Mânevî Feryatların Yükseldiği Âhirzaman Sokaklarında BİR MÜ’MİNİN NESİL ENDİŞESİ…

Ebedî Fecre

Yıl: 2011 Ay: Haziran Sayı: 76

BİR TEK YAPRAKTA DÎVANLAR

İnsan ile âlem arasında büyük benzerlikler ve nisbetler vardır. Nitekim kâinatın âlem-i kübrâ (makrokozmos); insanın ise, onun her şeyiyle küçük bir kopyası olan âlem-i suğrâ (mikrokozmos) olduğu dile getirilir.

Bunun sebebi, âlemin insanın imtihanı için yaratılmış olması ve kâinattaki her şeyin insanın hizmetine âmâde kılınmasıdır. Her şey, tedâîleriyle, tefekkür ettirdikleriyle insana kendi hakikatini anlatır.

Bu sebeple ârif bir gönülle bakıldığında; âlemin her köşesi, hattâ Şeyh Sâdî’nin tabiriyle bir ağacın bir tek yaprağı bile nice dîvanlar söyler.

Evet, o yaprak, ilâhî rahmete el açmış; güneşin vesile kılındığı enerjiyi, gıdaya çevirip ağacın gövdesine taşır. İnsan ve sâir mahlûkata gıda olur, gölge sağlar… Bu câzibeyle yanına gelenlerden, ağacın kökleri istifâde hâlindedir… O yaprak, yerine göre ipek böceğine gıda olur, en zarif ipeklere döner. Bitkilerle beslenen bir mahlûka gıda olur, insan için et ve süte dönüşür. Kuruyup dökülen yapraklar da, daha küçük nice canlıya rızık ve toprağa gıda olur.

O bir tek yaprakta, bugün «ekolojik sistem» deyip geçilen daha nice hârikulâde hâller ve maceralar seyredilir.

Tefekkür edelim. Bir ağaçtaki bu muazzam sistem ne için?

Evvelâ çiçek çiçek ilâhî bir güzellik sergisi için, tabiî netîcede meyve için…

Fakat ağaç, meyvesiyle insanlar ve sâir mahlûkata hizmet ederken, bir maksat daha hâsıl olur:

NESLİNİ DEVAM ETTİRMEK…

Necip Fazıl, hayâtiyetin bu mutlak gayesinin altını çizerek ne güzel söylemiştir:

“Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur!”

Hakikaten, odun ile ağacı, kütük ile kökü ayırt edecek hayâtiyet ölçüsü; filiz vermektir. Tomurcuk derdinde, tohum saçma niyetinde olmaktır. Hâsılı, neslini sürdürmektir.

Ağaç; kök, gövde, yaprak ve meyve… Her biri ve hepsi; her meyvenin merkezine konulan çekirdeği, yarınlara taşımak ve böylece nesli devam ettirmek gayesine Azîz ve Alîm olan Hâlık tarafından sevk edilmişler.

Yavrusu için çırpınan kuşta da aynı insiyak var…

Hiç görmedikleri göç yollarında binlerce kilometre yol alarak, kendileri için müsait ve münasip olan iklime; yavrularını dünyaya getirmeye giden ve bunu binlerce yıldır yapan, kara ve denizde yaşayan binlerce çeşit canlıda aynı sevk-i ilâhî var…

Yemeden-içmeden, aç-sefil vaziyette yavrularını emziren, onlara gıda arayan, yuva yapan, tehdit karşısında canı pahasına onları koruyan bütün hayvanat âleminde bu ilâhî kanun hâkim…

Bal yapan arıda, yumurta veren kuşlarda, süt veren koyunda, hattâ bakışlarıyla yavrusunu besleyen yılanda hep aynı iştiyak…

Âleme Cenâb-ı Hak tarafından konulan bu kanun, bir mü’min için derin manzaraların tezâhür ettiği bir ibret aynasıdır.

İnsan da mensubu bulunduğu âlemin kāidesince, neslini idâme ettirme arzusu taşır. Evlât sevincini, onları himâye ve muhafaza gayretini, onların istikbal endişesini yüreğinde taşır. Onlar için çalışır, onlar için fedâkârâne gayret eder. Fakat bir mü’min için bu seviye kâfî değildir. Eşref-i mahlûkat olan insanın, nesil endişesi de çok daha ulvî ve mânevî temeller üzerinde yükselir.

Mü’min, evlât ve ahfâdıyla sadece kendi soyunun ve kanının sürmesi derdinde değildir. Onun endişesi, Allâh’ın fazl u keremi ve selefinin gayretleriyle mücehhez olduğu; îman, ibâdet ve ahlâk ölçülerini evlâdına nakledebilmektir. Bir mü’min; ecdâdından tevârüs ettiği mânevî kıymetleri, gelecek nesle, yani evlâtlarına aktarmak mes’ûliyetini mukaddes bir emânet gibi omuzlarında hisseder.

Onun yarın endişesinin ufukları, bu dünya ile mahdut değildir. Çünkü bir mü’min bilir ki;

ESAS HAYAT, ÂHİRET…

Evlâdının ve neslinin âkıbet endişesini duyan bir mü’min, geçici bir metâdan ibaret ve husûsen inişli-çıkışlı imtihan şartlarına sahip olan bu hayattan ziyade; evlâtlarının nihâî âkıbetlerini, yani âhiretlerini düşünür. Onun için, çırpınır.

Evlâtlarını dünyaya hazırladığı ve dünyalığını helâlinden kazandığı gibi; sonsuz âhiret yolculuğunun yegâne azığı olan takvâyı da ihmâl etmez.

Elbette mü’min, bu dünyada evlâdının rızkını düşünür. Fakat onun asıl endişesi, o lokmaların helâl olup olmadığıdır. Evlâdına verdiği terbiye istikametinde, onun cennet nimetlerinden mi; yoksa maâzallah zakkum ve irin cezalarından mı tattırılacağını düşünür.

Elbette her ana, üşüyen yavrusunun üstünü örter. Onu en güzel kıyafetler içinde görmek ister. Fakat âhiret inancına sahip bir anne; evlâdını öbür âlemde cennet ipeğinden atlas kaftanların mı, cehennemin yalaz yalaz ateşinin mi saracağı endişesiyle çok daha fazla meşgul olur.

Allâh’a ve âhirete îmân eden bir insan, evlâtlarının dünya ile âhiret saâdeti karşı karşıya geldiğinde; hiç düşünmeksizin, dünyayı elinin tersiyle iter ve âhireti tercih eder… Deryayı bırakıp damlayı almak ahmaklığına dûçâr olmaz.

Dünyada tıka basa doysun da, isterse âhirette zehir-zıkkım yesin diyemez!

Dünyada istikbâli parlak olsun da, varsın âhirette yüzü karalardan olsun diyemez!

“Bu dünyada gününü gün etsin, nasıl olsa âhirette de affa mazhar olur.” şeklindeki şeytan aldatmacasına kanmaz. Âhiret yanında dünya  saâdetinin bile ancak ve ancak Allâh’ın emrettiği ve Rasûlü’nün gösterdiği temiz, nezih ve huzurlu hayatı yaşamakla elde edilebileceğini idrâk eder. Sefâleti, sefâheti ve rezâleti; saâdet diye, hürriyet diye takdim eden insî ve cinnî şeytanlara; aldatıcı reklâm ve modalara; küfür diyarından esen soğuk ve boğuk rüzgârlara asla kapılmaz.

Hakkı hak bilip, ona ittibâ; bâtılı bâtıl bilip, ondan ictinâb etme prensibiyle ve duâsıyla yaşar. Evlâtlarını bu şuurda yetiştirir. Mükerrem insan için; nesli sürdürmenin yolunun biyolojik değil, mânevî olduğunu bilir.

Nitekim îmanla yoğrulmuş edebiyatımızın ilklerinden Garib-nâme adlı tasavvufî eserin müellifi olan Âşık Paşa, insanoğlunun neslinin devamı için dört yol saymıştır:

DÖRT ÇEŞİT NESİL

1. Sulbî nesil: Kişinin neslinden gelen evlâdıdır ki, bunların devamlılığı kadere bağlıdır. Gün gelir, kesilebilir. Kesilmese de, bir insan en fazla torununun torununu görür, arkadan gelenler hayırlı olursa ne âlâ, aksi hâlde kişiye hiçbir faydası olmaz. Nitekim birkaç nesilden sonra çoğu insan dedelerini bile tanımaz. Evlâtların hayırlı olup olmayacakları da meçhuldür. Bir mü’minin; Hazret-i İbrahim gibi, zürriyetinin mü’min, namaz ehli, Hakk’a itaatkâr nesiller olması için fiilî ve kavlî duâdan başka yapacağı fazla da bir şey yoktur.

2. Mâlî nesil: Kişinin mal ve mülkü ile yapmış olduğu hayır hizmetleridir. O hizmet ve hayır eserleri devam ettiği müddetçe sahibine sadaka sevabı yazılır. Bunu idrâk eden ecdâdımız, sulbî nesillerine daha fazla mal bırakmak yerine; hayır-hasenât şuuruyla vakıflar kurarak, halka hizmet ve Hakk’a ibâdet etmiş; amel defterlerinin ömrünü asırlarca uzatmışlardır. Bugün adlarını; geride bıraktıkları camileri, vakıfları, çeşmeleri sayesinde hâlâ dillerimizde yâd ettiğimiz nice hayır sahipleri var ki, sulbî nesillerinin devam edip etmediğini bilen, bununla alâkalanan bile yok…

3. İrşâdî nesil: Kişinin yetiştirdiği ve arkasında bıraktığı hayırlı evlât ve talebelerdir. Bunlar da arkalarından insan yetiştirdikleri ölçüde devam edip gider. Bugün meselâ Hanefî mezhebinde yetişen her âlim, Ebû Hanîfe Hazretleri’nin asırlar sonra gelen bir evlâdı hükmünde değil midir? Nitekim yakın zamana kadar, seyyidlerin neseb şecereleri gibi, ilmî icâzet şecereleri de çıkarılır, her talebe; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den kendisine kadar ilmin hangi silsileyle kendisine geldiğini bilir, bununla şükür hâlinde iftihâr ederdi.

4. İlmî ve irfânî nesil: Kişinin Hak yolunda kulların dimağ ve gönüllerini besleyici mâhiyette yazdığı hayırlı eserlerdir. En kesintisiz ve en verimli nesil budur. Telif edilen bir eser, kıyâmete kadar gelecek olan meçhul muhataplara gönderilen hidâyet mektubu mâhiyetindedir. İşte Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si, İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbâtı, İmâm-ı Gazâlî’nin İhyâsı… Yûnus Emre Hazretleri’nin şiirleri… Ciltleri elden ele, muhtevâsı dilden dile, kulaktan kulağa, gönülden gönüle aktarılıyor, yaşıyor…

İbret nazarıyla bakılırsa; sulbî neslin de ancak üçüncü maddedeki şartı gerçekleştirerek, hakikaten devam eden bir nesil olabileceği anlaşılır. Bir mü’mini sevindirecek, ferahlandıracak nesil; hayırlı, sâlih ve müttakî bir nesildir. Hayrulhalef oğullardır. Sâlihât-ı nisvan kızlardır. Yoksa, sâlih olmayan bir evlât; Nûh’un oğlu Ken‘ân hakkında Kur’ân-ı Kerîm’in buyurduğu gibi, bir mü’minin ehlinden ve neslinden değildir.

Bir mü’min; evlâdının tıpkı malı gibi, bir imtihan vesilesi olduğunu bilir. Şayet uhrevî bir terbiyeyle, iki kanatlı bir eğitimle sadaka-i câriye vasfında yetiştirilmişse; o evlâtlar, ebeveyni için, iki cihanda göz nûrudur. Mahşer yerinde imdada yetişecek, gerçek hayırlı evlâtlardır.

Fakat, bu vasıflarda yetiştirilmemişse; kişinin mahşer yerinde fersah fersah kaçacağı, dâvâsı ağır, azâbı büyük bir musîbet olacaktır.

Bu sebeple, evlât yetiştirmek, nesillere sahip çıkmak; bir mü’minin en mühim vazifeleri arasındadır. Bu vazifenin hakkıyla îfâsının en güzel örneğini de peygamberler vermiştir:

MİSÂLİ, PEYGAMBERLER

Cenâb-ı Hak, insanı cennet için yarattı. İnsanlığın atası Hazret-i Âdem’i ve beşeriyetin vâlidesi Hazret-i Havva’yı da cennete yerleştirdi. Fakat şeytanın hilesine düşerek itâatsizliğin vukû bulması üzerine, insanlığın imtihan macerası başladı. İnsanlık, Hazret-i Âdem ve Havva’nın neslinden meydana geldi.

Tefekkür edildiğinde görülür ki Cenâb-ı Hak, ilk insanı bilhassa bir aile içinde yaratmıştır. Hazret-i Âdem’i halk eden Cenâb-ı Hak; aynı anda yüzlerce, binlerce insan yaratmaya elbette kādirdi. Lâkin insanlığın; nefsi ve şeytanı, hatayı ve tevbeyi bilen peygamber bir baba ve ona bu konularda refâkat etmiş bir anne eliyle, bir ailede neşv ü nemâ bulmasını takdir etti.

Yine tefekkür edildiğinde görülür ki, Cenâb-ı Hak; insanlığa gönderdiği sonraki peygamberleri de, belli şecereler içerisinde, temiz, asil, nezih aileler ve zürriyetlerden seçti. Hazret-i İbrahim, oğlu İshak, oğlu Yâkub, oğlu Yûsuf … Yine o zürriyetten Hazret-i Musa ve Harun kardeşler… Dâvud ve oğlu Süleyman… Zekeriyya ve oğlu Yahya… İmran’ın hanımı ile kızı Meryem… dolayısıyla Hazret-i İsa… -aleyhisselâm-

Hazret-i İbrahim’in diğer oğlu İsmail’in zürriyetinden de Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi, Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz…

Efendimiz’den sonra ilim ve irfan meş‘alesini taşıyanlar içinde, bilhassa ehlibeyt hazerâtı…

Diyebiliriz ki;

Cenâb-ı Hak; insanlığın terbiye edicileri, beşeriyetin en büyük muallimleri olan peygamberleri de, önce evleri, aileleri ve nesilleri üzerinde gayret ve muvaffakiyetlerini göstermekle mükellef tutuyor.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu mükellefiyeti en güzel şekilde anlayan ve gerçekleştiren Peygamberler Sultanı olarak; başta göz nûru kerîmesi Hazret-i Fâtıma, evlâdı gibi büyüttüğü Hazret-i Ali, yine evlâdı gibi büyüttüğü âzadlısı Zeyd bin Hârise, oğulları, kızları, üvey çocukları, damatları ve yeğenleri ile dünyanın en huzurlu aile yuvasını tesis etti; bizlere nümûne-i imtisal olarak gösterdi.

Yine ashâbının çocuklarını; Üsâme bin Zeyd, Abdullah İbn-i Abbâs, Abdullah İbn-i Ömer, Enes bin Mâlik -radıyallâhu anhüm- gibi yüksek şahsiyetler hâlinde yetiştirdi. Kimi tebliğ ve cihad meydanında, kimi ilim ve tefsir vadisinde, kimi hadis ve fıkıh sahasında İslâm’ın kök filizlerine can suyu oldular.

Onlardan biri olan Hazret-i Enes, 10 yaşında Efendimiz’e hizmet etmek şerefine erişmişti:

ENESÇİK

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medine’ye teşrif buyurduklarında kadın-erkek bütün ensâr-ı kirâm, kendisine birtakım hediyeler takdim ediyorlardı. Ümmü Süleym -radıyallâhu anhâ- ise verecek bir şeyi olmadığı için mahzûn oluyor, üzülüyordu. Daha sonra oğlu Enes’in elinden tutup Allah Rasûlü’ne geldi ve;

“–Yâ Rasûlâllah! Enes size hizmet etse münasip görür müsünüz?” dedi. Peygamber Efendimiz de kabul buyurdular. (Semhûdî, I, 271)

On yaşındaki bir çocuğun, Efendimiz’e çok önemli bir hizmette bulunamayacağı açıktır. Fahr-i Kâinât Efendimiz; -Allâhu a‘lem- Hazret-i Enes’i terbiyesine alarak, ümmetine evlât yetiştirmenin ulvî ölçülerini bu vesileyle de aktarmayı arzu etmiş ve samimî bir annenin ricasını bu sebeple kabul etmiştir.

Nitekim Hazret-i Enes -radıyallâhu anh-, Efendimiz’in; çocuklara şefkat ve muhabbetini ve bu muhabbet içerisinde onlara doğruluk, sadâkat, teslîmiyet, gönül huzûru gibi ahlâkî vasıfları nasıl aşıladığını misal misal aktarmıştır.

İşte onlardan bir misal:

Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“… Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün beni bir yere gönderdi. (…) Yola çıktım, sokakta oynayan çocukların yanlarına vardım (ve orada oyalandım). Derken Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- arkamdan gelerek ensemden tuttu. Dönüp baktığımda gülümsüyordu.

«–Enesçik! Söylediğim yere gittin mi?» diye sordu.

«–Hemen gidiyorum yâ Rasûlâllah!» dedim.” (Müslim, Fedâil, 54)

Efendimiz, çocuğa bir vazife veriyor, neticeyi takip edip, muhabbetle itâatini sağlıyor. Gönül alıcı sözlerle, şefkatle hitâb ediyor. Alâka göstererek, ensesine dokunarak çocuğu olgunlaştırıyor, muhabbet ve sadâkatte zirveleştiriyor.

Enes -radıyallâhu anh- bir başka hâtırasını da şöyle anlatır:

“Bir gün, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hizmetini gördükten sonra; «Peygamberimiz kaylûle uykusundadır.» diyerek çocukların yanına gittim. Ben onların oyununu seyrederken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Oyun oynayan çocuklara selâm verdi. Ardından beni çağırdı ve bir yere gönderdi. Ben de gittim. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ben dönünceye kadar bir gölgede oturdu. Annemin yanına dönmekte gecikmiştim. Yanına vardığımda annem;

«–Niye geciktin?» diye sordu. Ben;

«–Allâh Rasûlü beni bir iş için göndermişti.» dedim.

Annem;

«–O iş neydi?» diye sordu.

Bunun üzerine ben;

«–Rasûlullâh’ın sırrıdır!» dedim. Annem;

«–Öyleyse Rasûlullâh’ın sırrını muhâfaza et!» dedi.”

Bu hadîsi rivâyet eden Sâbit -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Enes -radıyallâhu anh- bana; «Eğer o sırrı birisine söyleyecek olsaydım sana söylerdim ey Sâbit!» dedi.” (Ahmed, III, 195)

Bu kıssada da görülüyor ki; Efendimiz, çocuklara sevgiyle yaklaşıyor ve onları ciddiyetle terbiye ediyordu:

MUHABBET VE CİDDİYETLE

Fahr-i Kâinât Efendimiz; çocukların seviyesine iniyor, onlarla selâmlaşıyor, bir büyük gibi muhatap kabul ederek, sır vererek, sır tutmasını sağlayarak olgunlaştırıyor, âdetâ çocuğun rûhuna nüfuz ediyordu. Nitekim hadîs-i şeriflerinde;

“Kimin bir çocuğu varsa onunla çocuklaşsın!” (Deylemî, III, 513) buyurmuşlardı. Ancak, çocuğun seviyesine inerken, çocukla çocuk olurken; samimiyet ölçüsünü de en güzel mesafede tutuyor, asla lâubâlî olmuyordu. Böylece çocuğa vakar ve ciddiyetle yaklaşmanın, sertlik ve huşûnet olmadığını; ona muhabbet ve şefkatle yaklaşmanın da lâubâlîlik ve ciddiyeti kaybetmek mânâsına gelmediğini bizzat gösteriyordu.

Bugün bilhassa, batıdan gelen aşırı hürriyetçi, liberal anlayışlarla çocuklarını hayatın korkunç akışına «salıveren» ve bunu «sevgiyle serbest yetiştirmek» zanneden ebeveynlerin; bu sevgi ve ciddiyet dengesini Efendimiz’den tahsil ederek yeniden kurmaları zarûrîdir.

Efendimiz, omuzlarında gezdirecek kadar; sevgili torunları Hasan ve Hüseyin’e muhabbet doluydu. Fakat onlardan biri, yememesi gereken sadaka hurmadan bir tane aldığında da; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün ciddiyetiyle müdahale etmiş ve ağzından çıkarttırmıştı.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; çocukları kendi hâline bırakmıyor, şefkatle yaklaşıp eğitiyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz; dul kalan Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- ile evlenerek, evlâtlarının terbiyesini üzerine almıştı. Bu talihli, üvey evlâtlardan Ebû Hafs -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Ben Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in himâyesinde yetişen bir çocuktum. Yemek yerken elim yemek tabağının her yanına giderdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana şöyle buyurdu:

“Oğul, besmele çek! Sağ elinle ye! Hep önünden ye!”

O günden sonra buyurduğu gibi yedim. (Buhârî, Et‘ıme 2-3; Müslim, Eşribe 108, İbn-i Mâce, Et‘ıme, 8)

Hitaptaki zarâfet… İfadedeki özlülük… Tesirdeki kuvvet… Neticedeki muvaffakiyet…

Efendimiz, bizzat gösterdiği gibi; ashâbına da evlâtlarını terbiye usûlünü öğretiyor ve şöyle buyuruyordu:

“Çocuklarınıza ikramda bulunun ve terbiyelerini güzel yapın!” (İbn-i Mâce, Edeb, 3)

Cihanın bir benzerini görmediği bir muallim olan Efendimiz; muhabbet dolu sohbetiyle, hikmet dolu nasihatleriyle, Kur’ân esaslı ahlâkıyla; temel harcını ensar ve muhâcirlerin oluşturduğu bir nesli mükemmelen yetiştirmişti. Bu öyle bir terbiyeydi ki, hükmü ilelebed idi;

KIYÂMETE KADAR…

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kıyâmete kadar hükmü bâkî kalacak Son Nebî idi. Fakat O da her can gibi vefât edecekti. İşte risâletinin vahiy almak dışında kalan vazifelerini tevârüs edecek ve onlar da bu cihandan ayrıldıklarında, meş‘aleyi sonrakilere devretme endişesini taşıyacak bir nesil yetiştirdi.

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefâtına yakın günlerdi. Efendimiz; namazı kıldırmak için çıkamıyor, namazları Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- kıldırıyordu. O gün ezan okunduğunda, sahâbe-i kiram; Efendimiz’i görme ve namazı O’nunla edâ etme iştiyâkını izhâr etti;

«Allah Rasûlü gelmeden namaza durmak istemiyoruz.» diyorlardı. «Çok özledik, mümkünse aramızda Allah Rasûlü de olsun.» diyorlardı.

Hâlbuki Efendimiz’in mescide gidecek gücü-kuvveti yoktu. Çok bitkin bir hâldeydi. Ancak bu hasretli davet üzerine;

“Bir kova su getirin.” dedi. Onu üzerine dökünüp gusletti. Sonra ayağa kalkmak istedi. Yine tâkat bulamadı. Kalkamadı ve bayıldı. Kendine geldi, yine bir kova su istedi. Gusletti. Fakat yine bayıldı. Üçüncüsünden sonra da tâkat bulamamıştı. Fakat vazgeçmedi. Koluna girdiler, mescide kadar götürdüler.

Varlık Nûru Efendimiz, Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’e işaret ettiler. O da emre riâyet ederek mihraba geçti. Bu şekilde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cemaatle olan son namazını kılmış oldu.

Bundan sonrasını Âişe Vâlidemiz şöyle anlatıyor:

“Ben, Allah Rasûlü’nü; bu kadar ıstırap içinde iken, omuzlanarak götürülüp getirilecek kadar rahatsız oldukları hâlde hiç bu kadar sevinçli görmemiştim. Namazdan sonra arkasına döndü; mübârek terbiyelerinde yetişen o güzel ve güzîde cemaate memnuniyet içinde baktı, baktı… Ardınca bıraktığı ve her biri yıldızlar misâli olan o ideal nesli görünce Allah Rasûlü öyle bir sevindi, o bitkin hâliyle öyle güzel bir tebessüm etti ki; belki de o, Allah Rasûlü’nün şahit olduğum en güzel tebessümüydü…”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nesil endişesini son nefesine kadar sürdürdü. Kızı Fâtıma ve diğer aile fertlerine vasiyetlerde bulundu. O’nun Refîk-i Âlâ’ya yolculuğu esnasında, son fırsatlarını da; nesilleri îkaz içinde nasıl değerlendirdiğini Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Vefâtı esnasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanındaydık. Bize üç defa;

«Namaz husûsunda Allah’tan korkun!» dedi.

Sonra da şöyle buyurdu:

«Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. Namaz husûsunda Allah’tan korkun!»

Sonra; «Namaz, namaz…» diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek lisanları söylemez olunca bile) rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar bunu içten içe tekrar ettiler.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Efendimiz’den sonra sahâbe-i kiram da O’ndan aldıkları nasip ölçüsünde, aynı şevk ve usûl ile dâvâyı deruhte etti. Öz evlâtlarını; kendilerini ashâb-ı kiram kılan, yıldız yıldız husûsiyetlerle terbiye ettiler. Evlâtları yanında; yetimlerin ve mevlâ denilen, İslâm’ın nurlu ışıklarını saldığı memleketlerin talihli evlâtlarının da maddî-mânevî terbiyesini üstlendiler. İlk büyük ilim-irfan nesilleri bu gayretlerin meyvesi oldu.

İşte bir tablo:

Hazret-i Ömer, mü’minlerin emîri olarak; şehrin sokaklarını dolaşır, hem âsâyişi teftiş eder, hem muhtaçların hâlini sorardı. Yine bir gün böyle dolaşırken, bir evden bir anne ile kızı arasında geçen şöyle bir konuşma dışarıya kadar taşıyordu:

“–Kızım, yarın satacağımız süte, biraz su karıştır…”

“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?”

“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfenin nereden haberi olacak?!.”

“–Anacığım! Halîfe görmez diyelim, Allah da mı görmez? Bu hileyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Allah’tan gizlemek mümkün mü?..”

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; kalbi ihsan şuuruyla dolmuş, her an ilâhî kameranın altında olduğunu idrâk etmiş bu kıza hayran oldu. Bu müttakî kızı, oğluna gelin aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- de, işte bu nesilden geldi.

Müteakip asırlarda da, Efendimiz’in yegâne mîrâsı olan «irşad ve terbiye; ilim ve tebliğ» hizmetlerine mânevî ve rûhânî alâka ve heyecan sürdüğü müddetçe; nesiller, ecdâdının izinde yetişti. İslâm âlemi; kendilerini, tâlip ve müridlerini tâlim ve terbiye etmeye vakfetmiş müderris ve mürşidlerle dolu medrese ve dergâhlar ile, ilim ve irfânını istikbâle taşıdı… Hilâl bayrağı o nesiller elinde hep daha ileri, daha uzak ufuklarda dalgalandı.

 Fakat, ne zaman ki o terbiye sendeledi, o ruh ve mâneviyat pörsüdü, nesillerin yetiştirilmesinde ilâhî ve nebevî ölçülerin yerini, nefsânî ve şeytanî fısıltılar aldı; o andan itibaren toplum olarak, fert olarak, millet olarak gevşeme, dağılma ve çözülme baş gösterdi.

Kıtaların, iklimlerin ve beldelerin birer birer elden çıkması; aslında idrâk edebilenler için, nesillerin elden çıkmakta olduğunun emâresiydi.

ZÂYÎ OLAN NESİLLER…

Nitekim Kur’ân-ı Kerim; önceki ümmetlerin maddî-mânevî çöküş ve dağılışını beyan buyururken, nesillerde meydana gelen ziyan ve kayboluşa dikkatimizi çekiyor:

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Onlardan (ehl-i kitâbın ilk nesillerinden) sonra hayırsız bir nesil geldi ki bunlar kitaba (yani Tevrât’a) vâris oldular, ama âyetleri tahrif etme karşılığında şu değersiz dünya metâını alıp; «Nasılsa affa nâil oluruz!» düşüncesiyle hareket ettiler. Af umarken bile; öbür yandan yine gayr-ı meşrû bir metâ, bir rüşvet zuhûr etse, onu da alırlar.

Peki onlardan, Allah hakkında gerçek olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kitapta mevcut hükümler uyarınca söz alınmamış mıydı? Ve kitabın içindekileri ders edinip okumamışlar mıydı?

Hâlbuki ebedî âhiret yurdu, Allâh’a karşı gelmekten sakınanlar için elbette daha hayırlıdır.

Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” (el-‘râf, 169)

 Âyet-i kerîmede, ehl-i kitabın nesilden nesile mânevî mîrâsını intikalde yaşadığı kayba dikkat çekiliyor. Evet, evlâtlara kitap nakledilmiş, fakat o kitabın emir ve yasaklarına ittibâ şuuru verilememiş. Kitap; o nesillere okutulmuş, fakat gırtlaklardan aşağıya, gönle inmemiş, rûha sinmemiş… Âhiret; bilgi olarak öğretilmiş, fakat mîzan korkusu, âkıbet endişesi, esas hayatın âhiret olduğu şuuru vicdanlara yerleşmemiş…

Kuru bir mîrasçılık…

Buna karşılık, menfaatperestlik gelmiş; Allâh’a isyan ve helâl-haram gözetmeme perişanlıkları yaygınlaşmış…

Bir başka âyet-i kerîme neticeyi hülâsa ediyor:

“Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyî ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacak / gayyâya yuvarlanacaklardır.” (Meryem, 59)

Bugün millet ve toplum olarak evlâtlarımızın hâlini bu âyete göre mîzân edelim.

Maalesef bugün sokaklar mânevî feryat ve figanlarla inliyor. Maalesef sokaklar;

GAYYÂ HÂLİNDE…

Anne-babaların biyolojik yapıları imdâda kâfî gelmiyor, ciğerpâresi evlâtlar, kaldırımların insafında can çekişiyor…

Sokakların umumî manzarası gösteriyor ki, maalesef gelecek nesillerin yetiştirilmesinde; bizi biz yapan, başta Efendimiz’in, ashâbın, ehlibeytin, Hoca Ahmed Yesevîlerin, Hazret-i Mevlânâların, Şah Nakşibendlerin, Alparslanların, Fatihlerin, Hüdâyîlerin yolu değil; onların ve bizim baş düşmanımız olan şeytan -aleyhillâne-’nin çirkef, sefil ve bedbaht, çıkmaz yolları takip ediliyor.

Dün kendi evlâtlarıyla birlikte, başta ümmetin yetimleri olmak üzere insanlığın yetimleri olan köle çocuklarına el uzatan milletin yerini; kendi evlâdını sokağa bırakan öz anneler, babalar mı alıyor?..

«Nazar ber-kadem» âdâbıyla, gözleri hicab ile ayaklarının ucunda olan delikanlıların; İslâm vakar ve edebiyle müzeyyen, maddî-mânevî tesettür kalkanıyla kuşanmış hanımefendilerin yerini; hayatı tek bir süflî maksadın peşinde sürüklenmeye adamış, kadın mı erkek mi olduğu zor seçilen bir güruh mu alıyor?..

Helâlden istifade ederken bile titreyen, israftan tiksinen; lüksün ve modanın adını bile duymamış bir infak, merhamet ve cömertlik toplumunun yerini; haram ve şüpheli sellerinde boğulan, Allâh’ın lânetlediği lehviyyata daha fazla gömülmek için dünyasını sefil ve âhiretini perişan eden yığınlar mı alıyor?

Bugün bilhassa mütedeyyin anne-babalar başlarını iki ellerinin arasına alıp düşünmeli:

Evlâtları, kendilerinin mi; yoksa sarhoş kusmuğuyla mülevves, her türlü mel‘anetle karanlık kaldırımların mı?

Çocuklarımız mı televizyon, internet ve cep telefonlarını kullanıyor; yoksa bu cihazlar mı evlâtlarımıza kumanda ediyor?

Çocuklarımızı kim şekillendiriyor? Hangi anlayışla ve kimin arzusu istikametinde bir terbiyeden geçiyorlar? Çocuklarımızın gönüllerinde, ideallerinde, hedeflerinde hangi misaller, hangi şahsiyetler var?

Çocuklarımızın iç dünyalarına âdetâ bir ayna tutan dış görünüşleri, kılık ve kıyâfetlerini kimler belirliyor?

Eğer bu suallerin cevabı, hakikî ve samimî bir şekilde «Biz» olmazsa; tabiat gibi, evlâtlarımızın gönlü de boşluk kabul etmeyecek ve «bizim» yerimizi ağyâr yani yabancılar alacaktır. Âdem babamızdan beri, insanlığa bilhassa yeni nesillere pusu kurmuş şeytan alacaktır.

ŞEYTANI ORTAK ETME!

Âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hak; şeytanın, kendisine tâbî olan ve yalancı vaatlerine kulak verenlerin mal ve evlâtlarına ortak olacağını beyan buyurmaktadır. (el-İsrâ, 64)

Demek ki mal ve evlât, en mühim imtihan vesilesidir. Mal üzerinde, gerçek sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın arzusu istikametinde tasarruf edilmezse; kişiye büyük bir vebal olur. Evlât da, onları emânet olarak lutfeden Allah Teâlâ’nın istediği şekilde terbiye edilmediğinde; anne-baba için bir musîbettir.

Her iki nimet de; güzel değerlendirildiğinde, amel defterini kıyâmete kadar açık tutacak bir uhrevî kazanç kapısı olabilecekken; aksi hâlde aynı derecede menfî neticeleri beraberinde getirir.

Üstünkörü bir alâka ile yaklaşmak, bir-iki yaz mevsiminde üç-beş hafta camiye gönderip, kalan bütün zamanlarda evlâdını sokakların insafına emânet etmek, sonra da;

“Ben elimden geleni yapıyorum.” deyip rahatlamak mümkün değildir. Çünkü dağ gibi alevler karşısında, bir bardak suyun hiçbir şey ifade etmeyeceği açıktır. Aynı şekilde koskoca çöle bir kova su dökmenin hiçbir mânâsı olmayacağı da âşikârdır.

Belki geçmiş asırlarda, sokaktan çarşıya, evden camiye her köşenin bir İslâmî mektep; anne-babadan, dede ve nineye, esnaftan ustaya herkesin bir muallim olduğu devirlerde; az bir gayretle evlâtlar İslâm terbiyesi ve ahlâkıyla yetiştirilebiliyordu.

Fakat bugün, menfî rüzgârları tersine çevirecek, nefsânî yangınları söndürecek bir ciddiyetle meselenin ele alınması mecbûriyeti vardır. Muhabbetli bir disiplin ile; âhiret endişesinde hemfikir olan kardeşlerin bir araya gelmesi ve imkânlarını birleştirmesiyle ve bilhassa mânevî tedbirlere riâyet ile gösterilecek gayretler, inşâallah netice verecektir.

Şartların menfîliği karşısında, ümit kesmemeli, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de; son derece zâlim, gaflet dolu, kesif bir câhiliyye karanlığı içerisinde vazifesine başladığı hatırda tutulmalıdır.

Dün olduğu gibi, bugün de; câhiliyye karanlığındaki sokakları İslâm’ın hidâyet güneşiyle nurlandıracak, mânevî feryat ve figanları aşk-ı Muhammedî ile şakıyan yanık bülbül sadâlarına döndürecek şevk ve heyecan da, usûl ve metot da, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek rûhânî dokusundan feyiz, rûhâniyet ve nasip ile mümkündür.

Rabbimiz; bizlere zürriyetimizden göz nûru, hayrulhalef evlâtlar nasîb eylesin. Nesillerimizi, Allâh’a hakkıyla kul ve Habîbi’ne lâyıkıyla ümmet olabilecek kıvamda yetiştirmeyi; böylece takvâlı bir topluma erişmeyi müyesser eylesin.

Bizlere; arkamızdan sadaka-i câriye mâhiyetinde yaşayacak ve amel defterlerimizi kıyâmete kadar sevaplarla dolduracak, sâlih nesiller; hayırlı talebeler ve faydalı eserler bırakabilme nimetini lütuf ve ihsan buyursun.

Âmîn!..