Malzemeyi Eksik Kullanmak…

Yıl: 2006 Ay: Ekim Sayı: 20

Dünya ve hayat ibretlerle doludur. Cenâb-ı Hak, bu ibretlerle, binbir mâlumdan binbir meçhule pencere açar. Böylece şu fânî âlemde kâh fırtına, kâh deprem, kâh tsunami, kâh amansız yangın ve kâh trafik kazalarıyla devamlı olarak aslında bizlere ibretle perdelerin öteleri gösterilir. Neticede bize ilâhî takdir sergilenir; hangi durumda kimler yanar, kimler batar, kimler yıkılır, kimler mahvolur, kimler kurtulur, hepsini net bir şekilde müşahede ederiz.

Bu demektir ki, hayatı ve hâdiseleri derin bir gözle okumaya, yani inen ilk âyet “ikrâ”yı kalbî bir derinlikle okumaya her zaman muhtâcız.

Meselâ depremler…

Fay hatları üzerine yeryüzünü çalkalayan bu âfetler bize ne anlatmaktadır?

Bunlardaki sayısız kader hikmeti bir yana, basîretle bakıldığında aynı zamanda her biri, yeryüzü üzerindeki köyden şehre kadar bütün yapıların sağlamlık ve çürüklük kontrolcüsü olarak da karşımıza çıkmakta değil mi? 1999 Marmara depreminde bu tabloyu çok daha yakından gördük. Kimi binalar yerle bir oldu, kimileri ağır, kimileri hafif hasar gördü. Kimileri de dimdik kaldı. Yaşanan olumlu-olumsuz bütün manzaraların sayısız sebeplerinin başında ise tek bir gerçek ortaya çıktı:

Kullanılan malzemeler… Tam ya da eksik…

Görüldü ki, eğer malzemeler tam ve doğru bir şekilde kullanılmışsa ve başka bir sebeple ilâhî bir sille de değmemişse, binalar ayakta kaldı. Fakat malzemeler eksik ve kalitesiz kullanılmışsa netice hüsran oldu. Üstelik enkaz yığınları arasında binlerce insan da fecî bir şekilde hayatını kaybetti. Yerle bir olan evlerin kimi müteahhitleri sonradan bulunup cezalandırıldıysa da, pek çoğunun hesabı mahşere kaldı.

Hâsılı binalardaki malzeme eksikliklerinin bilânçosu bize çok ağıra mâl oldu. Geç de olsa «depreme dayanıklı» şartı önem kazandı.

Bu hakikatler, dış görünüş itibarıyla hayatî olduğu kadar mânevî ibret ve hikmetlerle doludur. Bize, ruh ve gönül dünyamızda yaşanacak depremlere karşı iç âlemimizi nasıl inşâ etmemiz, yani nasıl bir İslâmî şahsiyet ve karakter kazanmamız gerektiğine işaret eden hayâtî meselelerdir. Çünkü insanoğlu, aslında en büyük depremleri iç dünyasında yaşar. İçini inşâ edememiş bir kimse, dışarıdan esecek en küçük bir rüzgarla savrulup gider. Aynı şekilde, eğer bir kimse kendini her yönüyle sağlam ve tam inşa etmemişse, yaşayacağı imtihan depremlerinde ebedî bir enkaza dönüşebilir.

Bu bakımdan dış dünyada olduğundan daha ziyade iç dünyamızda depremlere, yangınlara, tsunamilere ve kasırgalara dayanıklı bir şahsiyet inşa etmek mecbûriyetindeyiz. İslâm’ın güzellikleri, hayatımızın her safhasına ne kadar aksediyor? Îmânımız, ihlâsımız, beşerî münâsebetlerimiz, ticâretimiz, ibadetlerimiz ve âile hayatımız acaba ne kadar muhkem? En ufak bir sallantıda çatırdıyor mu, yoksa ne olursa olsun dimdik ayakta kalabiliyor mu?

Bunların cevabını verebilmek, kuru ifadelerden ziyade kalbî hayatımızın malzemelerini nasıl kullandığımıza bağlıdır. Eskiler: «Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!» derken bu hususa dikkat çekiyorlardı. Çünkü noksanını gören telâfî eder, hazırlıklı olur. Görmeyen ise, noksanlığın dayanıksızlığı içerisinde depremlere gâfil yakalanır. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar yalnız «inandık» demekle hiç imtihân edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?”

“Şânım hakkı için onlardan öncekileri de imtihân ettik. Elbette Allâh, (dîn ve îmân dâvâsında) sâdık olanlarla yalancıları bilmektedir.” (el-Ankebût, 1-3)

Demek ki îmanımız, ihlâsımız, ibadetlerimiz, beşerî münâsebetlerimiz, ticârî veya içtimâî hayatımız vesaire mutlaka devamlı olarak imtihan içindedir. Yani sürekli mânevî depremlerle test ediliyor. Bu testleri başarıyla tamamlayanlar sağlamların, diğerleri de çürüklerin sınıfına dâhil ediliyor. Kaldı ki, insanoğlunun ürettiği makinaların bile değeri, sağlamlık testlerine göre belirlenmiyor mu?

Öyleyse her hâlükârda kendimizi mîzan etmeliyiz. Bilhassa mahşerdeki muhasebeden evvel, nefsimizi hesaba çekmeliyiz. O zaman sağlamlığımız, yıkılmazlığımız, güzelliğimiz ve değerimiz daha da artar.

Kendimize öncelikle şu sualleri mutlaka sormalıyız:

Allâh’a kullukta gönül malzemelerimizin ve bize verilen sonsuz nîmetlerin ne kadarını Hak yolunda değerlendiriyor, ne kadarını nefsânî arzularımız için ziyan ediyoruz?

İbadetlerimizde hazırlıklarımız ve kalbî huşûmuz, derinliğimiz ve duyarlılığımız acaba ne kadar? Namazda, hacda, oruçta, infakta gerekli olan şartları ne kadar yerine getiriyoruz? Bunları îfâ ederken kalbimiz ne âlemde? Acaba onların ne kadarını -tabir caizse- ıskartaya çıkarıyoruz? Hayatımızın senaryosu, kıyamette önümüze konacak: “Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana kâfîdir!” (el-İsrâ, 14) denilmeyecek mi? Orada hislerimizi ve niyetlerimizi de seyretmeyecek miyiz?

 Beşerî hayatta sorumluluklarımızı eksiksiz yapabiliyor muyuz?

Âile binasında ana direklerimiz sağlam mı? Temelde ve çatıda kullandığımız mes’ûliyet, hizmet ve muhabbet malzemeleri ne kadar? Kâfî mi, değil mi? Vefa ve sadakat harcımız demir gibi mi, yoksa kum gibi dağılıyor mu?

Bu suallerin doğru cevabını vermemiz, sadece kendimiz için değil, başkaları için de çok mühimdir. Çünkü bahsettiğimiz hususlarda ruh binaları yıkıldığında, enkaza dönen sadece bir kişi olmuyor. Bundan başta çoluk-çocuk büyük zarar görüyor. Sonra bu zarar, topluma sıçrıyor ve koca bir cemiyet yaralanabiliyor.

Dolayısıyla hayatta her şeyimiz tam olmalıdır. Bilhassa gönül dünyamız!.. Meşhur meseldir: “Yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder.” Aynen bunun gibi her şeyin yarımı, peşinden bir âfet getirir. Îmanın, ibadetin, muâmelenin, âile hayatının velhâsıl ömür binamızı oluşturan hangi husus olursa olsun, bunlardaki her türlü yarımlık, bir bakıma her türlü yıkımın acı habercisidir.

Düşünmeli ki, Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği nîmetler ve kâinâttaki ilâhî kudret akışlarının âhenginde herhangi bir yarımlık ve eksiklik var mı? Aksine âyette: “Allâh’ın nimetlerini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız!..” (en-Nahl, 18) buyrulduğu gibi üzerimizdeki ilâhî lutufları saymaya bile gücümüz yetmez. Her şey sonsuz fazlasıyla tam, kusursuz ve eksiksiz!.. Onun için hesabı da ağırdır!.. Bu sebeple bütün bu nimetleri bize ihsan eden âlemlerin Rabbi hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalı; bu sayısız nimet mukabilinde hamd, şükür ve zikirle dâima yâd edilmelidir. Zira Cenâb-ı Hak îkaz ediyor:

“Nihâyet o gün dünyada faydalandığınız nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz!” (et-Tekâsür, 8)

O hâlde insanoğlunun, kendisine ihsân buyrulan her nimeti kıvâmınca ve Hak rızasına endeksli olarak kullanması zarûrîdir. Aksi takdirde malzemeyi eksik kullanarak hem şahsının hem de birçok insanın zarar görmesine sebep olur.

Dolayısıyla bu hususta ilâhî hesaptan peygamberler bile hâriç tutulmamıştır. Âyet-i kerimede buyrulur:

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri sorguya çekeceğimiz gibi, gönderilen peygamberlere de mutlaka soracağız.” (el-A’râf, 6)

Kendileri cennetle teminat altında olan peygamberlere de böyle bir ilâhî îkaz yapılması çok düşündürücüdür. Bu durumda âkıbeti hakkında hiçbir teminat bulunmayan bizler, Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği imkân ve istidatları nasıl kullanmamız gerektiğini, bir kez daha tefekkür etmeliyiz.

Bu tefekkür, hayatımızın her alanını derinlemesine de, genişlemesine de kuşatmalıdır. Bilhassa zamanımızda çatırdamaya başlayan âile binasını, daha bir hassasiyetle gözden geçirmeli, sağlamlaştırmalı ve her bakımdan huzur iklîmi hâline getirmeliyiz.

Çünkü âile hayâtımız, dünyâdaki ve âhiretteki saâdetimiz veya felâketimizin en büyük sebebidir.

Sağlam bir âile binası, temel harcı Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin rûhâniyeti ile atılan feyizli ve bereketli cennet yuvalarıdır.

Bu mübârek yuvada; kadın ve erkek, nikâhla Allâh adına söz vererek birbirlerinin helâli olmuşlardır. Dolayısıyla nikâh akdiyle iki tarafın da birbirlerine karşı hak ve mesûliyetleri başlamıştır.

Bu mübârek yuvada; kadın ve erkek, âilenin birbirlerini tamamlayan boyutlarıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, her ikisine de farklı husûsiyetler ve bunun netîcesinde de farklı mükellefiyetler vermiştir.

Bu mübârek yuvada; hanımlar, üzerlerine düşen vazifeler îcâbı hayâ, edeb ve yüksek hissiyat sâhibi oldukları için çocuk bakımına teşne bir yaratılıştadırlar. Dolayısıyla neslin terbiye ve muhâfazasındaki rolleri son derece büyüktür.

Bu mübârek yuvada; babalar ise; hissîlik yerine daha ziyâde akıl, mantık ve irâde ile muttasıftırlar. Âilenin şeref ve namusunu korumak ve nafakasını temin etmekle mükelleftirler.

Bu mübârek yuvada; erkek ve kadın her iki taraf için de âyet-i kerîmede:

“…Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz…” (el-Bakara, 187) buyrulmuştur.

Bu ifâdeler, âile hayâtı içerisinde Allâh’ın lutfettiği fıtrî sermâyeleri en verimli bir şekilde kullanmanın lüzûmunu ifâde etmektedir. Bu fıtrî sermâyelerin yerli yerince kullanıldığı takdirde âilede cennet huzuru yaşanır. Bunun için davranışlarda rûhaniyet olmalı ve vakar ile kibir, tevâzu ile zillet, samimiyet ile lâubâlîlik arasındaki hassas ölçülere riayet edilmelidir. Ancak o zaman âile fertleri arasındaki muhabbet bağları dengeli bir şekilde tesis edilmiş olur.

Ayrıca yeni bir âile yuvası kuran hanım ve erkeğin önemle üzerinde durması gereken iki mesûliyeti vardır:

1. Yaşlanan anne ve babaya hizmet etmek,

2. Hayırlı bir nesil yetiştirmek.

Yaşlanan anne ve babalarına karşı bîgâne kalmayıp onlarla ilgilenmek, hem dînî, hem de insânî bir vazîfedir. Çünkü o anne-babalar, evlâtları âcizlik içerisinde dünyâya gözlerini açtığında onlara kol-kanat germişlerdi. Şimdi de o anne-babalar, acziyet devresindeyken Cenâb-ı Hak tarafından evlâtlarına emânet edilmiş ve bir nevî vefâ borçlarını yerine getirmeleri istenmiştir.

Ebeveyne hizmetin nasıl olması gerektiği hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «üf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.” (el-İsrâ, 23)

“Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et!» diyerek duâ et.” (el-İsrâ, 24)

Mevlânâ Hazretleri de, anne-baba hakkına riâyetin ehemmiyetini şöyle dile getirir:

“Anne hakkına dikkat et!.. Onu başında taşı!.. Zira anneler doğum sancısı çekmeselerdi; çocuklar, dünyaya gelmeye yol bulamazlardı.”

“Allah’ın kul üzerindeki haklarından sonra anne hakkı gelir. Çünkü kerem sahibi Allah, annenin bedeni içinde sana şekil vermiştir. Seni karnında taşıması için, ona sevgi ve şefkat bağışlamış, kendisine tatlı bir muhabbet ve engin bir şefkat lutfederek, onu seninle huzura kavuşturmuştur.”

“Böylece annen, seni kendisinin bir parçası olarak telâkkî etmiştir. Ancak dokuz ayın ardından Cenâb-ı Hakk’ın şaşmaz kanunu gereği seni oradan ayırmıştır.”

“Cenâb-ı Hakk’ın sayısız kudret nişânesinden biri olan anne yüreği, Allah Teâlâ’nın sana olan muhabbetinin bir aynasıdır. O muhabbet sayesinde anneler, evlatlarını bağrına bastı, her türlü kötülükten onları esirgedi ve şefkatle kucakladı.”

“Böyle olmakla beraber, şunu unutma ki, Allah’ın senin üzerindeki hakkı, anne hakkından daha ötedir. Kim Hâlık’ın hakkını bilmez ve O’na kulluktan geri kalırsa, o insanlığa vedâ etmiş, diğer mahlûkâtın seviyesine düşmüş demektir.”

Hayırlı bir nesil yetiştirmek ise, âile hayatının yegâne gayelerinden biri olarak Hak katında mükâfatı büyük yüce bir ibadettir. Diğer taraftan asil bir nesil yetiştirmek, aynı zamanda insanlık muktezâsı olan ulvî bir duygudur.

Unutmamalıdır ki; çocuklar, anne-babaya ihsân edilen ve Peygamberimizin ifâdesiyle «gönül meyvesi» olan ilâhî emânetlerdir. İslâm fıtratı üzere anne-babalarına teslîm edilen çocukların saf ve berrak kalbleri, temiz bir toprak misâli işlenmeye hazır, ham bir cevherdir. İstikbalde onların diken veya gül olması, acı veya tatlı meyve vermesi, onların nasıl eğitildiklerine bağlıdır. Bir Hak dostu şöyle buyurmuştur:

“Câhillerin sonunda göreceği şeyi, akıllı anne-babalar önceden görür.”

Bu yüzden çocukların maddî ihtiyaç ve istekleri karşılandığı gibi mânevî ihtiyaçlarının da giderilmesi zarûrîdir. Allâh’ın, anne-babaya vermiş olduğu bu büyük nimetleri heder etmeden, onları Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı bir şekilde büyütmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde bu kendileri için hesâbını ödeyemeyecekleri ağır bir âhiret vebâli olacaktır.

Ama evlâdımızı eğitirken öncelikle şunu da bilmeliyiz: “Eğer kusursuz bir evlât istiyorsak; kusursuz bir anne-baba olmak mecbûriyetindeyiz.”

* * *

Velhâsıl güneş, bütün dünyâyı aydınlattığı gibi İslâm da insanın beşikten teneşire kadar hayatının her safhasına ışık tutar. Bu ışık altında evine helâlinden ekmek götürmek için alın teri döken bir baba da ibâdet hâlindedir, vatanı düşman çizmesi altında kalmasın diye nöbet bekleyen bir asker de… Sâlih bir evlât yetiştirme derdinde olan anne ve baba da cemiyet hayatına ait bir ibâdet îfâ etmektedir. Hâsılı Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği nimetleri, dünyada huzur, kabirde huzur ve âhirette huzur için ziyân etmeden kullanabilmek şarttır. Ancak o nîmetler, nefis ve ten rahatlığı için kullanılırsa “malzeme ziyan edilmiş” ve:

“Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz…” (Âl-i İmrân, 186) âyetinde bahsedilen ilâhî imtihan ne yazık ki kaybedilmiş olur.

Hâsılı, bilinmelidir ki bütün nîmetler O’ndandır ve O’na âittir. Bu yüzden, ârif gönüller dâimâ:

“Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen!..

Ne verdinse odur dahî nemiz var!..”

beytinin ifâde ettiği istikâmette bir şuura sahiptir.

Ama ne tuhaftır ki pek çok insan, birkaç gün misafir olarak bulunduğu dünyada o kadar ibret tecellîlerine rağmen gâfil yaşar. Her gün cenâze sahnelerini seyrettiği hâlde, ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybedilmesi her an muhtemel olan fânî emânetlerin dâimî sâhibi sanır. Bu dünya misafirhânesinde kendisine ihsan edilen o hadde ve hesaba gelmez nimetlerin kadrini bilmez ve nîmetin gerçek sahibini unutarak nankör bir hayat sürmeye devam eder. Düşünmez ki böyle bir hayatın sonu, yani verilen emanetleri eksiltmeye ve harab etmeye yönelik bir yaşayışın neticesi, âhiret depreminde telâfî edilemeyecek bir enkaz ve hüsrandan ibaret olacaktır.

Rabbimiz böyle bir âkıbetten hepimizi muhâfaza buyursun! Bize şu dünyada nîmetin gerçek sâhibini tanımayı nasîb etsin… Dünyâda sahip olduklarımızı uhrevî bir kazanca dönüştüren cömertlik ve infak hasletinden bizlere hisseler nasîb eylesin. Hakkını îfâ edemediğimiz nîmetler husûsunda da bize rahmetiyle muâmele buyursun… Başta âile yuvamız olmak üzere bütün gönül binalarımızı birer cennet sarayına dönüştürsün!..

Âmin!..