Mânâ Kervanının İstikâmet Rehberi

Yıl: 2012 Ay: Nisan Sayı: 86

Halife Hârun Reşid, gönüllerin ayrı bir dirilik kazandığı, kulluk idrâkinin kalplerde derinleştiği bir hac dönüşü, istirahat etmek maksadıyla Kûfe’de mola vermişti. Uzun çöl yolculuğunun bedenlerinde hâsıl etmiş olduğu tatlı yorgunluğu burada üzerlerinden atmak istiyorlardı.

Kervan uzunca bir istirahatin akabinde eski güç ve kuvvetini toplayınca tekrar yola çıkmak üzere hazırlıklar başladı. Bütün halk da Halifeʼyi yolcu etmek için merakla sokağa dökülmüştü. Kalabalık arasında çocukların kendisiyle şakalaştığı ve Halife ile eski dost olan Behlül Dânâ Hazretleri de vardı. Az sonra Hârun Reşid’in develer üzerinde ilerleyen muhteşem kâfilesi gözüktü. Çocuklar, Behlül’ü bırakıp onun seyrine koyuldular. Kâfile, tam Behlül Dânâ Hazretleri’nin yanına gelmişti ki, Behlül yüksek sesle:

“–Ey Hârun!” diye seslendi. Hârun Reşid, ihtiyaç sahibi bir kimsenin kendisine arz edeceği bir meselesi olduğunu düşünerek perdeyi kaldırınca karşısında Behlül Dânâ Hazretleri’ni gördü. Eski dostunu görmenin sevinciyle de hemen:

“–Buyur dostum Behlül, arzun nedir, ne istiyorsun?” diye sordu. Behlül Hazretleri ise Halifeʼye bir ihtiyaç arz etmeden, hemen ona vermek istediği nasihatine başladı:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Eymen bin Nâil, sahâbeden Kudâme bin Abdullah bin Ammâr’dan bizlere şu haberi nakletmiştir:

«Ben Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i Arafat’tan dönüşte görmüştüm. Kızıl bir deveye binmişti. Yanındaki sahâbîlerden hiçbiri, Gönüller Sultânı Efendimiz’in çevresindeki insanları; “Çekilin kenara!” diye rahatsız etmiyordu. Sert bir üslûb ile; “Yol verin, yol açın!” diyen münâdîleri de yoktu.»

Sen de bu usûle riâyet eyle. Bilmiş ol ki; tevâzû ile yolculuk etmen, kibir ile seyahatinden hayırlıdır.”

Behlül Dânâ Hazretleri bu ifâdelerinin ardından bir müddet sükûta büründü. Bu sükûtuyla Hârun Reşid’in derin bir tefekkür iklîmine girmesini bekliyordu.

[Meşhur ifâdesiyle tevâzû, şeref avlayan bir avcıya benzer. Bu hakîkati Mevlânâ Hazretleri idraklere şöyle arz etmektedir:

“Bütün ustalar, eser ortaya koymak, ustalıklarını sergilemek için kırık dökük yer isterler, yokluğu ararlar. Bütün sanatkârların, ustaların ustası olan, hiçbir şeye ihtiyacı bulunmayan, herkesin kendisine muhtaç olduğu Allâh’ın da yaratma yeri yokluktur (yani tevâzûdur, alçakgönüllülüktür). Nerede bu yokluk daha fazla ise, Hakk’ın işi ve yaratma yeri oradadır.

Hiç kimse yazılmış bir kâğıda yazı yazar mı? Yahut fidan dikilmiş bir fidanın yerine yeniden fidan diker mi? İnsan yazı yazmak için yazılmamış bir kâğıt alır, ekilmemiş yere to­hum eker.

Sen de, ey kardeş; tohum ekilmemiş bir yer ol, hiç yazı yazılmamış beyaz bir kâğıt kesil! «Nûn ve’l-Kalem» yazısı ile şereflen; O Kerem Sahibi sana da tohum ek­sin!”

Tevâzuun zıddı olan kibir ise, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleriʼnin ifâdesiyle; “Bele bağlanmış bir taşa benzer ki, insan onunla ne uçabilir ne de yüzebilir!” Yani gurur ve kibir yükü ile insan -mânen seviye kat etmek bir yana- sefâletlerin birinden diğerine sürüklenir durur.]

Behlül Dânâ Hazretleri, Halife Hârun Reşidʼin tefekkür deryasında daha derinlere dalması için, sözlerini şu suâl ile sürdürdü:

“–Ey Emîru’l-Mü’minîn! Bağdat ve etrafını nurlandırıp aydınlatacak rûhânî hediyeler götürüyor musun?”

Halife, bu sorudaki ince nüktenin ne olduğu konusuna açıklık getirmesi için Behlül’e:

“–Bu hediyeler nasıl olur?” diye sorunca Behlül Hazretleri:

“–İnsanlara Allah Teâlâ’nın sevgisini, O’ndan korkmayı; Allah Rasûlü’nün onlara misâl olacak güzel ahlâk ve şahsiyetini götürebiliyor musun? Ayrıca onlar hakkında temiz ve güzel düşüncelere sahip olmak da güzel bir hediyedir.” cevâbını verdi.

Bu hikmetli öğütler karşısında bir hayli duygulanan Hârun Reşid, gözlerine hücum eden yaşları gizlemeye çalışarak Behlül’den şu istekte bulundu:

“–Ey aziz dostum! Nasihatlerine lütfen biraz daha devam et!”

Behlül Dânâ Hazretleri, Halifeʼnin bu talebi üzerine, onun yüklenmiş olduğu ağır vazifenin büyük mesʼûliyetini, yumuşak bir lisan ile bir kez daha hatırlattı:

“–Unutma ki, memleketin her köşesi sana Allâh’ın bir emânetidir. Oʼnun bütün mahlûkâtı da sana zimmetlidir. Yani sen, onların her birinden mes’ûlsün. Şunu iyi bil ki, idâren altındaki yerlerin bir köşesinde bir mazlum zulme uğrasa, sen memleketin diğer köşesinde bile olsan, Allah Teâlâ bunun hesâbını senden soracaktır.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de;

«Şüphesiz ki ebrâr (muttakî, itaatkâr, hayırlı zâtlar) Naîm Cenneti’ndedir. Füccâr (yoldan sapan, isyankâr ve kötü kimseler) ise Cehennem’dedir.» (el-İnfitâr, 13-14) buyurdu.

Yani âhirette, Cennet veya Cehennem dışında gidilecek üçüncü bir yer yoktur. O hâlde hazırlığını buna göre yap!”

Halife, bu hikmet deryâsı velî zâtın gönül hazinesinden biraz daha istifâde edebilme iştiyâkıyla Behlülʼe sordu:

“–Peki, amellerimiz hakkında ne dersiniz?”

Behlül Hazretleri cevâben:

“–Ancak Allah Teâlâ’dan korkarak ve emrettiğine uygun olarak yapılan amel makbuldür.” buyurdu.

[Zira insanların takdir ve teveccühünü kazanmak veya hem Allâh’ın rızâsını, hem de insanların takdirini kazanmak düşüncesiyle yapılan ibadet ve hizmetlerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. Yapılan işleri Allah katında değerli kılacak olan, ihlâs ve samimiyet, yani bütün amelleri sadece Allah rızâsı için yapmaktır.]

Halife bu defa:

“–Peygamber Efendimiz’le akrabâlık olarak yakınlığımızın kıymeti hususunda ne dersiniz?” diye sordu. Behlül Dânâ Hazretleri:

“–Peygamber Efendimiz’e akrabâlıktan ziyâde, bildirdiği hükümlere bağlılıkta O’na yakın olmak daha mühimdir.” buyurdu.

[Zira Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, Varlık Nûru Efendimiz’le herhangi bir akrabalık bağı olmamasına rağmen, yaşamış olduğu takvâ hayatı ve sergilediği örnek şahsiyet dolayısıyla Efendimiz’in:

“Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir.” beyânının muhâtabı olmuş ve böylece lûtufların en güzeliyle taltîf edilmiştir. (İbn-i Hişâm, III, 241)

Fahr-i Âlem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e vâli olarak gönderirken, kimlerin kendisine daha yakın olduğunu şöyle bildirmiştir:

«−(Ey Muaz!) İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.» (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Yine Fahr-i Kâinât Efen­di­miz şöyle buyurmuşlardır:

«Şüphesiz benim dostlarım müttakîlerdir.» (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242)

“…Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçiremez.” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)]

Halife Hârun Reşid, konuşmasına şu soruyla devam etti:

“–Peki, söyler misin eski dostum, Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in şefâatine kavuşabilecek miyiz?” Behlül Hazretleri bu suâle de:

“–Onu ancak Allah Teâlâ bilir.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Halife:

“–Öyleyse nasıl yaşayalım, neye dikkat edelim?” diye sordu. Behlül Hazretleri:

“–Her şeyden önce Allah’tan kork. Bütün mahlûkâta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bak. Sonra her hâlinde Muhammed -aleyhisselâm-’ın sünnetine tâbî ol. Zira bu durumda en kârlı yolu seçmiş olursun.” dedi.

[Nitekim şu fânî dünya hayatında nefis ve şeytanın tuzak, hile ve desiselerinden kurtulanlar, ancak O Âlemler Sultânı’nın gönül dokusundan nasip alabilenlerdir. Ve şu hakikat hiç unutulmamalıdır ki; Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in gösterdiği yola aykırı yol tutan, ulaşmak istediği yere hiçbir zaman ulaşamayacaktır.]

Halife almış olduğu bu kıymetli nasihatlerin karşılığı olarak Behlül Hazretleriʼne:

“–Pek değerli dostum. Güzel nasihatlerinden çok istifâde ettim. Lütfen şu küçük hediyemi kabûl et.” dedi ve bir miktar altın vermek istedi. Behlül Hazretleri ise, konuşmasındaki yumuşaklığı terk ederek:

“–Onu kimden aldınsa ona ver. Mâlik olduğun her nîmetin, sana Cenâb-ı Hak tarafından verilmiş bir emânet olduğunu unutma. Bil ki mülkün gerçek sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Sen de dünyadaki yoksul, garip ve kimsesizlere infâk et. Zira onlar kıyâmet günü senin yakana yapışıp haklarını isteyeceklerdir. O hâlde bu işi burada yap. Şâyet âhirete kalırsa, onlara bir şey bulup veremezsin, o dehşetli günde kimseyi râzı edemezsin.” diye cevap verdi.

[Menfaatperest bir zihniyetin hâkim olduğu beşerî sistemlerin yapısında kalbî meziyetlere ve vicdânî fazîletlere yer yoktur. Onlarda mülk, ya toplumundur veya ferdindir. Fertler bu sistemlerde, sadece bir çarkın dişlisi olarak telâkkî edilmektedir.

İslâm’da ise mülk, Allâh’ındır. Kul, ancak bir emânetçi ve veznedar mevkiindedir. Mülk, onun asıl sahibinin rızâsı istikâmetinde kullanılmak zorundadır. Servet kazanmak için her yolu meşru görüp insanları istismâr etmek aslâ yoktur. Bilâkis İslâm iktisâdı, evvelâ insanın problemini çözmekle başlar. Paylaşmak ve başkalarına, bilhassa ihtiyaç sâhiplerine faydalı olmak; şarttır, farzdır. Öyle ki, Cenâb-ı Hak, bunu fakirlerin hakkı olarak îlân eder:

“Sâilin (muhtâcın) ve mahrûmun (iffeti dolayısıyla isteyemeyenin), onların (zenginlerin) mallarında belirli bir hakkı vardır.” (ez-Zâriyât, 19)

Bu düstur, hem serveti ölçülü kullanma tâlîmidir, hem de toplumdaki zengin ile fakir kesimlerin gönüllerini kaynaştırma vesîlesidir. Zira Cenâb-ı Hak, insanları birbirine muhtaç olarak yaratmış ve her birine ayrı imkân ve kâbiliyetler ihsân eylemiştir. Bu sebeple zengin, infak mes’ûliyetini îfâya vesîle olduğu ve kendisini farz olan bir borçtan kurtardığı için fakire teşekkür hissiyatı içerisinde olmalı, bu kulluk vazifesini yerine getirmeye muvaffak kıldığı için de Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir. Fakir de bu hayrın Cenâb-ı Hak’tan geldiğinin idrâkiyle O’na hamd etmeli; bu hayra vâsıta olan zengine teşekkür ve duâyı da ihmal etmemelidir.

İslâm’da para; bir ihtiras kaynağı değil, yerine sarf edilmesi gereken bir emânettir. Bu sebeple insan, cimrilik ve israftan kaçınmalıdır.

İsraf, lüzumsuz yere harcamak, gereksiz yere saçıp savurmaktır. Bu sebeple israf, bir nevî aşağılık duygusunu bastırma ve malıyla güç gösterisinde bulunma hâdisesidir.

Cimrilik ise, olduğu hâlde olandan vermemek, pintilik etmek demektir. Pintilik ise korkaklıktır. Fânî olan dünyalığa sığınmaktır.]

Behlül Dânâ Hazretleri parayı almayınca, Hârun Reşid:

“–Öyleyse borcun varsa söyle, onu ödeyelim.” dedi. Behlül:

“–Kûfe’de, ilim sahibi birçok sâlih zât vardır ki onlar, bir borcun başka bir borç ile ödenmeyeceğinde ittifak etmişlerdir.” dedi.

[Bu sözüyle Behlül, Halifeʼye âdeta şunu demek istiyordu:

Yani sendeki para da aslına bakarsan sana âit değil! O, vâdesi dolduğunda elinden alınacak bir borç ve emânet hükmündedir. Emâneti ise lâyıkına vermek rahmettir. Bu sebeple sen ara, bul ve onu lâyık olana ver!]

Hârun Reşid, bu güzel nasihatleri karşılıksız bırakmamak niyetiyle:

“–Bâri ihtiyacını temin edelim.” deyince, Behlül Hazretleri, kulun nasıl bir tevekkül ve teslîmiyet içerisinde olması gerektiğini ifâde edercesine:

“–İzzet ve celâl sahibi Allah Teâlâ senin Rabbin olduğu gibi, benim de Rabbimdir. Seni hatırlayıp beni unutması mümkün değildir.” buyurdu.

[Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere:

“De ki: Allâhʼın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim Mevlâʼmızdır. Onun için müʼminler yalnız Allâhʼa dayanıp güvensinler.” (et-Tevbe, 51)

“Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görür.” (el-İsrâ, 30)

“…Muhakkak ki Rabbim, her şey üzerinde, koruyucu ve gözetleyicidir.” (Hûd, 57)]

Hârun Reşid, kendisini derinden etkileyen bu hikmetli nasihatleri samimî bir yol arkadaşı ve ebedî bir istikâmet rehberi edinerek hem menziline hem de tefekkür iklîmine doğru yolculuğuna devam etti.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, şu fânî dünyada gönül incitmeden takvâ üzere yaşayıp Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini adım adım takip eden, böylece âhirette “نِعْمَ الْعَبْدُ /güzel bir kul” olarak huzûruna çıkan bahtiyarlar zümresine ilhâk eylesin…

Âmîn…