Mevlânâ’nın “Gel” Dâvetindeki Vicdan Ufku: HİDÂYETE DÂVET

Mevlânâ Hazretleri Hakkında…

Yıl: 2007 – Ay: Aralık- Sayı:15

Mevlânâ Hazretleri’nin müsâmahakâr dâvetindeki gâye; insanı, öz cevheriyle tanıştırıp onu şefkat ve müsâmahanın feyizli zemîninde hatalarından arındırarak İslâm ile şereflendirmektir. Yoksa herkesi bulunduğu hâli üzere kalmak şartıyla gâyesizce kabullenmek değildir. Maksat, o kişinin iç âlemini düzeltmektir.

2007 yılının UNESCO tarafından Mevlânâ’yı anma yılı îlân edilmesi münâsebetiyle bu büyük Hak dostuna yönelik alâkanın arttığına şahit olmaktayız. Bu alâkanın sebebi sizce nedir?

Hazret-i Mevlânâ, büyük bir Hak dostudur. Hak dostları, îmânı aşkla yaşayan Peygamber vârisleridir. Onlar, Kur’ân ve Sünnet’ten feyz alarak, güzel ahlâk ve davranış mükemmelliğine ermiş olan bahtiyarlardır. Hazret-i Peygamber ve O’nun güzîde ashâbını göremeyenler için, tâbî olunacak örnek şahsiyetlerdir.

Hazret-i Mevlânâ, şefkat ve merhamet ummânı bir Allah dostudur. O, bütün mahlûkâta Hâlık’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakabildiği için, onun gönlü, bütün insanlığa rûhânî bir câzibe merkezi oldu. Bu âlemdeki cezb ve incizab kanunu sebebiyle de, insanların gönlü, irâdî veya gayr-i irâdî olarak, ona doğru aktı ve hâlen de akmaktadır. Zîrâ Allah Teâlâ, böyle sâlih kullarını sevdiği nisbette, diğer kullarına da sevdirir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, Rahmân olan Allah, onlar için (gönüllerde) bir meveddet (sevgi) yaratacaktır.” (Meryem, 96)

İşte Hak dostlarına olan muhabbet ve alâkanın esas temelinde bu ilâhî sır ve hikmet bulunmaktadır.

Hak dostları, fânî vücutları toprak altına girdikten sonra bile mâzî olmazlar. Zîrâ kâmil mü’minlerin gönülleri, toprak altında çürüyüp yok olmaz. Bu sebepledir ki, onların gönül mahsûlü eserleri de ebedîleşir. Nitekim dünyâdaki hizmetlerini berzah âleminde de devâm ettirmekte olan nice Hak dostu, bugün hâlâ aramızda yaşıyor, bizleri irşâd ediyor. Bizler öldükten sonra da onlar irşadlarıyla gönüllerde yaşamaya devâm edecekler.

Onların irşâd ömürleri; Hakk’a yakınlıkları nisbetinde, devirleri ve diyarları aşıyor. Yine onların ihlâs ile buyurdukları hikmetli sözleri ve kaleme aldıkları gönül eserleri, âdeta istikbâle gönderilmiş, muhâtabı meçhul mektuplar gibidir. Bu mektuplar, kendilerinden asırlar sonra keşfedilen mekânlara kadar ulaşmaktadır.

Hazret-i Mevlânâ’nın asırlar önce insanlığa âdeta bir mektup mâhiyetinde yazdığı Mesnevî’si ve diğer eserleri, bugün bütün dünyâda akis buluyor ve heyecan uyandırıyor.

 

Bu noktada Mevlânâ’nın eserlerinin hiç eskimediğini söyleyebilir miyiz?

Tabiî ki… Zîrâ Hazret-i Mevlânâ’nın gönül mahsûlü eserleri, her asırdaki insanın iç dünyâsına ayna tutarak kendini yakından tanımasına ve problemlerini çözmesine yardımcı olan bir reçete mâhiyetindedir. Bunun içindir ki Mevlânâ Hazretleri, asrımızın materyalist zihniyetinin sultası altında bunalan gönülleri tesellî ediyor, onları huzur ve sükûna kavuşturuyor, pek çok hidâyetlere vesîle oluyor.

Hazret-i Mevlânâ eserlerinde, insan vâkıasının zaman ve mekân üstü gerçeklerine ebediyet ufkundan ışık tutmuştur. Dolayısıyla, üzerinden asırlar geçse bile, eserlerinin mevzuu, muhtevâsı ve üslûbu tâzelik ve tarâvetinden bir şey kaybetmiyor. Hakîkati arayan, hikmete teşne gönüllere, çağlar öncesinden gelen bir bahar meltemi gibi, cennet râyihaları yaymaya devam ediyor.

Böyle büyük Hak dostları, hâdiseleri dâimâ gönül penceresinden, ilâhî aşk ve muhabbet nazarıyla müşâhede ettikleri için, bulundukları toplumlara, hidâyete ermek isteyen nice kimselere ve hattâ cihâna yön veren padişahlara rehber olmuşlardır. Zîrâ onlar, zâhirî ilimlerin, akıl ve mantık bilgilerinin üzerini örten esrar perdesini kaldırmışlar, ilâhî aşk ve muhabbetin, gönül diliyle konuşan bir tercümânı olmuşlardır.

 

Mevlânâ’nın “Gel! Gel! Ne olursan ol yine gel!” şeklindeki dâvetini nasıl anlamamız gerekir?

Mevlânâ Hazretleri’nin bu müsâmahakâr dâvetindeki gâye; insanı, öz cevheriyle tanıştırıp onu şefkat ve müsâmahanın feyizli zemîninde hatalarından arındırarak İslâm ile şereflendirmektir. Yoksa herkesi bulunduğu hâli üzere kalmak şartıyla gâyesizce kabullenmek değildir. Maksat, o kişinin iç âlemini düzeltmektir.

Bir tamirciye âletin bozuğu götürülür. Mevlânâ gibi Hak dostlarının gönül dergâhları da bir tâmirhaneye benzer ki, orada yapılan iş, vîrâneye dönmüş gönülleri ihyâ etmek olduğu için, bu dâvetin daha ziyâde hatâlı insanlara hitâben yapılması gâyet tabiîdir.

 

Ama bu dâvetin istismâr edilmekte olduğunu söyleyebilir miyiz? Sanki Hazret-i Mevlânâ isteyenin her arzusuna cevap bulabildiği, hiçbir kayıt ve sorumlulukla sınırlandırılamayacak bir insanlık dîni havârisi olarak takdim ediliyor.

Evet, günümüzde engin görüş ve müsâmahakâr tavrı sebebiyle, Hazret-i Mevlânâ gibi büyük bir velînin feyz menbaını görmezden gelerek, onu hümanist bir filozof olarak görüp göstermeye çalışan, materyalizmin zebûnu olmuş birçok kimse ve onlara uyan gâfiller türemiş bulunmaktadır. Böylece rûhânî vasfı bertaraf edilmiş ve daha ziyâde nefsâniyete yönlendirilmiş, yanlış bir Mevlânâ ve Mevlevîlik anlayışı sergilenmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki bütün Hak dostlarının feyz ve ilham kaynağı, Kur’ân ve Sünnet’tir. Hazret-i Mevlânâ’nın hayâtı da, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye sadâkatle taçlanmış rûhânî bir hayattır. O, Kur’ân-ı Kerîm’in uçsuz bucaksız bir umman gibi sonsuz bir hakîkatler deryâsı olduğunu şöyle ifâde eder:

“Kur’ân-ı Kerîm’in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkündür. İhtivâ ettiği bütün sırları ifâde etmeye ise sâhilsiz deryâlar mürekkep, yeryüzündeki bütün ağaçlar da kalem olsa yine de kifâyet etmez.”

Hazret-i Mevlânâ’nın Kur’ân istikâmetinde bir mü’min olduğunun aksini iddiâ edip onu farklı inanç veya felsefelerin safında göstermek emelinde olanlar, onun şu muhkem cevâbına muhâtap olurlar:

“Bu can, bu tende olduğu müddetçe Kur’ân’a kulum, köleyim; Muhammed Muhtâr -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yolunun toprağıyım… Birisi sözlerimden, bundan başka söz naklederse, o kişiden de bîzârım, o sözden de…”

Bu beyânıyla Hazret-i Mevlânâ kendisini açıkça; “Kur’ân’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun toprağı” olarak takdîm etmektedir.

 

Çok ilginç Efendim. Mevlânâ Hazretleri, sanki bugün başına gelecekleri hissetmiş de söylemiş gibi bir hisse kapılıyor insan…

Evet, hattâ şöyle bir ifadesi daha var:

“Herkes beni kendi istîdat ve temâyülüne göre dinliyor. Kötü kişi, beni kendi hisleriyle te’lif ediyor ve öyle anlıyor. Hak yolcusununsa, benimle rûhâniyeti artarak, hissiyâtı coşuyor ve ney, ona şifa oluyor.”

Hazret-i Mevlânâ, doğru bir şekilde an­laşılmak husûsunda o kadar hassastır ki, Mesnevî’sinin önsözünde şöyle demekten kendini alamaz:

“Gönlü temiz ve rakîk olanlardan ve hakîkate âşinâ olan­lardan başkalarının şu Mesnevî’ye dokunmalarına müsâade yoktur.”

Çünkü birçok hakîkat yolcusu gibi Hazret-i Mevlânâ da, kendisini ve sözlerini yanlış anlayıp aktaran kimselerden bîzâr olmuştur. O, insanlığa Kur’ân ve Sünnet’in ulvî istikâmetini gösteren bir mâneviyat ve hidâyet rehberi, hakîkat kılavuzudur.

Hazret-i Mevlânâ’nın İslâm dışı gösterilmesinde kullanılan bazı unsurlar var. Bunlardan bir tanesi “ney”, diğeri de “semâ âyini”. Bunları nasıl değerlendirmeliyiz?

“Ney”, Mesnevî’de insan-ı kâmili temsil ettiği hâlde, bâzı çevrelerde sâdece bir orkestra enstrümanından ibâret görülmektedir. Hâlbuki Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sinde “ney” dinleyenlerin, onun sadâsı ile ulvî duygulara ulaşmasını arzu eder. Bir rubâîsinde şöyle buyurur:

“Ney’i dinle, bak neler neler söylüyor. Allâh’ın gizli sırlarını ifşâ ediyor. Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş, yahud neyzenin nefesine terk edilmiş olduğu hâlde, dilsiz ve kelâmsız feryâd ederek «Allah.. Allah..» diyor.”

Ney, ilâhî aşk ve muhabbet ateşiyle yanmış gönül erlerini temsîl etmektedir. Bu yönüyle ney, bağrında ulvî bir aşk ateşinin alevlendiği bir sazdır. Çünkü o, yetiştiği kamışlıktan kesilerek ayrılmış, bağrı ateş­le dağlanarak delikler açılmıştır. Başına, ayağına, hattâ bo­ğumları arasına madenî halkalar ve teller takılmış, yani kelepçelere mahkum edilmiş, bundan dolayı da kupkuru ve sapsa­rı kesilerek benzi solmuştur.

İnsan da aynen böyledir. O da, âlem-i ilâhîdeki yüksek mevkiinden bu dünyaya indirilmiş ve Hak’tan ayrılık ateşiyle yüreği dağlanmıştır. Üstelik beşeriyyet kayıtları altına alınarak ten kafesine hapsedilmiştir. Ancak her insanda vâkî olan bu gerçek, tefekkür ve tahassüs itibarıyla inkişâf ederek insan-ı kâmil hâline gelindiğinde zâhire çıkar. Yani idrakte mesâfe alındığı nisbette anlaşılabilir.

Mevlevîlikte büyük bir ehemmiyeti bulunan “Semâ Âyini” de aynı şekilde günümüzde folklorik bir raks hâline getirilmeye çalışılmaktadır. Halbuki Mevlevîlere göre “semâ”nın aslı Asr-ı Saâdet’te yaşanan şu hâdisede saklıdır:

Câfer -radıyallâhu anh-, Habeşistan hicretinden dönüp Medîne’ye gelir. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in Hayber’e gittiğini öğrenince, on üç senelik ayrılığın hasretiyle yoluna devam edip O’na kavuşur. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Hazret-i Câfer’i görünce çok sevinir ve:

“–Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelmesi ile mi sevineyim!? Câfer! Yaratılış ve ahlâk bakımından bana ne kadar da benziyorsun!” buyurur. Bu iltifatın ardından onu alnından öper. Peygamber âşığı Câfer -radıyallâhu anh-, bu iltifattan heyecana gelir, vecde kapılır, istiğrak hâlinde, masum bir çocuk gibi sevincinden dönmeye başlar ve kendinden geçer. Semâ’daki dönüş de ilâhî aşkın coşkusu içinde rûhânî bir vecdin tezâhürüdür. Kalbi huzur ve sükûna erdiren fiilî bir zikir tecellîsidir. Mevlevîler de vecd içindeki bir istiğrak hâli olan semâ’yı, bir ibâdet olarak değil, bir sünnet-i takrîriyye olarak kabûl ederler.

Bugün Hazret-i Mevlânâ’nın insanlığa vereceği en mühim mesaj, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde kâmil bir insan olmak için yaşanması gereken mânevî terbiyeye çağrıdır. O’nun kıyâmete kadar bütün insanlığa yaptığı irşâdın özü;

– Îmânın, gönüllerde bir lezzet hâline gelmesi,

– Kalblerin Kur’ân’ın derûnundan ve Allah Rasûlü’nün rûhânî dokusundan hisse alabilmesi,

– Din kardeşliğinin muhabbet, merhamet ve hizmetle seviye bulması, bu hâlin şuuru içinde yaşanması,

– Hâlık’tan ötürü mahlûkâta şefkat ve merhametle dolu bir bakış tarzı ve duygu derinliği kazanılması,

– İnsanın kendi hakîkatini ve üzerindeki ilâhî lutufları idrâk edip kâinat sayfalarını çevirerek hikmetlere vâkıf olabilmesidir. Yâni, اِقْرَأْ : “oku” emr-i ilâhîsinin sırrından bir nasip alabilmesidir.

Zîrâ Hazret-i Mevlânâ, kendi hayatını hülâsa ederken, zâhirî ilimlerin zirvesinde olmasına rağmen henüz Hakk’a yakınlığın hazzını tadamadığı devresindeki hâlini “hamdım”; mârifetullâh tecellîlerine nâil olup kâinattaki sırlar kendisine ayân olmaya başladığındaki hâlini “piştim”; zâtî muhabbette fânî oluş hâlini ise “yandım” diye ifâde etmiştir.

Bu bakımdan Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşayıp kâinâtı ilâhî aşk ve muhabbet nazarıyla seyretmek, böylece hikmette derinleşerek hassas bir gönle sâhip olmak, Hazret-i Mevlânâ’nın, bugünün insanına vereceği en mühim mesajlardır.

Teşekkür ederiz Efendim.