Muamelatta Ne Kadar Merhamet Sahibiyiz

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

MUÂMELÂTTA NE KADAR MERHAMET SAHİBİYİZ?

Efendimiz buyuruyor ki:

“Ben her müʼmine kendi nefsinden daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal, kendi yakınlarına aittir (mîras), fakat borç ve yetimler bırakırsa o bana aittir.” buyuruyor. (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Demek ki bize, muâmelâtta zarâfet

Demek ki ne kadar biz, garip, yalnız, bilhassa bugün muhâcir (işte Sûriye muhâcirleri), bunlarla ne kadar bir yakınlığımız var?

Ne kadar kardeşliği yaşayarak Allah rızâsını kazanabiliyoruz?

Ne kadar yüreklerimizden rahmet taşırıyoruz?

Efendimizʼin yetiştirdiği talebeler; ashâb-ı kirâm işte. Dâimâ bir diğergâmlık, bir paylaşma hâlindeydi.

Enes bin Mâlik… Bunu bir hanım elinden tutarak hicrette Efendimizʼe getirdi.

“‒Yâ Rasûlâllah!” dedi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. “Dünyada dedi, bu yetimimden başka benim hiçbir şeyim yok.” dedi. “Bu yetimi ben sizin emrinize veriyorum, size hizmet etsin.” dedi.

Şimdi, aşağı yukarı 10 yaşında bir çocuk, 50 küsur yaşındaki “Rahmeten liʼl-âlemîn” olan bir Peygamberʼe ne şekilde hizmet eder?

Allah Rasûlü kabul etti. Yani bir yetim nasıl yetiştirilecek? Nasıl evlât edinilecek?

Enes diyor ki:

“Allah Rasûlü beni bir yere gönderirdi. Ben çocuklarla oyuna dalardım, mahalledeki çocuklarla.” diyor. “Beni takip edermiş. Arkamdan gelirdi. Bana:

«‒Enesçik!» derdi. «Seni şuraya göndermiştim, değil mi?» derdi. (Ben de:)

«‒Evet yâ Rasûlâllah! Hemen gideyim.» derdim.” (Müslim, Fedâil, 54)

Buna ait birçok misalleri var Enesʼin, hâtıraları var.

Enes diyor ki:

“Beni Allah Rasûlü, -daha çocuktum- diyor; beni öyle bir muhabbetle terbiye etti ki diyor; bir üf bile demedi, bana bir üf bile demedi, diyor. Birçok çocukluklar yapıyordum ben, diyor. Hep Oʼnun muhabbetle terbiyesinde büyüdüm.” buyuruyor.

Enes, Efendimizʼden sonra seksen seneye yakın yaşıyor. Diyor ki Enes:

“Rüya görüp de Allah Rasûlüʼnü görmediğim hiçbir rüya yoktur.” diyor.

Demek ki muâmelâttaki zarâfet…

Hasan -radıyallâhu anh- tavaf ediyor. Yalvarıyor Kâbeʼnin kapısında:

“Yâ Rabbi! Senʼin zayıf kulun geldi, âciz kulun geldi, dilencin geldi vs…” Ağlıyor. İki rekât namaz kılıyor, çıkıyor. Çıktığı zaman garipler, fakirler görüyor. Onların yanına gidiyor, selâm veriyor. Onlar da davet ediyor. Onlar, kuru ekmeği suya batırarak yiyorlar. Hasan -radıyallâhu anh-ʼı da davet ediyorlar. Hasan -radıyallâhu anh- diyor ki:

“–Eğer bunun sadaka olduğunu bilmesem, ben de sizinle oturup bunu zevkle yerdim.” diyor. Fakat içine de sinmiyor. Onların gönüllerini almak için evine götürüyor onları. Orada yediriyor, içiriyor, ceplerine de biraz harçlık veriyor. (Bkz. Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31)

Nedir bu? Muâmelâttaki zarâfet…

Demek ki bir müʼmin de bu kadar bir zarâfetin içinde bulunacak.

Ahlâktaki nezâket:

Efendimizʼin hiç, bir müʼmini azarladığı yoktur. Meselâ yanlış bir iş gördüğü zaman da kendine izâfe ederdi galat-ı ru’yeti.

“–Bana ne oluyor ki ben sizleri böyle görüyorum.” derdi. Veyahut;

“–Filân kişi, filân kişiye niye böyle yapıyor?” derdi, uzağa atardı. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 5/4788)

Yine ayrı bir nezâket, Efendimiz…

Medîneʼde, Ramazanʼda iftar sofraları kurulur. Yoğurttu, hurmaydı, bir de pide filân gelir. Onunla iftar edilir. Ondan sonra akşam namazı kılınır.

Yine bir iftar sofrasında biz pide dağıtıyorduk. Dedi ki dağıtan pideyi:

“‒Bunda deve eti yok.” dedi. “Herkes rahatlıkla yiyebilir.” dedi.

Ben de hayret ettim, niye böyle diyor diye. Deve, mübârek bir hayvan. Kurban edilen bir hayvan. Eti lezzetli bir hayvan. Helâl olan bir hayvan.

“–Niye?” dedim:

“–Bâzılarımızda deve eti abdesti bozarmış.” dedi.

Niye deve eti abdesti bozsun? O da benim dikkatimi çekti. Sonra bu deve etinin kıssasıyla bir yerde karşılaştım:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, cemaatle beraber deve eti yiyorlar. Ondan sonra namaza kalktıkları zaman bir koku, hafif bir yellenme oluyor. Efendimiz:

“–Kim yellendiyse yeniden abdest alsın, namaz kılsın.” buyurmuyor. Bir kişiyi utandırmamak için;

“–Deve eti yiyenler, yeniden abdest alsın.” buyuruyor.

Efendimizʼin nezâketi, zarâfeti…

Efendimizʼin gönlündeki letâfet:

Bütün mahlûkâtı kucaklıyor Efendimiz. Deve geliyor, zulüm gören deve, önüne geliyor. Eğiliyor, durumunu anlatıyor Efendimizʼe hâl lisânıyla. Çağırıyor sahibini;

“–Kıyâmet günü sen bunun hesabını vereceğini düşünmüyor musun? Niye bu hayvanı aç bıraktın?” diyor. Yahut “–Niye fazla yük verdin?” diyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549)

Öyle bir merhamet vardı ki gönlünde, sık sık sorardı:

“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

Bir hastayı ziyaret ettiniz mi?

Bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

Bir de Efendimiz, gönül hassasiyeti bakımından, bazen Efendimiz soru sorardı. O soru sorduğu zaman, zihinler orada yoğunlaşırdı. Ondan sonra o mevzuyu açardı. Bir gün Efendimiz buyuruyor:

“–Siz, Ebû Damdamʼdan daha âciz misiniz?” dedi. Sahâbe de birbirine baktı: Ebû Damdam kim? Öyle birisi yok. Efendimiz ondan sonra:

“–Ebû Damdam, geçmiş kavimlerdeki güzel bir müʼmindi. Her sabah kalktığı zaman:

«–Yâ Rabbi! Benim dedikodumu edenleri, beni gıybet edenleri Sen affet yâ Rabbi!» derdi. Siz öyle olmaktan daha âciz misiniz?” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Demek ki, kardeşler! Lügatimizde dedikodu olmayacak.

Cenâb-ı Hak; وَلَا تَجَسَّسُوا (“…Birbirinizin kusurunu araştırmayın…” [el-Hucurât, 12]) buyuruyor. İstemiyor Cenâb-ı Hak!

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

(“İnsanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline!” [el-Hümeze, 1]) buyuruyor. “Hepsine yazıklar olsun!” diyor. Dedikodu edene, kaş-göz işaretiyle küçültene vesâireye.

Sîmâlarındaki Efendimizʼin letâfet, nûr-i melâhat…

Demek ki gönül âlemi, dış âleme akseder.

Abdullah bin Selâm var. Bu, yahudilerin hahambaşıydı. Hicrette:

“–Siz bana o Peygamberʼi gösterin.” dedi. “Peygamber dediğiniz kimseyi.” Şöyle bir seyretti:

“–Bu insan yalan söylemez.” dedi. (Tirmizî, Kıyâme, 42/2485; Ahmed, V, 451)

Yine Tâifʼte Addas, bir köleydi. Efendisi acıdı Efendimizʼe. Yani bir insan olarak acıdı. Ayağa kalksa taşlıyorlardı. Zorla ayağa kaldırıyorlardı.

“‒Git dedi, şu (zâta) bir salkım üzüm götür.” dedi.

Efendimiz, üzümü alırken besmele çekti. Addasʼın dikkati arttı kölenin; iyice seyretti.

“‒Siz kimsiniz? Siz buranın insanına benzemiyorsunuz. Siz başkasınız.” dedi. “Sizin her hâliniz başka.” dedi köle.

“‒Sen nerelisin?” dedi.

“‒Ben Ninovalıyım.” dedi köle.

“‒Sen Yûnusʼun memleketindensin.” dedi.

“‒Siz nereden tanıyorsunuz Yûnusʼu. Buranın halkı Yûnusʼu bilmez.” dedi.

“‒O da bir peygamberdi, ben de bir peygamberim.” dedi. “Bir babanın oğulları gibiyiz biz.” dedi. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 30; Ya’kûbî, II, 36)

Demek ki bir nûr-i melâhat… O köle, Efendimizʼe şöyle bir baktı, tanıdı hâlinden. “Siz başkasınız.” dedi.

Velhâsıl, Cenâb-ı Hak bizlere de Fetih Sûresiʼnin sonunda, son âyetinde, Allah Rasûlüʼnün yanında bulunanların vasıflarını bildiriyor:

“…Onları Sen rükû ederken, secde ederken görürsün…” (el-Fetih, 29) buyuruyor. Yani rükûları, secdeleri ayrı bir güzellik, rûhâniyet…

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

Demek ki bir müslümanın dâimâ bir nûr-i melâhat olacak sîmâsında. İç dünya aksedecek. Dâimâ bizim dışımıza akseden, iç dünyamızdaki duygulardır. Eğer içimizde; eğer biz gıybet ediyorsak -Allah korusun-, tenzih ederim- yalan söylüyorsak, bir yanlış yapıyorsak, bu; içimizdeki duyguların zâhire çıkmasıdır.

Eğer bizim ağzımızdan hep hayır ve rahmet çıkıyorsa, demek ki bu; bizim iç dünyamızdaki duyguların temizliğidir.

Lisanlardaki selâset…

Demek ki bir müslümanın lisânı en güzel olacak. Karşısındakine konuşması bir huzur verecek. Cenâb-ı Hak, nasıl konuşacağız? Bir Kurʼân lisânıyla:

قَوْلًا كَرِيمًا (Bkz. el-İsrâ, 23): Anne-babana karşı keremli, iltifatlı konuş, buyuruyor. Sakın ha, “üf” deme, buyuruyor.

قَوْلًا سَدِيدًا buyuruyor. (Bkz. en-Nisâ, 9; el-Ahzâb, 70) Doğru söyle, diyor. Doğru söyleyin, diyor.

قَوْلًا مَعْرُوفًا (bkz. el-Ahzâb, 32) buyuruyor.

قَوْلًا مَيْسُورًا buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28) Gönlüne bir sevinç ver, buyuruyor. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin bazen huzûruna yoksullar gelir, huzûrunda öyle boynu bükük dururlardı. Efendimizʼin verecek hiçbir şeyi yoktu. Veremediği için utanırdı, başını öbür tarafa çevirirdi. Cenâb-ı Hak, İsrâ Sûresiʼnde, قَوْلًا مَيْسُورًا buyurdu. (Bkz. el-İsrâ, 28) “Hiçbir şey veremiyorsan, birkaç tane tatlı söz söyle.” Yani müslümanın lügatinde “hayır” yok. Çıkmaz sokak olmayacak. Hiçbir şey veremiyorsa, muhakkak bir müʼminin kalbini alacak.

وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا

Cenâb-ı Hak buyuruyor. “…Güzel söz söyleyin…” (el-Bakara, 83) buyuruyor.

Ebû Kursâfe anlatıyor:

Ben çocuktum, diyor. Annem ve teyzemle Rasûlullâhʼa gittik diyor, beyʼat etmek için diyor. Ayrıldığımızda annem ve teyzem bana dediler ki:

“‒Yavrucuğum, biz bu zât gibisini hiç görmedik hayatımızda. Yüzü Oʼndan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu konuşurken.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Demek ki bir müʼminin lisânı da bu şekilde olacak. Bulunduğu her yere bir ferahlık verecek. Bir huzur hâli verecek.

Duygulardaki incelik…

Şimdi… Her gördüğümüz mahlûk da bizi düşündürmesi lâzım. Biz o gördüğümüz mahlûk olarak dünyaya gelebilirdik. Yılan olarak gelebilirdik. Koyun olarak gelebilirdik.

Demek ki bütün mahlûkâtın bize bir emanet olduğu şuuru içinde olabilmek…

İşte; “(Kedisini) aç bırakan kadın, -ibadetli kadın- Cehennemʼe gitti.” buyuruyor Efendimiz. “Bir mücrim, bir köpeğe, kuyuya indi, ayakkabısını çıkardı, suladı, affoldu” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153)

Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın rahmeti ve gadabı, bazen ufak, bazen orta, bazen büyük bir şeyde…

İşte; “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” “…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2)

Cenâb-ı Hak:

“…İyilik ve Allâhʼın yasaklarından sakınma üzerinde (birr ve takvâ) yardımlaşın…” (el-Mâide, 2) buyuruyor.

Sevâde bin Rebî anlatıyor:

“Huzûr-i âlîlerine çıktım Efendimizʼin.” diyor. “Oʼndan bir şeyler istedim.” diyor. “O da bana (beytüʼl-mâlʼden) develer verdi.” diyor.

Sonra da bana şu nasihatte bulundu:

«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin 23 senelik nebevî hayatı, terörle mücâlededir. Sırf insana terör değil. Efendimiz hep esirleri âzâd ettirirdi. Kendisi âzâd ederdi, ashâb-ı kirâma da;

“Yarın sorulacaksınız.” buyururdu. Bir harp hukuku (olarak) esir de devam ederdi. “Yediğinizden yedirecek, içtiğinizden içireceksiniz.” buyururdu. Ashâb-ı kirâm da korkudan esirlerini serbest bırakırlardı.

Efendimiz vefât ederken de iki şey üzerinde (ısrarla durdu)… Râvî diyor ki; “Sesi kısılana kadar Allah Rasûlü devam etti:”

“Namaz, namaz, namaz…”

İkincisi:

“Emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin…” dedi, kul hakkına… (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)