Maîşet Temini ve İnfakta İSRAF -6-

2006 – Mayis, Sayı: 243, Sayfa: 032

İlâhî bir imtihan gâyesiyle içinde yaşadığımız bu cihan, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin hikmetli tecellîleriyle dolu olan sayısız nîmetlerle tezyîn edilmiştir. Bu nîmetler, Allâh’a kulluğa seviye kazandırabileceği gibi, -bunun zıddına- kulun gafleti netîcesinde bir fitne ve hüsran sebebi hâline de gelebilir. Hepsi birer ilâhî emânet olan bu nîmetleri aslî gâyeleri dışında veya nefsânî ve şeytânî gâyeler uğrunda hebâ etmek, büyük bir israf çılgınlığıdır.

Hakîkaten Cenâb-ı Hak, yerde ve gökte ne varsa hepsini insana âmâde kılmış, lâkin bu nîmetlerin kıyâmette hesâbının verileceğini de beyân etmiştir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Sonra, yemin olsun ki, o gün (size verilen) her nîmetten sorulacaksınız!” (et-Tekâsür, 8)

“Muhakkak ki siz, mallarınız ve canlarınız husûsunda imtihan olunacaksınız…” (Âl-i İmrân, 186)

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

Nîmetlerin sarf edilişindeki aşırılık ve haddi aşmayı ifâde eden isrâfın en hazin olanı, Allâh’ın koymuş olduğu ilâhî hudutları çiğnemek sûretiyle ebedî âhiret saâdetini sonsuz bir hüsrâna çevirmektir.

Iyâs -rahmetullâhi aleyh-:

“Allâh’ın emirleri dışına taşan her şey israftır!” demiştir.

Hâlbuki insanoğlu, gafleti sebebiyle isrâfı ekseriyetle maddî nîmetlerde yapılan ölçüsüz harcamalar olarak telâkkî eder. Böylece israf mefhûmunu zihninde dar bir çerçeveye hapseder. Fakat maddî nîmetlerde israf nasıl haram kılınmışsa, mânevî nîmetlerde israf da aynı şekilde haram kılınmıştır. Hattâ mânevî nîmetlerde yapılan israf ve ölçüsüzlük, daha ağır bir vebâl ve hüsrânı mûciptir.

Âhiret saâdetinin hebâ olmasına sebebiyet verebilecek maddî ve mânevî israfların en mühimlerinden biri de maîşet temininde, günlük harcamalarda ve infakta yaşanan israflardır.

Allâh Teâlâ, bütün kullarının rızkını takdîr etmiştir. Nitekim rızkın ilâhî teminat altında olduğu, âyet-i kerîmelerde şöyle beyân edilmektedir:

“Ben, insanları ve cinleri, yalnızca Bana kulluk etmeleri için yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Ben’i doyurmalarını da istemiyorum. Asıl rızık veren, kâmil kuvvet ve tam iktidar sahibi olan, Allâh Teâlâ’dır.” (ez-Zâriyât, 56-58)

“Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allâh’tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60)

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allâh’ın üzerinedir. Allâh o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da)’dır.” (Hûd, 6)

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde ilim, kudret ve merhametinin sonsuzluğunu beyân etmektedir. Hakîkaten bizler, toprağın karanlıklarında, yerin gizli dehlizlerinde, okyanusların derinliklerinde yaşayan canlıların sayısını bile tahayyül edemezken, bir de onların her birine âit bütün bilgilerin Allâh katında mevcûd olması, hattâ onların beslenme ve geçimlerinin dahî ilâhî taahhüd altında bulunması, ne muazzam bir kudret tecellîsidir. Bu bakımdan bizler, rızkımızın peşinde koşarken, bize bu nîmetleri ihsân eden “Razzâk” ile ne kadar derin bir kalbî berâberlik hâlinde olmamız gerektiğini tefekkür etmeliyiz…

Rızık husûsunda Allâh Teâlâ’nın kullarına kefîl olmasının, aynı zamanda ilâhî bir kudret tecellîsi olduğu, hadîs-i şerîflerde ne güzel ifâde edilmektedir:

“Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık husûsunda ye’se düşmeyin. Zîrâ insanı annesi kıpkızıl (yâni çırılçıplak ve) üzerinde hiçbir şey olmadığı hâlde doğurur, sonra Azîz ve Celîl olan Allâh, onu her çeşit rızıkla rızıklandırır.” (İbni Mâce, Zühd, 14)

“Allâh çok zengindir. İnsanların yiyip içtikleri ve harcadıkları şeyler O’nun hazînesinden hiçbir şey eksiltmez. O, çok cömerttir, gece-gündüz ardı arkası kesilmez infaklarda bulunur. Yerin ve göklerin yaratılışından beri Allâh’ın infâk ettiklerini bir düşünün! Bunlar, O’nun mülkünden hiçbir şey eksiltmemiştir…” (Buhârî, Tevhîd, 22)

Bu bakımdan, rızık temini husûsunda aşırı endişeye kapılıp ifrata sürüklenmek, nefsânî bir ihtirastır ve bundan sakınmak gerekir. Bize düşen, Allâh’ın hakkımızda takdîr ettiği rızkı, sebeplere yapışarak helâl yollardan kazanmaya çalışmaktır. Bu çalışma netîcesindeki ilâhî takdîri de kendimiz hakkında hayır telâkkî ederek rızâ hâlinde yaşamaktır. Rızık konusunda yersiz endişelere kapılarak Razzâk’ı, yâni rızkı veren Allâh’ı unutmak ve çok kazanma hırsıyla haram yollara sapmak; maîşet temininde ilâhî hudutları çiğneyerek isrâfa kaçmak demektir. Buna mukâbil, “Nasıl olsa rızkımız ezelde takdîr edilmiş, yorulmaya ne lüzum var.” gibi tembelliğe prim veren nefsânî bir düşünceden de sakınmak îcâb eder. Zîrâ bu, bir ifrattan kaçınayım derken, bir tefrite düşmek demektir.

Cenâb-ı Hak, maîşet temininde hırs ve cimrilik gösterip haddi aşanların ve dünyâ servetine gönül kaptıranların âhiretteki fecî hâlini şöyle beyân eder:

“Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin vay hâline. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! And olsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalblerin tâ üstüne çıkan ateşidir. Onlar (bu ateşin içinde) uzatılmış sütunlara bağlanmışlar ve o vaziyette o (ateş) üzerlerine kapatılmıştır.” (el-Hümeze, 1-9)

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de, ümmetinin maîşet temininde isrâfa kaçarak îtidalden uzaklaşabileceği husûsundaki endişesini şöyle dile getirmiştir:

“Benden sonra size dünyanın çiçeklerinin (nîmetlerinin) ve zînetlerinin açılmasından (ve onlara gönlünüzü kaptırmanızdan) korkuyorum!” (Buhârî, Zekât, 47)

İbâdetleri ve ictimâî hizmetleri ihmâl ettirecek derecede bir meşgûliyet câiz olmadığı gibi, âilenin mahrûmiyet ve perişanlığına sebep olacak kadar tefrite saplanmak, yâni umursamazlık ve tembellik göstermek de haramdır. İbâdet ve ictimâî vazîfeleri ihmâl ettirmeyen, yıpratıcı olmayan, dengeli bir çalışma düzeni ile âileye saâdet getirecek helâl bir kazanç; israftan uzak, makbul ve bereketli bir yoldur.

Diğer taraftan, dünyâ serveti; en yakınlardan başlayıp toplumdaki âcizlere, kimsesizlere, gariplere hayr u hasenatta bulunmak sûretiyle, vicdan huzûruna ve âhiret saâdetine ermek için kazanılmalıdır. Zîrâ cömertlik ve merhamet, mü’minin tabiat-i asliyesi olmalıdır. Hadîs-i şerîfte gerçek merhamet şöyle ifâde edilir:

Birgün Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” dediler.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310)

Îmânın en büyük meyvesi merhamettir. Merhametin de en mühim tezâhürü, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için, bütün imkânlarla muhtaçların yardımına koşmaktır. Yâni Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, ondan mahrum olanlara infâk etmektir.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sâhibi olmak, rüyâda defîne bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.”

Bu bakımdan malı-mülkü hiç infâk etmeyip, onu tamâmen -mânevî terbiyeden mahrum yetişen ve nasıl harcayacakları meçhûl olan- mîrasçılara bırakmak, ağır bir âhiret hesâbı yüklenmek olur. Bu ise, selîm bir aklın kârı değildir. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…Altın ve gümüşü yığıp Allâh yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azâb ile müjdele!” (et-Tevbe, 34)

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- birgün ashâbına sordu:

“–Hanginize mîrasçısının malı, kendi malından daha sevimlidir?” Onlar:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hepimiz kendi malımızı daha fazla severiz!” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“–Kişinin kendi (aslî) malı, hayır yaparak önceden (âhirete) gönderdiği, mîrasçısının malı ise, harcamayıp geriye bıraktığıdır!” buyurdu. (Buhârî, Rikâk, 12)

Şeyh Sâdî, nîmetleri kullanma husûsunda şu tavsiyelerde bulunur:

“Para yığmakla yükseleceğini sanma! Duran su fenâ kokar. Bağışlamaya ve infâk etmeye çalış. Akan suya gökler yardım eder; yağmur yağdırır, sel gönderir, onu kurutmaz. Akıllı insanlar, mallarını öbür âleme giderken beraberlerinde götürürler. (Yâni önceden Allâh yolunda infâk ederler.) Ancak cimrilerdir ki, hasretini çekerek burada bırakır giderler.”

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e bir adam geldi ve şöyle dedi:

«–Ey Allâh’ın Elçisi! Hangi sadakanın sevâbı daha büyüktür?»

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle cevap verdi:

«–Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, (veya bunun zıddına) daha çok zengin olmayı arzularken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de “falana şu kadar, filâna bu kadar” demeye bırakma. Zîrâ o mal, zâten vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât, 11)

Abdullâh bin Şihhîr -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Birgün Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-,

Tekâsür Sûresi’ni okuyordu. Sûreyi okuyup bitirince şöyle buyurdu:

«Âdemoğlu, malım malım deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var ki!?»” (Müslim, Zühd, 3-4)

Yine Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-

Hadîs-i Şerîflerinde şöyle buyurmuştur:

“Sizden hanginiz canı ve malı emniyet içinde, vücûdu sıhhat ve âfiyette, günlük azığı da yanında olduğu hâlde sabahlarsa, sanki bütün dünya kendisine verilmiş gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 34)

“İslâm’ın dosdoğru yoluna ulaştırılan ve geçimi yeterli olup da buna kanaat eden kimse, ne kadar mutludur!” (Tirmizî, Zühd, 35)

“Müslüman olan, kendisine yeteri kadar rızık verilen, Allâh’ın kendisine verdiği nîmete kanaat eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (Müslim, Zekât, 125)

Ebû Ümâme Iyâs İbni Sa’lebe -radıyallâhu anh- da şöyle der:

“Birgün ashâb, Allâh Rasûlü’nün yanında dünyadan bahsettiler. Bunun üzerine Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

«Siz işitmiyor musunuz? İşitmiyor musunuz? Sâde yaşamak îmandandır; sâde hayat sürmek îmandandır.» (Ebû Dâvûd, Tereccül, 2)

Nitekim, önceleri sâlih biriyken ihtirâsa kapılıp zengin olmak için duâ isteyen Sâlebe’ye, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuştur:

“Şükredebileceğin az bir mal, şükredemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.”

Sâlebe, zengin olma arzusunu tekrar edince bu defâ da Efendimiz kendi mütevâzı yaşantısını hatırlatarak:

“Sâlebe! Benim hâlim sana kâfî bir misâl değil midir?” buyurmuştur. Sâlebe yine ısrar edince, Peygamber Efendimiz de duâ etmişti. Çok geçmeden Sâlebe zengin olmuştu. Lâkin Efendimiz’in buyurduğu gibi, sahip olduğu servetin şükrünü îfâ edememiş ve nefsine mağlûb olarak hazin bir âkıbete dûçâr olmuştu. (Bkz. Taberî, Tefsîr, XIV, 370-372; İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 388)

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur:

“Âdemoğlunun şunlar dışında bir hakkı yoktur: Oturacağı ev, bedenini örtecek elbise, yiyecek ekmek ile su koyacak kap.” (Tirmizî, Zühd, 30)

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, mü’minlerin israftan uzak, mütevâzı bir hayat yaşamalarını arzu buyurur, bunu da bizzat kendi yaşantılarında tatbik ederlerdi. Hiçbir baba, kızını, Peygamber Efendimiz’in Fâtıma vâlidemizi sevdiği kadar sevemez. Allâh Rasûlü yolculuğa çıkacağında âilesinden son olarak kızı Fâtıma’ya vedâ eder, döndüğünde ise ilk olarak ona uğrardı. Kendisine bir yemek ikrâm edilse, “Kızım Fâtıma açtır, ona götürün.” buyururdu. Bu kadar ihtimam gösterip aziz tuttuğu hâlde, kızı Fâtıma’nın dünyâya karşı en ufak bir meyline mahal vermez, onu dâimâ zühd ve takvâ ile uhrevî saâdete yönlendirirdi.

Birgün Efendimiz, sevgili kerîmesi Fâtıma’da bir gerdanlık gördü. O ince ve zarif hanım, babasının memnûniyetsizliğini kavramakta gecikmedi. Derhal gidip o gerdanlığı sattı ve parasıyla bir köle alıp âzâd etti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, kızının bu yaptıklarından son derece mesrûr oldu. (Bkz. Nesâî, Zînet, 39)

Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, zayıf ve nahif bir hanımdı. Ev işleri ise hayli meşakkatli ve yorucuydu. Onun evi bir odadan ibâretti. O odada Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- ocağını yakar, yemeğini pişirmeye çalışırdı. Bâzen ateşi üflerken çıkan kıvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Evi süpürmekten de üstü başı toz toprak içinde kalırdı. Un öğütmek için değirmen taşını çevirmekten elleri, su taşımaktan da sırtı yara içinde kalmıştı.

Bir ara Allâh Rasûlü’ne bâzı köleler getirilmişti. Hazret-i Fâtıma, bunlar içinden kendisine bir yardımcı vermesini babasından taleb etti.

Lâkin Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, dünyâdaki en sevgili varlığı olan kızı Fâtıma’yı, yine takvâya yönlendirerek:

“-Ey Fâtıma! Allâh’tan ittikâ et! Allâh’ın emirlerini ihlâs ile edâ et! Âilenin işlerini yap! Yatağına girince otuz üç kere sübhânallâh, otuz üç kere el-hamdü lillâh, otuz dört kere Allâhu ekber, de! Böylece hepsi yüz yapar. Bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” buyurdu.

Bunun üzerine Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- da:

“-Allâh’tan ve Allâh’ın Rasûlü’nden râzıyım!” dedi. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ona hizmetkâr vermedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Harac, 19-20/2988)

Diğer bir rivâyette Efendimiz’in şunları da söylediği nakledilmektedir:

“Vallâhi Ehl-i Suffe açlıktan mîdelerine taş bağlar ve ben de onlar için harcayacak bir şey bulamazken, size hizmetçi veremem. Esirlerin karşılığında fidye alacağım ve bu geliri Ashâb-ı Suffe için harcayacağım.” (Ahmed, I, 106)

İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, evlâdını böylesine mütevâzı bir yaşantı içinde yetiştirerek onu dâimâ takvâya yönlendirmiştir. Böylece o, ümmetin sâliha hanımlarına numûne-i imtisâl olmuştur. Zîrâ o Fâtıma vâlidemiz ki, ehl-i beyte, altın silsilelere, yâni Şâh Geylânîlere, Bahâeddîn Nakşibendîlere, Ahmed er-Rufâîlere ve daha nice evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne “ana” olacaktı.

Velhâsıl, kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere örnek olarak gönderilen Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, sâde ve mütevâzı yaşantısıyla da numûne-i imtisâl bir hayat sürmüştür. Nitekim O’nun bu hâli, duâlarına şöyle aksetmiştir:

“Allâh’ım! Muhammed âilesinin rızkını kendilerine yetecek kadar ihsân eyle.” (Buhârî, Rikak, 17)

Zamanımızda sıkça yaşanan rûhî buhranların temelinde; haksız kazanç, kul hakkı, kanaatsizlik ve daha çok kazanıp daha çok tüketme ihtirâsının yer aldığı mâlumdur. Bu çok kazanma hırsını ve harcamalardaki israf çılgınlığını bertarâf edebilmek için, insanları dâimâ kul hakkından sakındıran ve helâl kazanca teşvik eden İslâmî kâidelere îtinâ göstermek îcâb eder. Zîrâ kazancın helâlliği veya haramlığı, kişinin ibâdet ve muâmelâtına tesir eder, dolayısıyla kaderine dâhil olur. Çocuklarımızın müsbet veya menfî davranışlarının zeminindeki temel sâik de budur. Yâni evlâtlarımızın kusursuz olmalarını, menfî ve süflî tesirlerden uzak kalmalarını istiyorsak, ilk başta kazancımızın helâlliğine dikkat etmeliyiz.

Süfyân-ı Sevrî -rahmetullâhi aleyh- buyurur:

“Kişinin dindarlığı, gıdâsının helâlliği nisbetindedir.”

Kalbler, Allâh’ın emirlerine ve Rasûlü’nün sünnetine itaat hâlinde olursa, vücutlar feyiz ve hayır menbaı olur. Şüpheli ve harâma bulaşan vücutlar ise, kötülük menbaı hâline gelir.

Bu bakımdan Hazret-i Peygamber’i sevenler, O’nun öğütlerine gönül verecek, israf ve cimrilikten sakınarak helâl rızka îtinâ edecek, böylece O’nun nurlu yolunda yürüyerek ötelerde de O’nunla beraber olma saâdetini tadacaklardır.

Diğer taraftan, her devrin îcap ve ihtiyaçları farklıdır. Bu ihtiyaçlar ehemmiyet derecelerine göre giderilmelidir. Yapılan bir yardım, ihtiyâcı gidermeye mâtuf değilse, o da takdir hatâsı sebebiyle bir nevî israf olur. Meselâ toplum îmanlı, haysiyetli ve vatanperver insana muhtaç iken ondan daha alt seviyedeki ihtiyaçlara harcama yapmak gibi…

Dînî yaşantının, ahlâkın ve mânevî duyguların zaafa uğradığı bir zamanda da en mühim ihtiyaç, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyetinden feyizlenmek ve dînî, ahlâkî, mânevî eğitimin seviyesini yükseltmeye çalışmaktır.

Allâh Teâlâ, infâk ederken ona en muhtaç olanı tesbit etmenin lüzûmuna ve muhtaçları tanımanın mü’minlerde bir meleke hâline gelmesinin ehemmiyetine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır:

(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273)

Daha fazla ihtiyaç sahipleri varken, şahsî yakınlık duyduğumuz bir kimseye, ihtiyacından fazlasını vermek de israftır. Bu sebeple fakirlerin ihtiyaçlarına göre infâk etme zarûreti vardır.

Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hususta şöyle buyurur:

“Nice servet sâhipleri vardır ki, onların lâyık olmayanlara vermemeleri, vermelerinden daha hayırlıdır. Bu yüzden, Allâh’ın verdiği malı, ancak Allâh’ın emrine göre harca! Yersiz infak, âsî bir kölenin, güyâ ihsanda bulunuyorum diye, pâdişâhın malını eşkıyâya dağıtmasına benzer.”

Bilhassa vakıf ve dernek yetkilileri, yardım tevziâtı esnâsında bu husûsu göz önünde bulundurmalı ve daha hassas bir şekilde hareket etmelidirler.

Bir de şuna dikkat etmek lâzımdır ki, bir şahıs için israf veya cimrilik olarak değerlendirilebilecek bir tavır, başka birisi için böyle olmayabilir. Çünkü maddî-mânevî nîmetlere sâhip olanların her birinin imkânları farklı farklıdır. Bu yüzden kulun, Allâh’a karşı mes’ûliyet ve mükellefiyeti için “vüs’at” yâni tâkat ölçüsü konulmuş ve âyet-i kerîmede:

“Allâh, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef tutar…” (el-Bakara, 286) buyrulmuştur. Bu da, ilâhî mîzanda hiç kimsenin mes’ûliyetinin, bir başkasınınkine eşit olmadığını göstermektedir.

Bu yüzden sâhip olunan imkânlara nispetle yapılabilecek yardımın âzamîsini yapmaya çalışmak, kâmil bir îmânın muktezâsıdır. Zîrâ muktedir olunup da yapılmayan iyiliklerden dolayı da îlâhî mîzanda büyük bir borç ve mükellefiyetle karşılaşılacağı muhakkaktır.

Diğer taraftan, toplumdaki insanların cömertlikteki seviyesine bakarak az bir yardımla kendini cömert addetmek de kuru bir tesellîdir. Bu sebeple biz mü’minler, infak husûsunda da Hazret-i Peygamber

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve O’nun güzîde ashâbını kendimize kıstas edinip onların hâline ulaşmaya çalışmalıyız. Çünkü umûmun yardım ve cömertlik anlayışına îtibâr ederek, sâhip olunan imkânlara nispetle az miktarda yardımda bulunmak sûretiyle insan, bâzen mükrim ve cömert telâkkî edilmek yerine, Hak katında mücrim ve cimri bile olabilir.

Cenâb-ı Hak, her hususta haram ve şüphelilerden kaçınabilmemizi nasîb eylesin! İsraf ve cimrilikten kalblerimizi muhâfaza buyursun! Lutfettiği bütün nîmetleri rızâ-yı ilâhîsi istikâmetinde kullanarak huzûruna yüzakı ile çıkabilmemizi ihsân eylesin!

Âmîn!