وَصَّيكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ . وَاَنَّ هذَا صِرَاطِى مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلاَ تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّيكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ .

“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri harâm kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin! Zîrâ sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allâh’ın muhterem (dokunulmaz) kıldığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allâh’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.

Rüşd çağına erişinceye kadar, yetîmin malına en güzel şekilde yaklaşın. Ölçü ve tartıyı adâletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz.

Söz söylediğiniz zaman, (leh ve aleyhinde söyleyeceğiniz kimse) akrabânız dahî olsa adâletli olun ve Allâh’a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allâh size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti.

Şüphesiz bu, Ben’im dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın. Zîrâ o yollar sizi Allâh’ın yolundan ayırır. İşte Allâh, sakınıp takvâ sâhibi olasınız diye size bunları emretti.” (el-En’âm, 151-153)

Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen daha nelere dâvet ediyorsun? Vallâhi bunlar beşer kelâmı değildir! Eğer insanların kelâmından olsaydı biz onu çok iyi tanırdık.” dedi.

Bu defâ Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

اِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَاِيتَائِ ذِى الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

“Muhakkak ki Allâh, adâleti, ihsânı, akrabâya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (en-Nahl, 90) âyetini okudu.

Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Vallâhi Sen beni en üstün ahlâka ve en güzel amellere dâvet ettin! Sana yalancı diyen kavim iftirâ etmiş demektir!” dedi.

Kabîlenin ileri gelenlerinden Hâni ve Müsennâ da aynı şekilde cevap verdiler. Lâkin kavimleriyle görüşüp konuşmadan bu teklifi kabûl edemeyeceklerini, ayrıca Kisrâ ve Farslarla antlaşma yaptıklarını, onların bu işten memnun olmayacağını söylediler.

Netîcede vicdânen kabûl ettikleri hâlde menfaatlerinin kesileceği ve başlarına bir zarar geleceği korkusuyla Allâh Rasûlü’nün teklifini reddettiler.[5]

***

Târık bin Abdullâh -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’ı Zülmecâz Panayırı’nda üzerinde kırmızı bir elbiseyle görmüştüm:

«–Ey insanlar! Lâ ilâhe illâllâh, deyiniz de kurtulunuz!» diye yüksek sesle hitâb ediyordu.

Bir adam da elindeki taşla onu tâkib ediyor ve:

«–İnsanlar! Sakın O’na itaat etmeyin, çünkü O yalancıdır.» diyerek bağırıyordu.

Attığı taşlarla Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ayaklarını kanatmıştı.

Orada bulunan kimselere:

«–Bu zât kimdir?» diye sordum.

«–Abdülmuttaliboğulları’ndan bir gençtir.» dediler.

«–Peki O’nun ardına düşüp taş atan kim?» dedim.

«–O da amcası Ebû Leheb’dir.» dediler.” (Hâkim, II, 668; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 71)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in İslâm’ı teblîğ uğruna katlandığı meşakkatlere dâir bir hâdiseyi de Müdrik el-Ezdî -radıyallâhu anh- şöyle nakletmektedir:

“Babamla birlikte hac yapıyordum. Minâ’da konakladığımızda bir toplulukla karşılaştım. Babama:

«–Bu cemaat niçin toplanmış?» diye sordum.

Babam:

«–Kavminin dînini terk etmiş olan şu zât için!» dedi.

İşâret ettiği tarafa bakınca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm:

«–Ey insanlar! Lâ ilâhe illâllâh, deyiniz de kurtulunuz!» diye sesleniyordu.

İnsanlardan kimi O’nun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de O’na hakâret ediyordu. Öğleye kadar bu hâl devâm etti. O esnâda yakası açılmış bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Allâh Rasûlü, kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp:

«–Evlâdım, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete mâruz kalacak diye korkma!» buyurdu.

Bu gelenin kim olduğunu sordum:

«–Kızı Zeyneb!» dediler.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, V, 130; Heysemî, VI, 21)

Hazret-i Zeyneb, Hazret-i Fâtıma ve Varlık Nûru’nun diğer kızları, çocukluklarını ve gençliklerini İslâm’ın en zayıf, müslümanların en çok ezildiği bir devirde geçirmişlerdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve müslümanların çektiği acılara en az onlar kadar Hazret-i Zeyneb ve kardeşleri de ortak olurdu. Babaları evden çıkıp İslâm’ı teblîğ ederken onlar, ya endişe içinde merakla kapıda bekler ya da muhterem babalarını adım adım tâkib ederek O’nu muhâfaza etmeye çalışırlardı.

Peygamber Efendimiz’in bu muhtereme kerîmeleri, vâlideleri Hazret-i Hatîce vefât ettiğinde de babalarına yardım etmişler, O’nun çilelerine ortak olmuşlardı. Çektiği eziyetler karşısında hüzünlenmişler ve gözyaşı dökmüşlerdi. Fâtımâ kanını silmiş, Zeyneb arkasından su götürerek elini yüzünü yıkamış, yıllarca tedirgin bir hayat yaşamışlardı.

Allâh Rasûlü’nün Ukâz Panayırı’nda İslâm’a dâvet ettiği pek çok kabîleden biri de Âmir bin Sa’saa Oğulları idi. Onlara:

“−Ben Allâh’ın Rasûlü’yüm! Sizin yanınıza geldiğimde, Rabbimin emirlerini halka ulaştırıncaya, elçilik vazîfesini yerine getirinceye kadar beni korur musunuz? İçinizden hiç kimseyi zorlamayacağım!” buyurdu.

“−Biz, Sen’i ne yanımızdan kovarız ne de Sana îmân ederiz. Sâdece teblîğ vazîfeni yerine getirinceye kadar muhâfaza ederiz!” dediler.

Bu sırada Beyhara isminde, o kabîleye mensup bir adam çıkageldi. Efendimiz’in kim olduğunu öğrenen Beyhara, kendi kendine:

“−Vallâhi, şu adamı Kureyşlilerden alabilsem, O’nun sâyesinde bütün Araplara üstün gelirdim!” diye mırıldandı. Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

“−Eğer biz Sana bey’at eder, Allâh da Sen’i muhâliflerine gâlip kılarsa, Sen’den sonra riyâset bize kalır mı?” diye sordu.

Varlık Nûru:

“−İş Allâh’a âittir! Allâh onu dilediğine verir!” buyurdu.

Beyhara:

“–Demek, göğsümüz Sen’in uğrunda bütün Arapların oklarına hedef olacak, Allâh Sen’i muzaffer kıldığı zaman da reislik başkasına verilecek ha?! Bu bizim işimize gelmez!” dedikten sonra, kavmine dönüp:

“–Şu panayırdan, sizinkinden daha kötü bir şeyle dönen kimse bilmiyorum. Bütün Arap kabîlelerini karşınıza alacaksınız ha? O’nu, kendi kavmi sizden daha iyi bilir. Eğer kavmi O’nda bir hayır görseydi kendisine herkesten çok sâhip çıkardı…” diye bağırıp çağırdı. Daha sonra Peygamber Efendimiz’e dönüp:

“–Hemen kalk git buradan!” dedi.

Allâh Rasûlü yanlarından kalkıp devesine bindiğinde, Beyhara habîsi devenin göğsünü birden dürttü. Deve sıçrayıp kalkarken Sevgili Peygamberimiz’i yere düşürdü.

Dubâa bint-i Âmir isminde müslüman bir kadın, Efendimiz’e yapılan bu hakâreti görür görmez:

“–Ey Âmir hânedânı! Gözünüzün önünde Allâh’ın Rasûlü’ne yapılan şu eziyeti görüp de içinizden O’nu hatırım için koruyacak kimse yok mudur?” dedi.

Amcaoğullarından üç kişi hemen kalkıp mel’ûn Beyhara’nın üzerine yürüdüler.

Bu vak’adan sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar hakkında:

“Ey Allâh’ım! Bunlara bereketini ihsân et!” diye duâ etti.

Bu duâ bereketi ile Allâh Teâlâ onlara îman nasîb etti ve nihâyetinde şehîdlik mertebesine nâil oldular.

Bu kabîlenin, çok yaşlı olduğu için hac mevsimlerine katılamayan bir reisleri vardı. Yurtlarına döndüklerinde olan biteni ona anlattılar. İhtiyar, hemen ellerini başının üzerine koydu ve:

“–Ey Âmiroğulları! Kaçırdığınız bu fırsatı nasıl telâfî edeceksiniz? Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a and olsun ki İsmâîloğulları’ndan hiçbirisi şimdiye kadar yalan yere peygamber olduğunu söylememiştir! Elbette ki O’nun söylediği hak ve gerçekti! Sizin o isâbetli görüşünüz o esnâda neredeydi?” diyerek onları ayıpladı.[6]

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, görmüş olduğu bütün menfî muâmelelere rağmen, dîn-i mübîni insanlara teblîğ etmekten aslâ geri durmadı ve panayıra gelen diğer kabîlelere de hakîkati arz etti.


[1] Bkz. İbn-i Sa’d, I, 216-217; Ahmed, III, 322, 492; İbn-i Kesîr, III, 183-190.

[2] Câbir bin Abdullâh -radıyallâhu anh-, hicretten 16 sene evvel Medîne’de doğdu. Babası Abdullâh bin Amr, Uhud Gazvesi’nde şehîd düşen ilk sahâbîdir. Babası hayatta iken 9 kız kardeşine bakmak için savaşlara katılamamıştı. Babasının vefâtından sonra Allâh Rasûlü ile birlikte 19 gazvede bulundu. Câbir -radıyallâhu anh-, İkinci Akabe Bey’ati’ne katılan heyetin en küçük üyesiydi. Peygamber Efendimiz Câbir’i çok severdi. Zaman zaman onu devesinin arkasına bindirir, hastalandığında ziyâretine giderdi. Babası geride bir hayli borç bırakarak şehîd olduğu zaman Câbir bu borçları ödemekte zorluk çekti. Çoğu yahûdî olan alacaklılar borcunu hemen ödemesini istiyorlardı. Üstelik o yıl mahsul de azdı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- toplanan hurmaları öbekler hâlinde yığdırdı. Mübârek eline ölçeği alarak herkese alacağını vermeye başladı. Allâh Rasûlü’nün bir mûcizesi olarak Câbir’in bütün borçları ödendiği gibi hurmaların hiç eksilmediği görüldü.

“Müksirûn” denilen en çok hadîs rivâyet eden yedi sahâbîden biri olan Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-, 1540 hadîs rivâyet etmiştir. Ashâb-ı kirâmdan Abdullâh bin Üneys’in, üzerinde mazlum hakkı bulunan kimsenin cennete giremeyeceğine dâir bir hadîs rivâyet ettiğini duydu. Câbir -radıyallâhu anh- bu hadîsi Peygamber Efendimiz’den duyan ilk ağızdan bizzat işitmek istedi. Fakat bu sahâbî Şam’a yerleşmişti. Câbir bir deve satın alarak Medîne’den yola çıktı. Bir ay süren uzun bir yolculuktan sonra Şam’a vardı ve hadîsi Abdullâh bin Üneys’e sorarak öğrendi. Hayâtının sonlarına doğru gözlerini kaybetti ve hicrî 78 / mîlâdî 697 senesinde 94 yaşında Medîne’de vefât etti. Medîne’de en son vefât eden sahâbî idi.

[3] Ahmed, III, 322; İbn-i Sa’d, I, 216.

[4] Hâkim, II, 681/4251.

[5] İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, V, 250-251; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 187-189.

[6] İbn-i Hişâm, II, 33-34; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 184; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 353.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER