Leylâ’nın Mahallesi’nin Bekçisi

1995 – Nisan, Sayı: 110, Sayfa: 032

Leylâ’sı uğrunda ve onun aşkı ile çöllere düşen Mecnûn, salyaları akan, tüyleri dökülmüş bir köpeği seviyor, okşuyor ve gözlerinden öpüyordu. Bu hali gören birisi dayanamadı; Mecnûn’a bağırdı:

“- A akılsız adam! Bu ne sersemliktir! Bu hayvanı, ne sarılmış öpüyorsun?

Mecnûn cevap verdi:

“- Sen ne anlarsın?! Bu köpeğin ne meziyeti var biliyor musun?!. Bu kadar köyün içinde gitmiş de Leylâ’nın köyünü yurt edinmiş ve o köye bekçi olmuş!.. Bunun bir kılını arslanlara değişmem. Gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki, onun faziletini göresin!.. Leylâ’nın köyünü yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile benim için azîzdir…”Mesnevî’de diğer bir Leylâ hikayesi:

Devrin hükümdarı Leylâ’yı görür, hayret eder:

“- Mecnûn’un perişan olmasına sebep olan Leylâ sen misin? Senin diğer hemcinslerinden bir farkın yok!..” der.

Leylâ cevap verir:

“- Sen Mecnûn olmadığın için sus!..”

Şeyh Sadî -kuddise sirruh-:

“- Leylâ’nın güzelliğine Mecnûn’un gönül penceresinden bakmalıdır.” der.

Leylâ’yı görebilmek, onun gerçek hüviyetini müşahede edebilmek, senin de Mecnûn gibi sadık bir aşık olabilmene bağlıdır. Aksi halde görülen, suretten başka bir şey değildir. O aşka nail olmayan için Leylâ, sırf bir cisimden ibarettir.

Mesnevî’de geçen Leylâ hikayeleri birer mecazdan ibarettir. Leylâ, İlahî aşk sembolü, İlahî muhabbet ufkudur.

Allah -celle celâlühû- İbrahim -aleyhisselâm-‘i dost edinince, melekler:

“- Ey Rabbimiz! İbrahim sana nasıl dost olabilir? Nefsi, malı ve evladı var. Kalbi bunlara meyyaldir…” dediler. Müteakiben şu ibretli manzaralara ve İbrahim -aleyhisselâm-‘ın ağır imtihanlarına şahid oldular:

İbrahim -aleyhisselâm- mancınıkla ateşe atılacağı zaman, melekler heyecanlandı. Bir kısmı Allah -celle celâlühû-‘dan İbrahim -aleyhisselâm-‘e yardım etmek için izin istediler. Melekler, Hz. İbrahim -aleyhisselâm-‘e bir isteği olup olmadığını sorunca, İbrahim -aleyhisselâm-:

“- Dostla dostun arasına girmeyin!” buyurdu.

Daha sonra Cebrail -aleyhisselâm- geldi:

“- Bana bir ihtiyacın var mı?” diye sordu.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“- Sana ihtiyacım yok. O bana yetişir; ne iyi vekildir!” buyurdu.

İbrahim -aleyhisselâm-, Allah -celle celâlühû-‘a verdiği andı yerine getirmek için oğlu İsmail -aleyhisselâm-‘i kurban etmeye götürürken melekler yine heyecanlandılar:

“- Bir peygamber, bir peygamberi kurban etmeye götürüyor!” dediler.

İsmail -aleyhisselâm- ise, babası İbrahim -aleyhisselâm-‘e:

“- Ey babacığım! Emrolunduğunu yap! İnşallah beni sabredenlerden bulursun. Bıçağını iyi bileyle; hemen kessin; can vermek kolay olur… Bıçağı çekerken de yüzüme bakma! Babalık şefkati ile geciktirebilirsin. Benim üzüntüm, kendi elinle kurban ettiğin evladının acısını ve hasretini ömür boyu unutmamandır.”

Baba-oğul, teslimiyet okyanusunda yüzerlerken, Cebrail -aleyhisselâm- yetişti. Bıçağı köreltti. Cennetten koçu indirdi.

Allah -celle celâlühû- İbrahim -aleyhisselâm-‘e sayılamayacak derecede koyun sürüleri ihsan etti. Cebrail -aleyhisselâm- insan sûretinde geldi. Sordu!

“- Bu sürüler kimin? Bana bir sürü satar mısın?”

İbrahim -aleyhisselâm-:

“- Bu sürüler Rabbim’indir. Şu anda benim elimde emanet olarak bulunuyor. Bir kere zikredersen, üçte birini; üç kere zikredersen hepsini al, götür!” dedi.

Cebrail -aleyhisselâm-:

“Subbûhun, kuddûsün, Rabbünâ ve Rabbü’l-melâiketi ve’r-rûh.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“- Al hepsini! Senin. Al, git!” dedi.

Cebrail -aleyhisselâm-:

“- Ben insan değil, meleğim, alamam.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-:

“-Sen meleksen, ben de Halil’im (Allah -celle celâlühû-‘ın dostuyum). Verdiğimi geri alamam.” dedi.

Nihayet İbrahim -aleyhisselâm-, sürülerinin hepsini sattı. Mülk alıp vakfetti.

İbrahim -aleyhisselâm-, canı, evladı ve malı ile ağır bir imtihan geçirdi. Rabbine büyük bir teslimiyetle râm oldu. Kulluğun mutlak noktasına erişti. Sûretten kurtuldu. Halîlullah (Allah -celle celâlühû-‘ın dostu) oldu.

Mevlana -kuddise sirruh- buyurur :

“Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin hal ve evsafıdır. Kur’an-ı Kerîm’i huşû’ ile okuyup tatbik edersen, kendini peygamberler ile, veliler ile görüşmüş farzet! Peygamber kıssalarını okudukça, ten kafesi, can kuşuna dar gelmeye başlar.

Biz bu ten kafesinden ancak bu vâsıta ile kurtulduk. O kafesten halâs olmak için bu yoldan yani, tevhîd tarîkından başka çare yoktur.”

Sûreti kırmaktan maksat;

‘Ölmeden evvel ölünüz!” emrine ittibâdır. Ölmeden evvel ölenler, hakîkat baharına dirilir, suretlerden sıyrılırlar. Allah Rasûlu -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘nun hakîkatinde hayat bulurlar. Ayet-i Kerîme’de :

“Seni ancak, alemlere rahmet için gönderdik.” buyuruluyor.

Allah Rasûlu -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, eşyanın hilkat sebebidir. Gaye, bu ilahî rahmetten nasîb alıp Allah ve Rasûlu’nde fanileşmedir.

Bu sebeple İmam Mâlik -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ın bastığı toprağa hürmeten, Medîne-i Münevvere de hayvan üstüne binmedi. Ayakkabı giymedi. Kendisine Hadîs-i Şeriften sual soracak misafir geldiği vakit, abdest alır, sarık sarar, koku sürünür, yüksek bir yere oturur, ondan sonra kabul ederdi. Kendini Allah Rasûlu -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘nun rûhaniyetine hazırlar, O’nun mübarek kelamını nakledeceği için edebe son derece itina gösterirdi.

Osmanlılar devrinde Medîne-i Münevvere’ye müteveccihen gelen sürre alayı, şehre girmeden yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medine’nin manevî havasına hazırlayıp istihareden sonra manevî işaretle huzûr-u Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘a yaklaşırlar, ziyaretlerini îfa ederlerdi. Dönüşlerinde de memleketlerine şifa ve teberrük olarak Medine’nin toprağını götürürlerdi.

Yine Medine’nin muhafazası ile vazîfeli Osmanlı paşaları, arabalarını Mescid-i Nebevî’nin uzağında durdururlar, edeben huzuru Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘a yürüyerek gelirlerdi.

Hasta yatağında baygın ve sararmış bir vaziyette yatan Sultan Abdulaziz’e;

“Medîne-i Munevvere mucavirîninden bir dilekçe var!” denildiğinde yaverlerine:

“- Derhal beni ayağa kaldırınız! Ayakta dinleyeyim! Allah ve Rasûlüne komşu olanların talepleri böyle ayak uzatılarak edebe mugâyir bir şekilde dinlenmez.!” demesi,Osmanlı sultanlarının Medîne’ye ve Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e muhabbetlerinin en güzel tescili ve tezahürüdür.

Bezm-i âlem Valide Sultan, Şam’ın tatlı suyunu develerle Harameyn’e, hacılara ikram edilmek üzere taşıtır, Harameyn’in rûhaniyetinden nasîb almağa çalışırdı.

Şâir Nâbî 1678 yılında devlet adamları ile beraber Hac seferine çıkar. Kafile Medîne’ye yaklaşırken Nabî, heyecandan uykusuz hale gelir. Kafilede bulunan bir paşanın gafleten ayağını Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan müteessir olan Nabî, na’tını yazmaya başlar.

Sabah namazına yakın kafile Medîne-i Münevvere’ye yaklaşırken Nabî, yazdığı na’tın Mescid-i Nebî’nin minarelerinden okunduğunu duyar :

“Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hüdâ’dır bu,

Nazargah-ı İlahî’dir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.”

(Cenâb-ı Hakk’ın nazargahı ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’nın -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- makamı ve beldesi olan bu yerde edebe riayetsizlikten sakın!.)

“Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergaha,

Metâf-ı kudsiyândır, büsegâh-ı enbiyâdır bu.”

(Ey Nâbî, bu dergâha edep kaidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübarek bir makamdır.)

Bu durum karşısında çok heyecanlanan Nâbî, müezzini bulur :

“- Bu na’tı kimden ve nasıl öğrendiniz ?” diye sorar

Müezzin :

“- Bu gece Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- rü’yâmızda bize,

“Ümmetimden Nâbî isimli bir şair beni ziyarete geliyor. Bu zat bana son derece aşk ve muhabbetle doludur. Bu aşkı sebebi ile onu Medîne minarelerinden kendi na’tı ile karşılayın!..” buyurdu.

Biz de bu emr-i nebeviyyeyi yerine getirdik ” der.

Nabî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şunları söyler :

“- Demek ki bana Allah’ın Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- “ümmetim” dedi.

Demek ki, iki cihan güneşi beni ümmetliğe kabul buyurdu!..

Mevlid yazan Süleyman Çelebi :

“Bir aceb nur kim güneş pervanesi…” mısraı ile güneşin Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ne pervane olup etrafında döndüğünü yani, cemadatın dahi O na aşık olduğunu ne güzel ifade eder.

Bu ince ruhlu zarif mü’minler, Rasûlüllah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ın hakîkatine yaklaşabilmek için O’nun rühaniyeti etrafında pervane olup yolunda fanî olmayı, dünyanın en büyük nimeti sayarak ilahî lezzetlere gark olmuşlardır.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile Cafer-i Tayyar arasındaki muhabbetten bir örnek :

Cafer -radıyallâhu anh- Habeşistan hicretinden dönüp Medîne’ye geldiler. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- in Hayber’e gittiğini öğrenince, yollarına devam edip Allah Rasûlu -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ne kavuştular. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Cafer -radıyallâhu anh-‘e

“- Yaratılış ve ahlâk itibarıyla bana ne kadar benziyorsun!” buyurdular

Cafer -radıyallâhu anh- bu iltifattan heyecanlandı. Vecde geldi. Masum bir çocuk gibi sevincinden oynamaya başladı ve kendinden geçti.

Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Cafer -radıyallâhu anh-‘ın alnından öptü.

“- Hayber’in fethi ile mi, Cafer’in gelmesi ile mi sevineyim?” buyurdular.

Cafer -radıyallâhu anh-, Mute Harbi’nde Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ın ta’yini ile Zeyd -radıyallâhu anh- den sonra ikinci kumandan oldu. Zeyd -radıyallâhu anh- in şehid olmasından sonra sancağı aldı. Yediği kılıç darbeleri ile iki kolunu kaybetti. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ın sancağını yere düşürmemek için kesik kolları ile göğsüne sarmağa çalıştı. Bu manzarayı Medîne’den Allah Rasûlu -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, gözlerinden yaş dökerek naklediyor. Allah ve Rasûlullah dostunun fedâyı can ederek şehîd olduğunu bildiriyordu.

“- Allah -celle celâlühû-, Cafer’in kesik kollarına bedel, ona iki kanat verdi.” buyurdular ondan sonra Cafer -radıyallâhu anh-‘ın çocuklarını da “İki kanatlının oğulları!” diyerek okşadı.

Cafer -radıyallâhu anh-, Allah ve Rasûlunün muhabbeti ile mest idi. Allah -celle celâlühû- ve Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- tarafından büyük iltifata mazhar oldu. Ruhî derinliği sonsuzlaşarak, o yolda fedâyı can etmeye muvaffak olup rızayı İlâhî’ye kavuştu.

Mevlana -kuddise sirruh-‘ın şu beyitlerinden sanki Cafer -radıyallâhu anh- ve emsali anlatılıyor :

“Enbiya ve evliyanın gözleri deniz kadar geniştir. O genişlik dolayısı ile iki âlem, Dünya ve Ahiret onlara bir kıl gibi görünür.”

“Binlerce gökyüzü o gözlere girecek olsa, deniz yanında bir çeşme gibi kalır.”

“O göz, bu hisler alemine aid her şeyden geçti mi, gayb alemini görür de, bu kabiliyet sebebi ile teveccühlere ve tecellilere mazhar olur.”

“Eğer o yüce ve mukaddes gözlerden yaş damlasaydı, katresini Cebrail -aleyhisselâm- kapardı.”

“O hoş mezheb ve meşrebli nebî veyahud velînin müsaadesi ile kaptığı bir katreyi kanadına sürerdi. Şeyh Attar -kuddise sirruh- “Makalat-ı Ervah” adlı eserinde buyuruyor ki ;

“Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sirruh- bir gün yolda giderken gökten meleklerin indiğini ve yerden bir şeyler kapıştıklarını gördü. Onlardan birine ;

“- Kapıştığınız şey nedir”'” diye sordu. Melek cevap verdi :

“- Bir Allah -celle celâlühû- dostu buradan geçerken iştiyakle bir “aah” çekti ve gözünden bir kaç damla yaş döküldü. O vesile ile Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nail olalım diye o damlaları kapışıyoruz”

Tebük Seferi sırasında sahabinin fakirlerinden yedi kişi, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ne müracat ederek kendisinden binek talebinde bulundular.

“Bindirecek deve olmadığı ” cevabını alınca ağlaya ağlaya döndüler. Allah -celle celâlühû- yolunda dökülen şu göz yaşlarının makbül-i ilahî olduğu, Tevbe Süresi’nin 92. ayetinde :

“Size bir binek bulamıyorum! dedin ve bu uğurda kendileri harcıyacak bir şey bulamadılar da kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler.” diye takdir buyurulmuştur.

Sonra İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, Abbas -radıyallâhu anh-, Osman -radıyallâhu anh- yiyecek ve binecek vererek onları beraberinde götürmüşlerdi.

İşte Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘nun aşkı ile O’nunla sefere çıkamama endîşesinden bu yedi kişinin göz yaşları, meleklerin imrendiği ve kapıştığı cinstendi. Bu halin zıddı ise ne kadar hüsrandır!

Süre-i Hadîd’de buyurulduğu gibi :

“Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlad sahibi olma isteğinden ibarettir.”

Dünyaya dalan, çöldeki seraba aldanan ve hayallerde tesellî arayan gibidir.

Hadis-i Şerif ‘te :

“Dünya, Ahiret ehline haramdır. Ahiret de dünya ehline haramdır!” buyurulur:

“Hz. Fatıma -radıyallâhu anh-, Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘den bir yardımcı istedi.

– Hasan ve Hüseyin çok hareketli, ben ise çok zayıfım” dedi. Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“- Kızım, istersen birden fazla yardımcı vereyim. Lakin, iki dünyada birden rahatlık yoktur. Bu dünyada katlanacaksın ki, ahirette huzura eresin!” buyurdu

Diğer bir rivayette Fatınna -radıyallâhu anh-, el değirmeninde un, kuyudan su çekmekten ellerinin yarıldığını Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ne göstererek bir yardımcı istemişti. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘ de :

“- Ehl-i suffa böyle fakîr yaşarken, Bedir şehidlerinin yetimleri perişan bir haldeyken sen nasıl böyle bir istekte bulunursun?..” buyurdu.

Bugün bizim, asrın en ağır zulmü altında aç, susuz, sığınaksız, barınaksız, yakacaksız, silahsız inleyen kardeşlerimiz karşısında İslâm kardeşliği anlayışımız, ıstıraplarına iştirakımız, nefsimizden fedakarlık ve feragatımız ne noktadadır? Bizleri bir vicdan muhasebesine götürebiliyor mu ?