Muhabbet ve Buğzda Samîmiyet

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -13-

2008 – Kasim, Sayı: 273, Sayfa: 032

Allâh’ı ve O’nun sevdiklerini sevmek kadar, O’nun sevmediklerinden kalben uzaklaşmak da îmânın bir sıhhat şartıdır. Hakka ve hayra duyulan muhabbet nisbetinde onun zıddı olan bâtıl ve şerre nefret ve muhâlefet hissi taşımamak, îmandaki zaaf ve kusurun bir göstergesidir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Her kim Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için verir ve Allah için vermekten uzak durursa îmânını kemâle erdirmiş olur.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 60)

Bu itibarla kâmil bir mü’min, bütün fikriyâtı gibi hissiyâtını da rızâ-yı ilâhîye göre tanzîm eder. Sevdiğini Allah için sever, nefret ettiğinden de Allah için nefret eder. Bütün hislerinin temelindeki ölçü; “Allah rızâsına uygunluk”tur.

Abdullah ibn-i Abbas Hazretleri asırlar evvelinden buyurur ki:

“Sevdiğini Allah için sev! Terk ettiğini de Allah için terk et! Bilmiş ol ki, Allâh’ın rızâsı böylelikle kazanılacak. Yoksa insan, oruç tutmuş, namaz kılmış, hacca gitmiş… Bunlardan gereken faydayı göremeyecek. İnsanlar maalesef bugün iyice dünyâlık oldular. Muhabbet ve nefretleri sırf dünyâ menfaatleri içindir…”

Îman Hassâsiyetleri Kaybolunca…

Muhabbet ve nefret husûsunda Allâh’ın rızâsını gözetme firâseti kaybedildiği zaman, kişi nefsinin maskarası hâline gelir. Îman hassâsiyetleri yerine, dünya menfaatlerini ön planda tutar. Bu sebeple de “hoşgörü” adı altında yanlışları hafife almaya, “aman kırılmasın, gücenmesin, dostluk ve menfaatimiz zarar görmesin” gibi düşüncelerle sessiz kalmaya başlar. Bu ise, kişinin hem kendisine hem de haksızlığına göz yumduğu insana yapabileceği en büyük kötülüklerden biridir.

Nitekim Süfyân-ı Sevrî Hazretleri şöyle buyurur:

“Bir kişi yanlış bir iş yapar, kardeşi olduğunu iddiâ eden diğeri de onu nezâketle îkâz etmezse, bilin ki onun muhabbeti Allah için değildir. Şâyet Allah için olsaydı, Allâh’a âsî gelen kimseyi, onun anlayacağı bir üslûpla îkaz ederdi.”

Yanlış bir hâl üzere olan kimselere gösterilen nefsânî müsâmahalar, toplumda günahların yaygınlaşmasına, meşrû görülmesine ve neticede alenen ve pervâsızca işlenmesine zemin hazırlar. İsrâiloğulları’nın bozuluşu da menfaatlerini kaybetmek korkusuyla verdikleri tâvizler ile başlamıştır. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bunu şöyle haber vermişlerdir:

“(Benî İsrâil halkı) ilk zamanlar, kötülük yapan birini görünce:

«Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye uyarırlardı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüklerinde (menfaatleri ön plana gelir) onunla birlikte yiyip içebilmek ve yanında oturabilmek için bir daha îkâz etmezlerdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti.”

Peygamber Efendimiz bunları söylerken bir yere yaslanarak konuşuyordu. Birden doğruldu ve sözünü şöyle tamamladı:

“Ya siz de birbirinize iyilikleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zâlimin zulmüne mânî olursunuz, yâhut Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğulları’na lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336)

Tâviz Zaafı

Dünyevî menfaat düşünceleriyle verilen tâvizler, îmânı zaafa uğratır. Günümüzde, din ve dünya işlerini Kur’ân ve Sünnet ile mîzân etmeden, îmânı tehlikeye sokan nice tâvizler verilmektedir. Fakat daha da kötüsü şu ki; bu karmaşa içinde nice insan, selde sürüklenen kütükler misâli bir şuursuzlukla, sefâletini saâdet zannetmektedir. Devrilen devrildiğinin, eğrilen eğrildiğinin farkında olmadığı için de, düzelip doğrulma yolunda bir gayret göstermeye lüzum duymamaktadır.

Toplumumuzda global kültür istîlâsı sebebiyle yaşanan yozlaşmalar, maalesef İslâm’ın rûhuna zıt bâzı uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Öyle ki, hayatın en mühim safhalarına gayr-i İslâmî mâhiyetler karıştırılarak âdeta şeytan da onlara ortak edilmektedir. Halbuki Allah Teâlâ’nın, huzûrundan kovduğu şeytana söylediği şu gadap ifâdeleri, insan için ne mühim bir îkazdır:

“Onlardan gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvârilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol!..” (el-İsrâ, 64)

Hakîkaten nice müslüman; düğün, sünnet ve cenâze merâsimleri gibi, hayatın en mühim safhalarında dîni unutabiliyor. Hâlbuki bunlar, dînin asıl hatırlanması ve İslâm kimliğine göre yaşanması gereken anlardır. Zîrâ dîn; belli zamanlara has bir merâsim değil, ömrün her ânını tanzîm eden bir hayat tarzıdır. Dolayısıyla kimi zaman yaşanıp kimi zaman rafa kaldırılamaz. Hayatın her ânını son derece nezih bir İslâmî tavırla yaşamak gerekirken, aksine onun en mühim safhalarını Allah Teâlâ’yı gadaplandıracak hâle getirmek, tıpkı bir bardak menbâ suyuna bir miktar necâset damlatarak onu içilmez hâle getirmek gibi çirkin bir iştir.

Eskiden düğünler ve sünnetler câmi ve bahçelerde yapılır, mevlidler, Kur’ân-ı Kerîm’ler okunurdu. Zengin-fakir ayırd edilmeden davet edilir, ikramların ardından duâlar edilirdi. “Âmîn, âmîn!” nidâları, ruhların huzur kaynağı olurdu. Yoksullar ve garipler bilhassa çağrılır, dünya ve âhiret saâdeti için onların duâlarından istifâde edilirdi. Zîrâ; “Zenginlerin dâvet edilip fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeği ne fenâ bir yemektir.” (Buhârî, Nikâh, 72) nebevî îkâzına ciddiyetle riâyet edilirdi. Böylece feyiz ve rûhâniyet dolu, huzur bahşeden meclisler olurdu.

Günümüzde ise biraz imkânı olanların çoğu, isrâfa dayalı bir güç gösterisi içinde, düğün veya sünnet merâsimlerini çok yıldızlı oteller veya lüks restoranlar gibi, âdeta fukarâya yasak olan yerlerde icrâ eder oldular. Bu düğünlere de muayyen ve elit bir grup davet edilerek oburluğu teşvik eden açık büfe usûlü yemekler ikrâm edilmekte, mâlâyâni mevzulardan sohbet edilmektedir. Hattâ kimi düğünlerde ve sünnetlerde, kat’î bir haram olan içki, sanki o zamana has bir serbestlik varmış gibi derin bir gafletle tüketilmektedir. Nice dindar bilinen, namaz kılan, hacca giden ana-babalar, evlâtlarının içkili, rakkâseli ve gayr-i İslâmî davranışlarla dolu merâsimlerine göz yumarak inançlarıyla tezâda düşmektedirler.

Ayrıca günümüzde baba ocağından ayrılan gelinlere yapılması gereken hayırlı telkinlerin de muhtevâsı bir hayli değişmektedir. Eskiden:

“–Kızım, evimizden beyaz gelinlikle çıktığın gibi kocanın evinden de beyaz kefenle çıkasın…” şeklinde sadâkat ve fedâkârlık telkin edilip gelinin gideceği âileye karşı gönlü ısındırılırdı. Ayrıca hayatın acı sürprizleriyle karşılaştığında da sabretmesi tavsiye edilip: “–Kızım ağzından kan gelse, kızılcık şurubu içiyorum.” dersin diye telkinlerde bulunulurdu. Bu şekilde evvelâ gireceği yuvanın rûhânî dokusu sağlam bir şekilde inşâ edilmeye çalışılırdı. Bugün ise maalesef:

“–Aman kendini ezdirme, sana bir şey söylerlerse sakın ha altta kalma, sen de iki mislini söyle…” gibi güyâ dostâne tavsiyelerle gelinler en baştan menfî şartlanmalar ve peşin hükümlerle doldurulmaktadır. Tabiî ki bunlara paralel olarak dâmatlara yapılan telkinlerin muhtevâsını tahmin etmek de güç değildir.

Günümüzde boşanmaların, geçimsizliklerin, hırçınlıkların, rûhî bunalımların artmasının bir sebebini de, bu ve benzeri mânevî hassâsiyetlerin unutulmasında aramak gerekir. Zîrâ her zâhirî sebebin arkasında daimâ bâtınî bir sebebin de bulunduğunu unutmamak gerekir.

Yine hayatın en mânidar noktalarından biri olan cenâze merâsimleri bile yozlaştırılarak mevtâ üzerinden dolaylı bir güç ve îtibar gösterisine dönüştürülmektedir. Yüksek mevkî sahiplerinin cenâzeye iştirâkiyle iftihar edilmektedir. Bâzı cenâze yakınlarının, cenâzeye iştirâk eden veya tâziyede bulunan meşhur kimselerin isimlerini beyân ederek gazetelere teşekkür ilanları vermeleri de, tâziyenin rûhâniyetini zedeleyen bir başka husustur.

Ayrıca mevtânın rûhu için sadakalar verilip fakir-fukarânın hayır duâları alınarak Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti taleb edileceği yerde, hristiyanlıktan gelme bir âdet olan çelenklerle gayr-i müslimlere benzer manzaralar sergilenmektedir.

Hâlbuki cenâzelere Allah rızâsı için gidilir, mevtâya duâ edilir, selâmeti için sadakalar dağıtılır, din kardeşine karşı bir vefâ borcu ödenir. Nitekim Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da ashâbına zaman zaman;

“Bugün bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?” diye sorarak onları din kardeşlerinin dert ortağı ve tesellî kaynağı olmaya teşvik ederdi.

Fakat bugün bâzıları, cenâzelere, sırf mevtâ yakınlarına ayıp olmasın, onlar nezdindeki îtibarları zedelenmesin düşüncesiyle iştirâk etmektedirler. Bu sebeple gariplerin ve fukarânın cenâzelerine değil, makam-mevkî sahibi, varlıklı, şöhretli kimselerin cenâzelerine daha çok alâka gösterilmektedir.

Ne hazindir ki, dünyevîleşme ve maddecilik salgınının kol gezdiği günümüzde, her şeyi materyalist bir zihniyetle değerlendirmeye alışmış olan bazı çevrelerde, insanın şeref ve kıymeti; para-pul ve makam-mevkî ile ölçülür hâldedir. Düğünler, sünnetler, cenâzeler de âdeta bunun test edildiği yerler durumundadır. Hâlbuki insanın izzet ve şerefinin ölçüsü; her hâlükârda İslâm şahsiyet ve karakterini muhâfaza etmesidir, yâni îmânıdır, takvâsıdır, güzel ahlâkıdır.

Lüks yaşama düşkünlüğü, düğün, sünnet ve sâir kutlama ve eğlencelerde sergilenen nefsânî ve şehvânî manzaralar, yapılan israflar, civardaki hastaları, bebekleri, mahzun, gamlı ve yorgun gönülleri düşünmeden, kul hakkı çiğnediğini aklının ucundan bile geçirmeden patlatılan silâhlar, havâî fişekler, maytaplar, rahatsız edici müzik çığlıkları vs… Bütün bunlar, dünyevîleşme ve yabancı kültür istîlâsının toplumumuzdaki menfî tesirlerinden birkaçıdır. Bizim dînî ve millî örfümüz içinde böyle aşırılıklara yer yoktur. Nitekim ince ruhlu ecdâdımız, toplum hayatında da İslâmî nezâkete dikkat ederlerdi. Hastası olan evin penceresine kırmızı bir çiçek konulur, oradan geçen satıcılar rahatsızlık vermemek için sessizce geçer, çocuklar da oyunlarını diğer mahallelerde oynarlardı…

Îman Reaksiyonu (Aksülameli)

Mü’minlerin bir şiârı da; hayra anahtar, şerre kilit olmaktır. Yâni Allah yolunda, hakkın ve hayrın yücelmesi için çalışmak kadar, şeytânî ve nefsânî çirkinliklere dur demek, şer ve bâtıla mânî olmak da îmânın bir gereğidir.

Meselâ Allâh’ın yasaklarının açıkça çiğnendiği bir yere davet edilen bir mü’min, davet eden kim olursa olsun, Allah için buğzun gerektirdiği tavrı göstermelidir. Zîrâ âyet-i kerîmedeki îkaz çok açık ve nettir:

“O (mü’minler) ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

Yâni mü’minlerin, boş ve yararsız şeylerden bile yüz çevirmeleri emrolunmuşken üstelik bir de Allâh’ı gadaplandıracak mâhiyetteki davetlere iştirak etmeleri aslâ düşünülemez. Böyle bir durumla karşılaşan bir mü’min, münâsip bir lisanla îkaz vazifesini yerine getirmelidir. Eğer îkaz edilen kimse:

“–Yâhu bu çağda artık böyle şeylere takılmamak lâzım, siz de aşın bunları…” gibi âmiyâne ve beylik lâflarla Allâh’ın emirlerini hafife alırsa, -ki bu tip sözlerin ucu küfre kadar gider- artık onun davetine katılmayıp Allah için bir reaksiyon göstermek îcâb eder. Zîrâ mü’minler, yaşadıkları her zaman ve mekânda Allâh’ın şâhitleridirler. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“İşte böylece sizin insanlığa şâhitler olmanız, Rasûl’ün de size şâhit olması için sizi mûtedil bir millet kıldık…” (el-Bakara, 143)

Yine meselâ girilen bir ticârî müessesede, kötülüklerin anası olan içkinin satılmakta olduğu görülürse, oradan alışveriş yapmadan çıkılmalıdır. Oranın sahibi, içki sattığı için en azından bâzı müşterilerini kaybettiğini de anlamalıdır. Bu îman reaksiyonunu bütün menfîliklere karşı tatbik etmek îcâb eder.

Zîrâ yanlışa duyulan nefreti izhâr etmek, o yanlışı işleyenlerin ruhlarında, kurtuluş ve ıslahları yönünde müsbet bir iz bırakır. Bu müsbet tesirler arttıkça, o kişinin de hatâsını anlayıp hakka ve hayra yönelmesi umulur. Fakat Allâh’ın yasaklarının çiğnenmesine karşı lâkayd kalınırsa, üstelik bir de hoşgörülürse, artık bunlara meyletmek, gâfil ve günahkâr kimselere tatlı bir mûsikî nağmesi gibi, hoş, tabiî ve normal gelir. Günâha yöneliş artar. Günâhın ezikliğini hissetmek bir yana, insanı günâhıyla övünecek kadar şaşkınlaştırır.

Üç kuruşluk dünya menfaatleri için günlerce protesto gösterileri, açlık grevleri yapılırken, dînî ve mânevî hususlarda Allah için bir tavır ve reaksiyon gösterememek, ancak gayret-i dîniyye eksikliğinin bir tezâhürüdür.

Taklit Hastalığı

Îmânı tehlikeye atan hususlardan bir diğeri de, gayr-i müslimlere veya fâsıklara benzeme ve onların nefsânî hayat tarzlarını taklit etme hastalığıdır. Îman temelindeki çözülmelerin, fikrî ve ahlâkî yozlaşmaların birçoğu, bu tür taklitlerle başlar. Taklit, zamanla alışkanlık ve huy hâline gelir. Sonrasında ise şeklî beraberlik, zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik ise zamanla kalbî beraberliğe kadar gider. Bunun içindir ki hadîs-i şerîfte:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) buyrulmuştur. Bu hüküm, dînî sembollerle alâkalı olsa da, sembol sayılmayan şeylerde dahî ehl-i küfre benzemek, şüphesiz ki hatâdan berî değildir.

Taklit meyli, her insanın fıtratında -az veya çok- mutlakâ mevcuttur. Günümüzde İslâm ahlâkı bakımından toplumda büyük ölçüde bozukluğun hâkim olduğu görülmektedir. Kötü örneklerin güzel örneklere kıyasla daha çok olması sebebiyle taklit meylinin doğru bir şekilde kullanılması, zamanımızda çok daha büyük bir nezâketi hâizdir. Milyonlarca insan, sırf taklit meyli sebebiyle siyaset ve spor münâkaşalarında en kıymetli zamanlarını ziyan ettikleri gibi, bunun hiç kaale alınmayan, fakat aslında çok mühim olan başka tezâhürleri de vardır:

Meselâ câmi-i şerîflere, göğüslerinde ecnebîce bir reklâm ifadesi veya uygunsuz bir resimle giren gençler, maalesef îkaz edilmediğinden, İslâm vakârına aykırı olan bu tavrın çirkinliğinin farkına bile varamamaktadırlar. Mü’minler de kendilerini Cenâb-ı Hakk’ın; “iyiliği tavsiye edip kötülükten men eden” bir ümmet olarak vasıflandırdığını unutmuş gibidirler. Hâlbuki yanlışa karşı aksülamel göstermek, mukâbilinde hikmetli ve güzel sözlerle doğruyu tavsiye etmek, her müslümana kuvvetle farzdır. Bu bakımdan:

“…Onlara öğüt ver ve onlara kendileri hakkında • : tesirli söz söyle.” (en-Nisâ, 63) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere açık ve tesirli bir lisanla hakîkatleri ifâde etmelidir. Gayr-i müslimlere benzememek, İslâm şahsiyet ve vakârını muhâfaza etmenin en mühim şartlarından biri olduğu içindir ki, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- 10 Muharrem orucunda, aynı gün oruç tutan yahudilere muhâlefet için, bir gün evveli veya sonrasıyla beraber oruç tutmamızı emretmiştir. Yâni ibâdetlerde bile onlara benzememizi yasaklamıştır.

Kalpte, Allah için buğz etme hassâsiyeti kaybolursa, gayr-i müslimlerin nefsânî hayat tarzını taklit neticesinde yavaş yavaş aradaki farklar ortadan kalkmaya başlar. Îmânı bir halat kabul edersek, Allah için muhâlefet hissi zayıflayınca, halatın lifleri tek tek kopmaya yüz tutar.

Ecdâdımız Osmanlı, hâkim olduğu 24 milyon km. karelik coğrafyada farklı din, dil ve ırka mensup birçok milletle asırlarca birlikte yaşadı. Fakat dâimâ İslâm’ın izzet ve şerefiyle kendi örfünü yaşattı. Değil gayr-i müslimlerden tesir almak, onlara tesirde bulunmak sûretiyle dînini ve kültürünü en güzel şekilde temsil etti. Gayr-i müslimler nazarında bile Türk yemekleri, Türk tatlıları, Türk âdetleri meşhur oldu. Fakat bugün iktisâdî sebeplerle dünya devletleri içinde geri sıralara düşmemizle beraber, öz kültürümüze uymayan birçok âdet hayatımıza girdi. Giyim kuşamdan, düğün, eğlence, yılbaşı ve tatil anlayışlarına ve evde köpek beslemeye kadar hayatın pek çok safhasında gayr-i müslimlere benzerlikler arttı.

Ayrıca gayr-i müslimlerin ve yabancıların estirdikleri moda rüzgârlarıyla toplumumuzda bir marka düşkünlüğü de meydana gelmiş durumdadır. Basîret sahibi mü’minlerin bunlara meyletmemesi, kendi imkânlarıyla global kültürün öz kültürümüz üzerindeki istîlâ hamlelerini desteklememesi, bilâkis bunlara karşı şahsiyetli bir duruş sergilemesi zarûrîdir.

Bizim giyim tarzımız, evlerimizin dekoru, yaşayış şeklimiz vs. İslâm’ın târif ettiği şekil, renk ve âhenkte olmalıdır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın, Azerbaycan ve Dağıstan’a ordu gönderirken, oradaki putperestlerin giysilerinin, yemeklerinin, örf ve âdetlerinin taklid edilmemesi husûsunda ciddî îkazlarda bulunması da bu hassâsiyetin örnek bir tezâhürüdür.

Gayr-i Müslimlerle Diyalog…

Günümüzde çokça ifâde edilen “hoşgörü” ve “diyalog”un meşrû şeklini doğru anlamak için, evvelâ “İslâm’ın insana bakış tarzı”nı bilmek îcâb eder.

İslâm, gayr-i müslim de olsa her insana Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmayı telkin eder. Hidâyet davetine icâbet etmeyenlerin de hak ve hukuklarının muhâfazasına îtinâ gösterir. Peygamber Efendimiz’in Medîne’de yahudilerle yaptığı anlaşma, bunun tipik bir misâlidir. Buna göre dînin muhtevâsından aslâ bir tâviz verilmeden, gayr-i müslimlerle vatandaşlık hukûku veya devlet menfaatleri husûsunda birlikte hareket etmeye dair anlaşma yapmakta bir beis yoktur.

İnsanî münâsebetlerde de İslâm’ın telkini; şefkat ve merhamettir. Nitekim Yâlâ bin Mürre -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti çok mânidardır:

“Peygamber Efendimiz’in yanında pek çok sefere katıldım. Allah Rasûlü, yollarda herhangi bir insan ölüsüne rastladığında derhal defnedilmesini emreder; onun müslüman mı, kâfir mi olduğunu sormazdı.” (Hâkim, I, 526/1374)

Yine bir gün bir yahudî kavminin, ihtiyarlamış, tâkatten düşmüş bir büyüğü geçiyordu. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Bu, vaktiyle bir kavmin büyüğüydü, onunla alâkadar olunuz.” buyurdu.

İslâm, gayr-i müslimlerin hak ve hukuklarına karşı da son derece titiz davranmayı emreder. Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın, fethettiği İstanbul’a girerken İslâm hassâsiyetiyle askerlerine verdiği şu tâlimat, bunu ne güzel izah eder:

“…Mukâvemet etmeyip aman dileyenlere aslâ dokunmayın! Kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve hastalara da en küçük bir zarar vermeyin!..”

Sultan Fâtih’in, insan hakları beyannâmesinin henüz adı bile duyulmamışken tatbik ettiği bu âdil ve müsâmahakâr tavır karşısında hayran kalarak gözleri dolan İstanbul patriği, Fâtih’in ayaklarına kapanmış, Fâtih ise onu kaldırarak:

“–Bizim dînimizde insanlar karşısında Allâh’a secde eder gibi eğilmek haramdır. Kalkınız! Size ve sizinle birlikte bütün hristiyanlara her türlü hak ve hürriyetlerini iâde ediyorum. Şu andan itibâren artık hayatınız ve hürriyetiniz husûsunda gadab-ı şâhânemden korkmayınız!..” demiştir.

Ecdâdımız Osmanlı, gayr-i müslimlere gösterdiği bu âdil ve müsâmahakâr tutum sâyesinde, Rumeli’de nüfusça azınlık olduğu hâlde, asırlarca sulh, sükûn ve huzuru temin edebilmiştir. Ayrıca bu hâl, birçok gayr-i müslim toplumun hidâyetine de vesîle olmuştur. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:

“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücâdele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, (tahrîfinden evvel) size indirilene de îmân ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.” (el-Ankebût, 46)

Yine bu ve benzeri âyet-i kerîmeler muktezâsınca Kosova’nın ve Bosna’nın fethinden sonra oralara gönderilen Anadolu’nun temiz müslüman âileleri, İslâm şahsiyet, ahlâk ve kimliğini örnek bir şekilde yaşayıp temsil etmeleri neticesinde bölge halkının hidâyetine vesîle olmuşlardır.

Ayrıca zulüm ve haksızlık, müslümana olduğu gibi gayr-i müslime karşı da işlenmiş olsa, ağır bir kıyâmet mes’ûliyetidir. Yine Fâtih Sultan Mehmed’in bir hristiyan mimarla dâvâlık olması ve mahkemenin pâdişah aleyhine karar vermesi, İslâm’ın hak ve hukuk tevziindeki hassâsiyetine muhteşem bir misaldir.

Gayr-i Müslimlerle Diyalogda Temel Hassâsiyetler

Bütün dünyâ, İslâm’ın dâvet alanıdır. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yaşadığı zamanın şartlarında birçok ülkenin kralına elçiler göndererek onlarla bir nevî diyalog kurmuştur. Sahâbîler ise tebliğ heyecanı içinde hiçbir yorgunluk duymadan Çin’e ve Semerkand’a kadar gitmişlerdir.

İletişim vâsıtalarının mesâfe engelini neredeyse ortadan kaldırdığı günümüzde, bilhassa İslâm’a yapılan haksız itham ve iftirâlara cevap vermek, İslâm’ın terör dîni olmadığını, bilâkis Peygamberimiz’in 23 senelik risâlet vazîfesinin mühim bir kısmının terörle mücâdele içinde geçtiğini ve İslâm’ın hak-hukuk tevzî eden bir insanlık dîni olduğunu bütün dünyâya güzelce îzah etmek, büyük bir vecîbedir. Bunun için de gayr-i müslimlerle şuurlu bir diyalog içinde bulunmak şarttır. Bu diyaloglar esnâsında ise bilhassa şu hassâsiyetlere dikkat etmek lâzımdır:

1. Hiçbir zaman unutmamak îcâb eder ki, Allah katında yegâne hak din İslâm’dır. Hristiyanlık ve yahudîlik de esâsı bakımından haktır, fakat zaman içinde tahrife uğramıştır. Bu tahrifler neticesinde hristiyanlık teslis inancına kaymış; yahudilik, antropomorfik bir hâl almıştır. İslâm ise, tevhid dînidir. Bu yüzden diğer dinlerle İslâm arasında hiçbir şekilde bir telif söz konusu olamaz.

2. Diğer bir husus; “ihlâsı muhâfaza”dır. Kur’ân-ı Kerîm’de buna bir misal olarak Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Firavun’la kurduğu diyalog zikredilir.

Mûsâ -aleyhisselâm- Firavun’a tebliğ için gider, leyyin/yumuşak bir lisanla diyalogda bulunur. Fakat diyalog esnâsında şer’î hudutlardan hiçbir tâviz vermez. Bu ihlâsı neticesinde, Firavun tarafından Mûsâ -aleyhisselâm-’a karşı musâbakaya çıkartılmış olan sihirbazlar hidâyetle şereflenir ve canları pahasına îmanlarında sebat gösterirler.

3. İslâm, meşrû bir gâyeye ulaşmak için yine meşrû metodlar telkin etmiştir. Gayr-i meşrû bir metodla meşrû bir gâyeye ulaşılamaz. Bu da İslâm’ın temel hassâsiyetlerinden biridir. Peygamber Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatı bunun en büyük delilidir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- İslâm’ı tebliğ için, Allâh’ın tasvib etmediği hiçbir metoda başvurmamıştır. Bunun en mânidar misallerinden biri, Bedir Harbi’nde yaşanmıştır:

Mâlum olduğu üzere Bedir Harbi’nde müslümanların sayısı müşriklerin üçte biri kadardı. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe -radıyallâhu anh- bir deveye nöbetleşe binerek sefere gidiyordu. Medîneli iki müşrik, yolda orduya yetişerek müslümanların safında savaşmak istediklerini bildirdiler. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Siz bizimle mi (yola) çıktınız?” diye sordu. Hubeyb adlı müşrik:

“–Hayır, Sen bizim kızkardeşimizin oğlusun ve komşumuzsun. Biz kavmimizle ganîmet için sefere çıktık!” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Sen, Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân ettin mi? (Benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu kabul ediyor musun?)” diye sordu. Hubeyb:

Hayır!” cevâbını verince Hazret-i Peygamber:

“–Öyle ise geri dön! (Allah bize kâfîdir.) Bir müşriğin yardımına ihtiyacımız yok!..” buyurdu. Hubeyb ısrar etti:

“–Kavmim benim harpte ne kadar şecaatli ve düşman bağrında yaralar açan bir cengâver olduğumu iyi bilir. Müslüman olmasam da ganîmet mukâbili Sen’in yanında çarpışsam olmaz mı?” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Hayır, önce müslüman ol, sonra çarpış!” buyurup yoluna devam etti.

Bir müddet sonra Hubeyb yine gelip teklifini tekrarladı. Fakat cevap değişmedi. Kalabalık müşrik ordusuna karşılık, asker sayısı az olan Rasûlullâh’ın bu teslîmiyeti, Hubeyb’i derinden etkiledi. Nihâyet büyük bir coşku içinde müslüman olduğunu haber verdi. Buna çok sevinen Efendimiz

-aleyhissalâtü vesselâm-:

“–İşte şimdi dilediğini yap!” buyurdu. (Bkz. Müslim, Cihâd, 150)

Velhâsıl, gayr-i müslimlerle münâsebetlerde Allâh’ın hükümlerinden, Rasûlullâh’ın sünnetinden ve tebliğdeki hassâsiyetlerinden tâviz vermemek îcâb eder. Bu hususlardaki en ufak bir tâvizin îmânı zedeleyeceğini unutmamak gerekir. Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun…” (el-Hucurât, 1)

Öte yandan gayr-i müslimlerle diyaloglarda sergilenen bâzı tâvizlerin, o yanlışı irtikâb edenlerin şahıslarına âit olduğunu da unutmamak gerekir. Bu nevî münferid hâdiseler sebebiyle istikâmet ehli bazı mü’min toplulukları karalamaktan da İslâm kardeşliği şuuruyla sakınmak îcâb eder. Zîrâ bu nevî taşkınlıkların, evvelâ İslâmî hassâsiyetlere riâyet içinde tebliğ gayreti gösteren mü’min gönülleri rencide ettiği unutulmamalıdır.

Cenâb-ı Hak bu hassâsiyetleri kalplerimizden eksik etmesin!

Yâ Rabbî! Bizlere îmânı sevdir ve kalplerimizi îman muhabbetiyle müzeyyen kıl! Bizlere küfrü, fâsıklığı ve isyânı çirkin görmeyi ve onlardan lâyıkıyla sakınıp sakındırmayı nasîb eyle! Bizleri hayra anahtar, şerre kilit kıldığın sâlih kullarının zümresine ilhâk eyle!

Âmîn!..