Lokman Hakîm -aleyhisselâm- -5-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2013 – Ocak, Sayı: 323, Sayfa: 032

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Yavrucuğum! (Hakk’ın) vaad ettiği şeyler, size doğru hızla geliyor. Sizler de âhirete doğru koşarak gidiyorsunuz. Dünya sizden ayrılmak için arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise size doğru (koşarak) geliyor. Şüphesiz ki kendisine doğru gittiğiniz (sonsuzluk) diyârı, içinden çıkıp ayrıldığınız (fânîlik) diyârından size daha yakındır.”[1]

[İnsanoğlunun hayat mâcerası, başlıbaşına bir ibret sahnesidir: İnsan, dünyaya hiçbir şeyi olmadan gelir. Dünyaya âit hiçbir şeyi de yanında götüremez. Rabb’imiz, biz kullarını, fânî dünyanın yaldızlı câzibeleriyle imtihan eder. Mânevî terbiyeden geçmemiş bir insan, bu apaçık gerçeği bile bile, dünya muhabbetiyle hırsa kapılır. Bir gün vedâ edeceği şeyler için, ilâhî hu­dutları çiğner. Sonsuzluk diyârı olan âhiretini mahvetmek pahasına, fânîlik diyârı olan dünyasını îmâr etmekle uğraşır durur.

Hâlbuki bütün fânî nîmetler bir kişinin olsa, ve o, zevk u safâ üzere bin yıl yaşasa ne fayda! Sonunda gideceği yer, bu kara toprağın dar bir çukuru değil midir? Dünya vefâsızdır; verdiği her şeyi bir gün mutlakâ geri alır. Kula ise yalnızca hesâbı ve azâbı kalır. Bu itibarla, âhiretten habersiz yaşanan bir dünya hayatı, saâdet ve saltanat içinde geçmiş olsa bile, hakî­katte bir ebediyet iflâsından başka nedir ki?!

Asıl saâdet, bu fânî cihanda Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını, muhabbetini ve dostluğunu kazanarak ebedî hayata selîm bir kalp ile intikal edebilmektir. Gerçek akıllı kimse de, ölümü hatırından çıkarmayan ve âhirette gitmek istediği yere göre, bugünden hazırlık yapan kimsedir. Zira Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18) buyurmaktadır.

Diğer taraftan Hak Teâlâ; “fecre andolsun” buyurarak bütün mahlû­kâ­tın yeni bir güne uyandığı o büyük âna yemin ediyor. Demek ki Rabb’imiz, o ânın hikmetlerine dikkat kesilip onun tefekküründe derinleşmemizi istiyor. Biz de her fecir vakti, şöyle bir tefekkür iklîmine girmeliyiz:

Cenâb-ı Hak bana ömür takviminden yeni bir sayfa açtı. Hâlbuki bu yeni fırsatı nicelerine vermedi. Dün hayatta olan pek çok insan, bugün hayatta değil. Bu yeni gün, beni dünyadan bir gün daha uzaklaştırdı, âhirete ise bir gün daha yaklaştırdı. Aldığım her nefes, beni son nefese yaklaştırıyor. O hâlde bugünümü nasıl değerlendirmeli, bugünkü sayfamı nelerle doldurmalıyım? Zira Kirâmen Kâtibîn meleklerinin kaydını tuttuğu günlüğüm, ilâhî mahkemenin dosyası olarak kıyâmete havâle edilecek…

Bu itibarla, gerçek hayatın âhiret olduğunu ve bu fânî dünyaya âhireti kazanmak için gönderildiğimi aslâ unutmamalıyım. Bugünümü, son günüm olabileceği şuuruyla yaşamalı, her nefesi son nefes bilmeliyim.

“Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” buyruluyor. Yarın sağ mıyım, değil miyim, meçhul! Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de; “Namazını, (dünyaya) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” buyuruyor.[2] O hâlde bugün namazlarımı, bu hâlet-i rûhiye içinde huşû ile kılmalı, maddî-mânevî borçlarımı ödemeli, üzerimde hakkı bulunanlarla helâlleşmeli, kimseyi incitmeyip kimseden incinmemeli, etrafıma dâimâ rahmet tevzî etmeliyim. Velhâsıl dünyaya vedâ eden bir kimse gibi hassas ve rakik bir gönle sahip olmalıyım…]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğlum! Allâh’ın tâatini kendine ticâret edin ki sermayesiz olarak devamlı kâr elde edesin!”[3]

[Dünya hayatının en kazançlı anları, Allâhʼa itaat hâlinde geçirilen vakitlerdir. Dünyadaki en kârlı ticâret de, fânî olanı vererek bâkî olanın kazanıldığı alışveriştir. Bu sebeple müʼminin en büyük bahtiyarlığı, Cenâb-ı Hakkʼın emirlerine tam bir teslîmiyet göstererek sâlih bir kul olmaktır.

Hakkʼa kul olan, Oʼnun mahlûkâtına kul olmaktan kurtulur, gerçek hürriyete kavuşur. Aksi hâlde insan, zâlim insanların kulu-kölesi, malın-mülkün esiri, nefsânî arzuların zebûnu olmaktan kurtulamaz. Bu esâ­retlerden yegâne kurtuluş fidyesi ise, nefsini Cenâb-ı Hakkʼa râm ederek Oʼnun emirlerine tam teslim olmaktır. Müʼmin için dünya hayatında bundan kârlı bir ticâret yoktur. Zira nefsini Allâhʼa satan, yani hevâ ve heveslerinden vazgeçerek ilâhî emirlere teslîm olan kimse, dünyadan da nasîbini alır. Fakat kendini dünyaya râm eden bir kimse, Allâhʼın rızâsından mahrum kalır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa, ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun âhirette bir nasîbi olmaz.” (eş-Şûrâ, 20)

Dünya hayatında Allah rızâsı yerine dünyevî menfaatler için çalışıp bitkin düşen gâfiller hakkında da Kur’ân-ı Kerîm’de; عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ : Çalışmış, fakat boşuna yorulmuş.” (el-Ğâşiye, 3) buyrulmaktadır. Bu hazin âkıbete dûçâr olmamak için, şu âyet-i kerîmenin muhtevâsına girmek îcâb eder:

“Allah müʼminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Rivâyete göre bu âyet-i kerîme, Mekkeʼde ağır çileler altında tevhid mücâdelesi veren Peygamber Efendimizʼi kendi beldelerine dâvet eden Medîneli mü’minlerin, Akabeʼde yaptıkları beyʼat üzerine nâzil olmuştur. Bu bey’atte Medînelilerden Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh- ayağa kalkarak:

“–Yâ Rasûlâllah! Rabb’in ve kendin için, bize istediğin şartı koşabilirsin.” dedi. Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Rabb’im için şartım, O’na ibadet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumanızdır.”

Medîne’den gelen mübârek sahâbe topluluğu:

“–Böyle yaparsak karşılığında bize ne var?” diye sordular. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- cevâben:

“–Cennet var!” buyurunca oradakiler:

“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

Cenâb-ı Hak, en güzel ve en kârlı ticâreti şöyle târif buyuruyor:

“Allâh’ın kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine ver­diğimiz rızıktan gizli ve âşikâr infâk edenler, «ticâreten len-tebûr» (aslâ zarara uğramayan bir kazanç) umabilirler. Çünkü Allah, onlara mü­kâfat­larını tam olarak öder ve lûtfundan onlara fazlasını verir…” (Fâtır, 29-30)

Bu âyet-i kerîmelerde haber verilen ebedî kurtuluş vesîlesi ticâretin ilk adımı; Kurʼân-ı Kerîmʼi okumak, okutmak, hayatımızı onun ölçülerine göre tanzim etmek, Kurʼân hakîkatleriyle ince, derin ve zarif bir rûha sahip olabilmektir.

İkincisi ise, namazı ikāme etmek… Yani namazda Cenâb-ı Hakʼla buluşabilmek. Cenâb-ı Hak, dâimâ bizimle olduğunu bildiriyor. Bizim de her dâim Oʼnunla olmamızı istiyor. Rûhumuzun mîrâcı olan namazı da, dünya şartlarında yaşanabilecek ilâhî vuslata en büyük vesîle kılıyor. Bunun içindir ki; “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur:

“Her amelin bir keyfiyeti vardır. Namaz, bütün husûsiyetleri kendisinde toplamıştır. O, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, tesbîhat, salevât-ı şerîfe ve istiğfar gibi zikirlerin nurlarını ihtivâ eder. Eğer namazın edepleri hakkıyla yerine getirilirse, Asr-ı Saâdet’in rûhânî hâllerine benzeyen en feyizli ve doğru hâller namazda hâsıl olur.”[4]

Ebedî kurtuluş vesîlesi olan “ticâreten len-tebûr”un üçüncü şartı ise, gizli ve âşikâr olarak infakta bulunabilmektir. Mü’min, gizli infâkı tercih etmelidir. Fakat âşikâr infâka mecbur kaldığında da, -riyâ ve gösteriş tehlikesi sebebiyle- ihlâsını korumaya daha büyük bir îtinâ göstermelidir.]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Yavrucuğum! Mü’minin iki kalbi olur, biriyle ümit besler, diğeriyle korkar.”[5]

[Dünyevî meselelerde korku ve muhabbet, bir kalpte birleşmez. Fakat mâneviyatta durum farklıdır. Kâmil bir mü’min, Cenâb-ı Hakkʼın sayısız nîmetlerinin tefekküründe derinleştikçe, gönlü muhabbetullah ile dolar. “Yaratan Rabbʼinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emrine itaat ederek, muhabbet nazarıyla baktığı her varlık vesîlesiyle, kalben Cenâb-ı Hakkʼa vâsıl olur. Bu yakınlık ve dostluğu kaybetmemek için de, müstesnâ bir titizlik gösterir. Allâhʼın muhabbetini zedeleme endişesiyle âdeta yüreği titrer.

Peygamberler ve evliyâullâhın hayatları, bu hâlin zirve tezâhürleriyle doludur. Nitekim Allâh’ın Halîl’i olan İbrahim -aleyhisselâm- bile, bu endişeyle Rabb’ine; (Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulunmuştur.

Havf ve recâ, yani korku ve ümit, müʼminin kalbinde dâimâ bulunması gereken bir kulluk dengesidir. Yani mü’minin kalbinde, Allâh’ın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalarak gazabına dûçâr olma korkusuyla; O’nun sonsuz rahmet ve mağfiretine nâil olabilme ümîdi, dâimâ dengeli bir şekilde mevcut olmalıdır. Mü’min, son nefesine kadar bu kalbî âhengi muhâfaza etmelidir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde, Cennetʼe bir karış kala ilâhî azâba dûçâr olanlar ve bunun aksine, Cehennemʼe bir karış kala ilâhî rahmete mazhar olanlar haber verilmektedir.

Yani son nefeste kimin îmanla selâmet bulacağı meçhuldür. Bu hususta peygamberler ve onların müjdelediklerinin dışında hiç kimsenin bir garantisi yoktur. Bununla birlikte âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (O’nun dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyrulmaktadır. Bu itibarla mü’min, son nefeste îman selâmeti için hem hayatı boyunca rızâ-yı ilâhî istikâmetinde gayret etmeli, hem de Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâil olabilme ümidiyle duâ ve ilticâ hâlinde bulunmalıdır. Nitekim Yûsuf -aleyhisselâm- da;

“…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!”[6] niyâzıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olmuştur.]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Yavrucuğum! Dünya derin bir deryâdır. (Ârif olmayan âlimler ve) pek çok insan bu deryâda boğulup helâk olmuştur. Bu deryâda senin gemin Allâh’a (mutmain bir kalp ile) îmân etmek olsun. Geminin donanımı ise takvâ ve ibadetler olsun! Geminin (seyr ü seferini temin eden) yelkenleri de, dîn olsun! Böyle bir gemiyle Allâh’a tevekkül ederek yol alırsın, (yine de neticede) belki kurtulur, belki de kurtulamazsın!”[7]

[Ebediyet yolcusu olan insanın bu dünyada kazanması gereken en mühim âhiret azığı, şüphesiz ki îman ve amel-i sâlihlerdir. Bununla birlikte kâmil bir müʼmin, ne kadar sâlih ameller işlese de bunlara güvenerek kendisinin kurtulacağına, yani Cennet ehlinden olacağına kesin gözüyle bakamaz. Amellerini en güzel şekilde îfâ etmekle beraber, buna değil, yalnızca Allâh’ın rahmet ve mağfiretine ümit bağlar. Bu hâl, mü’minleri amellerine güvenerek mağrur olma illetinden de koruyan mühim bir kulluk edebidir. Bunun içindir ki velî kullar, müstesnâ bir takvâ hayatı yaşamalarına rağmen, yine de kendilerini insanların en gerisinde kabul eder, herkesin kurtulup kendilerinin kurtulamayacağı endişesiyle kulluk gayretlerini daha da artırmaya çalışırlar.

Nitekim ilim ve irfandaki müstesnâ mevkii sebebiyle, yaşadığı asırda “Güneşler Güneşi” diye tanınan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bu kulluk edebinden doğan hissiyâtını, kardeşine şöyle ifâde etmiştir:

“…Hiç kimseyi hakir görme, kendini de hiç kimseden üstün görme! Bütün gayretini kalbî ve bedenî ibadetlere ver! Bununla birlikte kendini «hiç hayırlı amel işleyememiş bir zavallı» olarak gör!.. Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum… Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümîdini kesme! Zira Allâh’ın fazl u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinle­rin amelinden daha hayırlıdır…”

Diğer taraftan hiçbir kul, ne kadar günah işlemiş olursa olsun, Allâhʼın rahmet ve mağfiretini yok sayarcasına ümitsizliğe kapılıp kendisini kesin Cehennemlik olarak görmemelidir. Nitekim yüce Rabb’imiz şöyle buyurur:

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâhʼın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)

Bu âyet-i kerîmede müjdelenen ilâhî rahmete nâil olabilmek için, hemen ardından gelen şu âyet-i kerîmenin de muhtevâsına girerek, tevbe ile Hakk’a yönelmek îcâb eder:

“Size azap gelip çatmadan önce Rabb’inize dönün, O’na teslîm olun, sonra size yardım edilmez.” (ez-Zümer, 54)

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de şöyle buyurmuştur:

“Eğer mü’min, Allâh’ın azâbının şiddet ve keyfiyetini bilseydi, Cennet ümîdine kapılmazdı. Kâfir de Allâh’ın rahmetini tam olarak idrâk edebilseydi, O’nun Cennetʼinden aslâ ümîdini kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23)

Havf ve recâ husûsunda Kurʼân ve Sünnetʼin telkinleriyle yetişen sahâbe-i kirâm da büyük bir mânevî uyanıklık ve rikkat-i kalbiyye hâlinde olmuşlardır. Nitekim İbn-i Ebî Müleyke -rahmetullâhi aleyh- şöyle demektedir:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ashâbından otuz kişiye ulaştım. Onların hepsi de kendi nefisleri için nifaktan korkuyorlardı. Onların hiçbiri (yüksek edeplerinden dolayı) Cibrîl ve Mîkâîl’in îmânı gibi (kuvvetli) bir îmâna sahip olduğunu söyleyemiyordu.” (Buhârî, Îmân, 36)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- gibi büyük bir İslâm şahsiyeti bile, kendisini bu endişeden sâlim görmezdi. Nitekim Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kalbinde nifak alâmeti bulunanları, sadece sırdaşı Huzeyfetüʼl-Yemânî -radıyallâhu anh-’a bildirmişti. Bunu bilen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, halîfeliği zamanında bir gün Hazret-i Huzeyfeʼye gidip gönlünü tedirgin kılan o büyük endişeyi dile getirdi:

“–Ey Huzeyfe! Allah aşkına söyle; bende nifak alâmeti var mı?!”

Hazret-i Huzeyfe de:

“–Ey Halîfe! Yalnız sana te’minat veririm; sende nifak alâmeti yok!..” karşılığını verdi.

İşte o Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bütün fazîletlerine rağmen, yüreğindeki havf ve recâ dengesi sebebiyle şöyle buyurmuştur:

“Şayet gökten gelen bir ses;

«–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cehennemʼe girecek.» dese, acabâ o kimse ben miyim diye korkarım.

«–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cennetʼe girecek.» dese, o zaman da acabâ o kişi ben miyim diye ümîd ederim.”[8]

Velhâsıl müʼminin kalbi dâimâ korku ile teyakkuzda, ümit ile de huzur ve denge hâlinde bulunmalıdır.]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğlum! Dünyadan sana yetecek kadar al! Âhiretine zarar verecek şekilde ona iyice dalma! Dünyayı da tamamen terk etme ki sonra insanlara muhtaç hâle gelirsin (onlara yük olursun). Şehvetini kıracak kadar oruç tut. Fakat seni (tâkatsiz bırakıp) namazdan alıkoyacak kadar çok oruç tutma! Zira namaz, Allâh’a oruçtan daha sevimlidir.”[9]

[Mü’min her hususta îtidal üzere olmalı, ifrat ve tefritten, yani aşırıya kaçmaktan sakınmalıdır. Dünyevî meşgalelerinde, uhrevî gayret ve hizmetlerinde, hattâ ibadet hayatında, hiçbir zaman aşırıya kaçmamalı, dâimâ Allah ve Rasûlü’nün tâyin ettiği hudutlar içinde dengeli bir hayat yaşamalıdır. Kulluk hayatının makbul bir kıvamda devamı da buna bağlıdır.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bir gün:

“–Orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı. Yanındaki sahâbîler:

“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye hayretle sordular. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah, rahmet ve keremiyle beni bağışlamış olursa, o başka!” cevâbını verdi. (Müslim, Münâfikîn, 76, 78)[10]

İbâdetlerde ihmalkâr davranmak, insanı âhirette zor durumda bırakacağı gibi, aşırı heyecana kapılıp hırsla hareket etmek de bir müddet sonra yorgunluk, bıkkınlık ve yanlışlıklara sebep olabilir. O hâlde orta yolu tutmak ve devamlılığı esas almak gerekir. Şu hâdise bunu ne güzel îzah etmektedir:

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir gün ashâb-ı kirâma kıyâmetten bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz’­ûn’un evinde toplandı. Yaptıkları istişâre neticesinde, bundan böyle dünyadan el etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibâdetle geçirmeye, et yememeye, hanımlarına olan alâkayı azaltmaya, güzel koku sürünmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bundan haberdar olunca, önce onları îkaz buyurdu, sonra da ashâb-ı kirâmı toplayıp şöyle hitâb etti:

“Bâzı kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla beraber olmayı, yeme içmeyi, güzel koku sürmeyi, uyumayı ve meşrû dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dînimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak olmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara kapanmak da yoktur. Ümmetimin seyahati oruç, ruhbanlıkları (takvâları) ise cihaddır. Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları yüzünden helâk oldular. Dîni kendilerine zorlaştırdılar, Allah da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise ve manastırlarda bulunanlar, onların bakiyeleridir.”

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (el-Mâide, 87) (Bkz. Vâhidî, s. 207-208; Ali el-Kārî, el-Mirkāt, I, 182-183)]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğlum! Allah’tan kork da kalbin fücur ile / günah lekeleriyle dolu olduğu hâlde, sana ikram etsinler diye insanlara, Allah’tan korkuyormuşsun gibi görünme!”[11]

[Riyâ, iki yüzlülük ve dînî duyguları istismar etmek, İs­lâm ahlâkıyla aslâ bağdaşmayan son derece çirkin vasıflardır. Umduğu bir menfaati elde etmek için sâlih insanların yanında kâmil bir mü’min gibi görünüp onların yanından ayrılınca buna zıt davranışlar sergilemek, kalplerden geçenleri dahî bilen Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder. Bunun içindir ki Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, şu îkazda bulunmuşlardır:

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allâh’a şirk koşmaktır. Bu sözümle onların Ay’a, Güneş’e veya puta tapacaklarını kasdetmiyorum. Beni korkutan asıl şey, Allâh’ın rızâsının dışındaki gâyeler için yapılacak ameller ve gizli şehvetlerdir (riyâ ve gösteriş duygularıdır).” (İbn-i Mâce, Zühd, 21)

Gerçek bir mü’minin alâmet-i fârikası ise; samimiyetidir, ihlâsıdır, sadâkatidir. Mevlânâ Hazretleri, gönüllerdeki bu hâlisiyeti muhâfaza için:

“Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!..” buyurmuştur.]

Cenâb-ı Hak cümlemize, ihlâs, samimiyet, sadâkat ve edeple müzeyyen bir kulluk hayatı yaşamayı, rızâsı yolunda îman heyecanıyla hizmet edebilmeyi nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

 


[1] Bkz. Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 201, no: 501.

[2] İbn-i Mâce, Zühd, 15.

[3] Ahmed, ez-Zühd, Beyrut 1999, s. 43, no: 269; Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 281, no: 721.

[4] Abdullah Dehlevî, Makâmât-ı Mazhariyye, s. 73.

[5] Ahmed, ez-Zühd, s. 87, no: 537.

[6] Yûsuf, 101.

[7] Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, Beyrut 1996, s. 139, no: 269.

[8] Ali el-Müttakî, XII, 620/35916. Ayrıca bkz. İbn-i Receb el-Hanbelî, et-Tahvîf mine’n-Nâr, Dımeşk 1979, s. 15.

[9] Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 84, no: 91.

[10] Ayrıca bkz. Buhârî, Rikâk, 18, Merdâ 19.

[11] Ahmed, ez-Zühd, Beyrut 1999, s. 44, no: 270.