Lokman Hakim (aleyhisselâm) -4-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2012 – Kasım, Sayı: 321, Sayfa: 032

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah; kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 18-19)

[Gurur, kibir, ucub/kendini beğen­mek ve insanları hakir görmek; kö­kü Cehennem’de olan çirkin huylardır. Kib­riyâ sıfatı, yalnız Hak Teâlâ’ya mahsustur. Bunun içindir ki Rabbimiz, aslı yok­luk ve hiçlik olan, ya­ni sıfır sermâye ile in­san olarak yaratılan kulun, kendisin­de bir varlık vehmetmesine, kendisini diğer kul­lar­dan üstün görüp başkalarını hakir görmesine son derece gazaplanmış ve:

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37) buyurmuştur.

Müfessir Bursevî, Rûhu’l-Beyan adlı tefsirinde şöyle der:

“Selâm verdiğin, ko­nuş­tu­ğun veya kar­şı­laş­tığın zaman al­çak gönüllü olarak yü­­zü­nü (ve gönlünü) bü­tü­nüyle insanlara çevir. Büyüklük tas­la­yan­ların, insanları ve bilhassa fakirleri küçümseyerek yaptıkları gibi, yüzünün bir tarafını çevirme. İyi muâmele etmek bakımından, senin nazarında bütün insanlar aynı olsun.”1

İblisin, ilâhî gazaba dûçâr olmasının sebebi, Hazret-i Âdem’e karşı gururlanmak sûretiyle Rabbine baş kaldırması, böylece Cenâb-ı Hakk’ın kibriyâ sıfatına ortaklık iddiâsına kalkışmış olmasıdır. Kârun da, kendisine mânevî ilimler verilmesine rağmen, mallarının putperesti olması ve Hazret-i Hârûn -aleyhisselâm-’ı kıskanıp hased etmesi sebebiyle, o güvenip dayandığı mallarıyla birlikte yerin dibine geçirilerek helâke dûçâr olmuştur.

Bu sebeple mü’min, hiçbir zaman gurur, kibir ve enâniyete kapılmamalı, nîmeti Hak’tan, hatâ ve kusurları ise dâimâ nefsinden bilmelidir. Bütün hâl ve tavırlarında İslâmî edep ve nezâket kâidelerine riâyet etmelidir. Buna göre, yürüyüşünde mûtedil olmalı, ayak ucuna bakarak sükûnet ve vakar içinde yürümelidir. Bağırıp çağırarak konuşmaktan sa­kın­malıdır.

Âyet-i kerîmede; “seslerin en çirkininin merkep sesi”ne benzetilmesi de pek mânidardır. Zira kabalık ve ne­zâ­ket­siz­liği temsil eden mer­kep sesi, lüzumsuz yere ve aşırı bir şe­kil­de yükselen, nâhoş ve çirkin bir sestir. Böyle bir hitap tarzı ise, kâmil bir mü’minin nezâket, za­râ­fet ve edebiyle aslâ bağdaşmaz. Kalplere diken batıran kaba sesler, ancak hantallaşmış kalp­lerden çıkar.

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurur:

“Müşrikler, seslerinin yüksekliği ile övünürlerdi. Yüce Allah onlara: «Eğer sesin yüksekliği hayırlı bir şey olsaydı, bununla merkebi onlardan üstün kılardım!» diye cevap vermiş oldu.”]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğlum! Küçükken edepli olursan, büyü­dü­ğün­de faydasını görür­sün!”

“Küçük işleri umur­sa­maz­lık etme! Çünkü küçük, yarın büyüğe dönüşür.”

[Ecdâdımız; “Ağaç yaşken eğilir.” demişlerdir. Küçük yaşta alınan terbiye çok mühimdir. Bu yaşlarda verilen eğitim, âdeta taşa yazılan yazılar gibi kalıcı ve ömürlük olur. Bu sebeple bilhassa çocukların ve gençlerin mânevî eği­ti­mine çok ehemmiyet vermek gerekir. Bu hususta gösterilecek küçük ih­mallerin dahî, ileride büyük pişmanlıklara dö­nü­şebileceği aslâ unu­tul­mamalıdır.

Çocuklara ve gençlere gösterilecek şefkat ve merhamet, hayatı sadece bu dünyadan ibâretmiş gibi görerek onların karınlarını doyurup güzel elbiseler giydirmek, nefislerini eğlendirmek, ten rahatlarını temin etmek değildir. Bilâkis asıl şefkat ve merhamet, onların ebedî istikbâllerini bir azap faslı olmaktan kurtarıp sonsuz bir saâdet baharı kılacak mânevî değerleri geç kalmadan şahsiyetlerine kazandırmak ve öncelikle onların ruhlarını doyurmaktır. Bunun için ciddiyetle emek sarf etmek ve fedâkârlık göstermektir.

Gençlik nîmetini, mâ­ne­vî değerlerin kazandırdığı olgunlukla yaşayabilmenin ne büyük bir bahtiyarlık olduğu, hadîs-i şerîfte şöyle beyan buyrulmuştur:

“Allah -celle celâlühû- çocukça (lâu­­bâlî) davranışları olmayan, hayra yönelip hevâ ve he­­ve­­si terk eden, vakar sahibi, olgun genci sever.” (Ahmed, IV, 151)

Böyle olgun gençler ve asil bir nesil yetiştirmek ise, en başta anne-babaların mes’ûliyetidir.

Cenâb-ı Hak huzurlu bir âile ve huzurlu bir toplum için, “göz nûru zevceler” ve bu göz nûru zevcelerden de “göz nûru nesiller” yetiştirmemizi istiyor. Topluma güzel ahlâk ve takvâda önder ve rehber olma hedefini önümüze koyuyor. Toplumlarda huzurun, ancak bu örnek şahsiyetlerin yetiştirilmesi neticesinde gerçekleşeceğini bildiriyor.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuzÉ Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. buyurmuştur. (Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20)

İyi bir çoban, sürüsünü kurak yerlere götürmez; yeşillik, bereketli, sulak arazilerde otlatır. Demek ki iyi bir anne-babanın da evlâdını helâl gıdâlarla besleyip mânevî gıdâsını güzelce alabileceği feyizli yerlere küçük yaştan itibâren sevk etmesi, ruhlarını güzelce beslemesi gerekir. Nitekim hanım sahâbîler, evlâtları uzun bir müddet Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i görmedikleri zaman onlara kızarlardı. Evlâtlarının sâlih kimselerden feyz almaları için olanca gayretlerini gösterirlerdi.

Yine iyi bir çoban, sürüden geride kalan hasta veya zayıf koyunu kucağına alarak sürüye ye­tiş­tirir. Onu kurda kuşa yem etmez. Bir anne-baba da ço­cu­ğunu büyütürken onun mâ­ne­vî inkişâfı için bir­takım me­şak­katlere kat­lan­malıdır.

İyi bir çoban, sürüsünü tehlikeli yerlerden korur. Bu­­gün maalesef televizyon, menfî neşriyat, müstehcenlik, karanlık sokaklar, lüks yaşamayı ve aşırı tüketimi kamçılayan reklâmlar ve in­ternetin yanlış adresleri, neslin rûhuna zehir saçan canavarlara dönüştü. Genç dimağlar, bu menfî odakların tesir bombardımanı altında şahsiyet ve kimliğini kaybetmekte ve zamanla bu telkinlerin şekline, biçimine ve kalıbına girmektedir. Böylece gençler, rû­hen televizyonun, internetin ve sokakların ço­cuk­ları hâline gelmekte, gerçek anne-ba­ba­larıyla yakınlıkları, biyolojik bir bağdan öteye geç­me­mektedir.

Bu bakımdan, bilhassa günümüzde anne-babaların çocuklarını korumak için onlara çok daha büyük bir dikkatle kol-kanat germeleri şarttır.

Zira iyi bir çoban da büyük bir dikkatle sürüsünün kâh önünden yürür, kâh ardından yürür, varılmak istenen yere sağ sâlim götürebilmek için onlara yön verir. Bir anne-baba da evlâtlarını dâimâ hakka ve hayra yönlendirip doğru bir istikâmet kazandırmak zorundadır. Bu sebeple kendilerine ihsân edilmiş ilâhî bir emânet olan çocukları, ibâdet vecdi içinde yetiştirerek onlara İslâm kimliği kazandırmak, anne-babaların en başta gelen vazifeleridir.

Cenâb-ı Hak hemen hemen bütün peygamberlerine çobanlık yaptırmıştır. Zira bunda, hem mahlûkâtın hissiyâtına âşinâ olarak şefkat ve merhameti öğrenmek, hem de insanlığı sevk ve idârenin ipuçlarını kavrama tâlimi vardır. Bu bakımdan anne-babaların evlâtlarına iyi bir çoban olmaları, bir bakıma peygamber mesleği gibi ulvî bir hizmettir. Bu hizmette muvaffak olabilmekse, kâmil ruhların sanatıdır.

Hakîkaten, İslâm fıtratıyla doğan evlâtların kalpleri, tertemiz bir toprak gibidir. İşlenmeye muhtaç, ham bir cevherdir. İstikbâlde onların gül veya diken olması, acı veya tatlı meyveler vermesi, üzerlerine atılan tohumların, bilhassa da anne-babaların yaptıkları telkinlerin keyfiyetine bağlıdır.

Bu bakımdan, evvelâ an­ne-babanın evlâdına iyi bir örnek olması elzemdir. Ço­cu­ğun eğitimi, önce ana ku­ca­ğında ve baba oca­ğın­da başlar. Anne-ba­ba­nın ağ­zın­dan çıkan her ke­li­me, ço­cuğun şahsiyet in­şâ­sında kul­landığı bir tuğla me­sâ­be­sindedir.

Bilhassa global kültürün işgâli altında kirlenen günümüz dünyasında, bütün bu hususlar üzerinde anne-babalar olarak ciddiyetle düşünmeliyiz. “Bir anne-baba olarak evlâdıma ben ne verdim ki ondan ne bekliyorum?” suâlini sık sık kendimize sormalıyız. Kusursuz evlât istiyorsak, öncelikle kusursuz bir anne-baba olmaya çalışmalıyız. Zira unutmamalıyız ki, bedeli ödenmeyen bir şeye sahiplik iddiâsına kalkışmak, abesle iştigaldir.

Evlâdını güzelce yetiştiren bir anne-babanın hakkı ödenemez. Fakat anne-baba, evlâdının mânevî terbiyesini ihmâl edip onu Allah yolunda ve rûhânî bir iklimde yetiştirmezse, kıyâmet günü o anne-babadan evlâdı dâvâcı olacaktır.]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğlum! İnsanlar her gün ibâdet ve tâati ihmâl ettikleri hâlde nasıl olur da vaad olundukları azaptan korkmazlar!”

[Gaflet, iki gözünün önüne iki parmağını koyarak kişinin kendi kendisini âmâ kılması gibidir. Gaflet, hakîkatlere karşı kalbe bir perde çekilmesidir. Mayın tarlasında pervâsızca koşmak, uçurumların kenarında dikkatsizce dolaşmaktır. Gaflet, kuzunun kurda sevdâlanmasıdır.

İnsanın iki büyük düşmanı olan nefs-i emmâre ve şeytan -aleyhillâ‘ne-, insanı binbir hile ve desise ile kulluk vazifelerinden uzaklaştırmak, mes’ûliyetlerini ihmâl ettirmek için sayısız bahaneler üretir. Böylece aklı, kalbi, idrâki, iz’ânı ve vicdânı âdeta uyuşturur. Bu şuursuzluk ve sarhoşluk hâli içinde, insanı kolayca azâba sürükler.

İşte bu gafletin en büyük­le­rinden biri de, Allâh’ın rahmet, mağfiret, lûtuf ve kereminin sonsuzluğuna güve­ne­rek; “Nasıl olsa hep­si affedilir.” zannıyla ilâhî emir ve nehiylere lâyıkıyla riâyet et­me­mek, ha­ram­ların dehşetli âkı­be­tini umur­sa­ma­maktır. Allâh’ın Gafûr ve Rahîm ol­du­ğunu düşünüp, O’nun aynı zaman­da Azî­zün zü’ntikām ve Kah­hâr olduğunu göz ardı etmektir.

Bunun içindir ki yüce Rab­bi­miz âyet-i kerî­me­de biz kul­larını şöyle îkaz bu­yur­maktadır:

“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Ne babanın evlâdı, ne de evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin! Bilin ki, Allâh’ın vaadi gerçektir. Sakın ola ki dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!” (Lokman, 33)

Bu sebeple kula düşen; âhireti için tedbirli, ölçülü, dikkatli ve gayretli olmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın Gaffâr ve Settâr olduğu gibi Kahhâr olduğunu da unutmamaktır. Aksi hâl, büyük bir hüsran sebebidir. Bu hüsrâna dûçâr olmadan önce, vakit kaybetmeden, pişmanlık ve sâlih amellerle te’yid edilen candan bir tevbe ile hâlimizi ıslâha yönelmemiz şarttır.

Nitekim Lokman -aleyhisselâm- da evlâdına:

“Yavrucuğum! Tevbeyi tehir etme, zira ölüm âniden geliverir!” nasihatinde bulunmuştur. (Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 227, no: 590)

Mansûr bin Ammâr -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Bir gece sabah oldu zannıyla dışarı çıktım. Ancak henüz sabah olmadığını gördüm. Bir evin önünden geçerken içeride birisinin dertli dertli ağlayarak şu duâyı yaptığını işittim:

“–İlâhî, çok günah iş­le­dim. Kendime yazık ettim. Mak­sadım Sana muhâlefet etmek değildi. Ben nefsime yenik düştüm. Hem gör­düm ki, ne kusur işlesem Sen (bu dünyada cezâ vermeyip) bir şey yapmıyorsun, Sen’in Settâr (ku­sur­ları örten) sıfatına aldandım. İşlediğim günahları câ­­hil­­li­ğim­den işledim. Hata ettiğimi şimdi anladım. Bana azâb edersen hâlim nice olur?! Vah bana ki ömrüm uzadıkça günahlarım çoğalıyor! Yâ Rabbî! Kul­larına Sırât’ı geçmelerini em­ret­tiğin gün, ki­mi­si Cehennem’e dü­şecek, ki­mi­si Cennet’e gi­decek. Aca­bâ bu miskin kulun hangi gruptan olacak?!”

Bu arada Cehennem’den bahseden bir âyet işitildi. İçe­ride münâcâtta bulunan genç, bir kez “Âh!” etti ve iniltisi kesildi.

“–Acabâ ne oldu ki sesi kesildi?” diye merak ettim. Evin yerini iyice tespit ettikten sonra evime gittim. Sabah geldiğimde o kapı önünde bir cenâze vardı. Hâlinden sorduğumda annesi bana şunları anlattı:

“–Bu ölen, oğlumdur. Peygamber Efen­dimiz’in soyundandır. Gece olunca na­maz­gâ­hında sabaha kadar ağlardı. Gündüz kazandıklarını fakirlere infâk eder­di. Cehennem âyet­le­rinden birini işitince dayanamadı, ağlaya ağlaya düştü ve rû­hu­nu Hakk’a teslîm eyledi.”

Ben de kendisine:

“–Ey hanım, oğlun -inşâallah- Cennet’e girer. Çünkü Allah korkusundan ağlayan, Cehennem’e girmez. Canını bu hâlde teslîm eden bir mü’min, hiç Cehen­nem’e girer mi? Allâh’a şükret!” dedim.2

Nitekim günahlarından böylesine nedâmet duyup Allah korkusundan gözyaşı dökenler hakkında, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanaklarına değecek kadar akan hiçbir mü’min yoktur ki, Allah onu ateşe haram etmesin!” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

“Allah korkusu sebebiyle ağlayan kişi, (sağılan) süt memeye dönmedikçe Ce­hen­nem’e girmeyecektirÉ” (Tir­mi­zî, Zühd, 8/2311)

Fakat bu nebevî be­yan­lar­daki müj­­de­­nin mânâsını da yan­lış anlamamak gerekir. Zira hadîs-i şe­rîf­lerde verilen müjdeler, Kitap ve Sünnet muh­te­vâ­sında bir hayat yaşamaya ilâ­ve­ten, yine de âkı­be­ti hakkında emin ol­ma­yıp Allah kor­ku­suyla gözyaşı dökme­nin fazîletini ifâde etmektedir. Yoksa ilâhî emir ve nehiylere riâyet etmediği hâlde; felâketler, ölümler veya ben­zeri hâdiseler üzerine geçici bir an için Allah kor­ku­sundan dolayı döktüğü gözyaşlarıyla ebedî kurtuluşa ereceğini düşünmek -daha önce de ifâde edildiği üzere- şeytanın, ilâhî affa gü­ven­direrek insanı kandırmasına benzer. Bu ise deh­şetli bir gaflet ve hazin bir aldanış olur.

Tabiî ki Allah Teâlâ, dilediği kulunu bir sebeple veya sebepsiz olarak da affedebilir. Bununla birlikte mü’mine düşen, bütün kulluk vazifelerini elinden geldiği kadar yaptıktan sonra, sâlih amellerine de döktüğü gözyaşlarına da güvenmeyip dâimâ tevbe-istiğfâr ederek Allâh’ın af ve mağfiretini ümîd etmektir. Bu hususta evliyâullâh’ın havf ve recâ, yani korku ve ümit hâli, bizlere en güzel örnektir.]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Evlâdım! Bilerek veya bilmeyerek bir günah işlediğinde, hemen tevbe edip tasaddukta bulun!”

[Tevbe, günahtan gerçek bir pişmanlık duymak ve ondan kat’î sûrette vazgeçmek de­mek­tir. Ayrıca işlenen günahlara kefâret sadedinde, hayır-hasenatta bulunup sâlih amellerle meş­gul olmak da güzel bir telâfî vesîlesidir.

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Her nerede olursan ol, Allah’tan ittikāÊet (Allah korkusuyla günahlardan sakın) ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki, bu onu yok etsin. İnsanlara da güzel ahlâk ile muâmele et!” (Tirmizî, Birr, 55/1987)]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğlum! Ce­na­­ze­de hazır bulun! Çünkü cenaze, sana âhireti hatırlatır. Ha­ram ve günahlar ise, senin dünyaya karşı mey­lini artırır.”

[Bir âhiret yolcusu olan insana en büyük nasihat, ölüm­dür. İn­sa­nın en mühim meselesi de, hayat ve ölüm mu­am­mâ­sını ilâhî ha­kî­katler ışığında çöze­bil­mektir. Zira hayat, beşikle tabut arasındaki mesafeye sığ­mayacak kadar ulvî bir hakîkattir. İnsanların idraklerinde zuhûr eden “Hayat nedir?” suâline, sadece toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katılığı cevap olarak yükselecekse, böyle bir hayattan daha acı ne olabilir?

Asıl hayat, Kur’ân ve Sünnet hakîkatlerinin feyz, huzur ve sürur cennetinde yaşayıp ebedî saâdete nâil olabilmektir. Şâir, bu şuurla yaşanan bir hayatı şöyle hulâsa eder:

Seni annen doğurup attığı gün dünyaya,

Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir yanda,

Şimdi öyle bir ömür sür ki ölürken gülesin;

Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkandaÉ

Bu şuuru sürekli canlı tutabilmek için; ce­nâ­zelere iştirâk etmek, o tabutun içinde bir gün kendisinin olacağını farz edip hâlini muhâsebe etmek, kabristanları ziyaret etmek, dünyanın fânî, hayatın kısa olduğunu sık sık tefekkür etmek gerekir.]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğlum! Eğer hayır işlediysen sen de hayır umabilirsin! Yok, şer işlediysen sana karşı da şer işleneceğinden hiç şüphen olmasın!”3

[Arapçada bir deyim vardır: «مَنْ دَقَّ دُقَّ  » Yani kişi ettiğini bulur, kim ne ekerse onu biçer, ancak yaptığının karşılığını görür.

İnsan, âhiretin tarlası olan dünya hayatında hayır veya şer adına ne eker­se; kabir, kıyâmet ve âhirette de onun mahsûlünü hasat eder.

Mevlânâ Hazretleri de, kişinin ancak yaptıklarının mü­kâfâtını veya cezâsını bu­la­bi­leceğini ifâde sadedinde:

“Sen hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?” buyurur.

Firâsetli bir mü’min, amel defterine günahların göl­ge­sini dahî düşürme­mek ve onu hayırlarla do­na­ta­bilmek için, hayat ser­mâyesini en bereketli bir şekilde kullanıp karşısına çıkan her türlü sevap fır­sa­tını değerlendirme gayreti içinde olur. Zira Haz­ret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın bu­yur­du­ğu gibi:

“Dünya mü’minlerin pazarı, gece ile gündüz sermâyeleri, sâlih ameller ticâret malları, Cennet kazançları, Cehennem de zararlarıdır.”

Maddî mevzularda en basit idrak bile, dâimâ bir kâr-zarar hesâbı yapar, kendi durumunu sık sık gözden geçirir. Kârını artırıp zararını telâfî etmenin yollarını arar. Hâl böyleyken, ebediyet yurdunun saâdet veya felâket sermâyesi olan fânî dünya günlerini hayırda mı şerde mi tükettiğini düşünmemek, âhiret yolcusu olan insanoğlu için ne hazin bir hamâkattir!]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğlum! Dünya hayatı kısadır. Senin oradaki ömrün ise daha da kısadır. Bu kısa ömrün de az bir kısmı kalmıştır.”

[Her gün, ömür takvimimizden bir yaprak daha kopuyor. Hayat ırmağımız hiç durmadan sür’atle akıp gidiyor. Gâfil insana hiç bitmeyecekmiş gibi uzun gelen dünya hayatı, hakîkatte kısacık bir mühletten ibâret. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu gerçeği âyet-i kerîmede şöyle haber veriyor:

“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)

İşte fânî dünya hayatı, ebedî âhiret hayatı karşısın­da bir sabun köpüğünden fark­sızdır. Bu kısacık ömürde de ölümün, kapımızı ne zaman çalacağı derin bir meç­hûl­dür. Hayat sanki, met­­rajı belli olmayan bir makara gibidir ki nerede kopacağı veya ne zaman biteceği belir­sizdir. Her doğan canlı, ölüme namzettir; her insan, ölecek yaştadır!..

Bu sebeple İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle nasihat eder:

“Ey oğul! Şim­di düşün ki vefât ettin ve dünyaya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün! O hâl­de bu­gün, gü­nah ve mâ­sı­ye­te kat’iyyen yak­laş­ma ve sa­kın ola ki, bugü­nün bir ânı­nı bi­le bo­şa ge­çir­me! Zira her ne­fes, pa­ha bi­çi­le­me­yen bir nî­met­tir.”]

Cenâb-ı Hak cümlemize ömür sermayesinin kıymetini bilip, rızâ­sına muvâfık bir amel-i sâlih hayatı yaşamayı nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1. Rûhu’l-Beyân, c. 15, sf. 213. 2. Bkz. Tezkiretü’l-Evliyâ; İhyâu Ulûmiddîn, Türkiye Gazetesi Evliyâlar Ansiklopedisi.  3. Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 284, no: 737.