Kurbanın Sonsuz Hikmeti

Ebedî Fecre

Yıl: 2006 Ay: Ocak Sayı: 11

İNSANLIĞIN ÜÇ İMTİHANI

İbrahim -aleyhisselâm-’ın kalbinde üç tane taht vardı: Mal, can ve evlât. Cenâb-ı Hak onu üçünden de imtihan etti.

Hazret-i İbrahim, zikrullah mukābili maldan vazgeçti. Sonra Nemrut’un mancınığıyla ateşe atılma hâdisesinde hiçbir rızâsızlık göstermeyip candan vazgeçti. Sonra ilâhî emir üzerine evlâdını kurban etme teşebbüsünü yine büyük bir teslîmiyetle îfâ etmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ın emri karşısında evlâttan da vazgeçti.

Böylece de Allâh’a dost oldu, Halîlullah oldu.

İbrahim -aleyhisselâm-’ın muvaffakıyetle neticelenen üç imtihanı, aslında bütün insanlığın yaşadığı bir imtihandır.

Canın yongası malı infâk etme, bize emânet olarak verilen bu canı sahibine ölmeden önce teslim etme ve yüce Allâh’ın emri istikametinde evlâtları da kendimize bir perde hâline getirmeme husûsundaki ölçüler, nefsimizi ve şeytanı mağlûp ederek ebedî saâdeti kazanmamız için ilâhî lütuflardır. Kurban ibâdetinin özünde yer alan incelikler ve mecâzî nükteler de, Cenâb-ı Hakk’ın bizden sadece bir kurbanlık kesme fiilini istemediğini belirtmekte ve kâmil insan olma yolunda yüce hasletler kazanmaya sayısız işaret ve mânâlar sergilemektedir. Şöyle ki;

PEYGAMBER TESLÎMİYETİ

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, Hacer Vâlidemiz ile İsmail -aleyhisselâm-’ı Mekke’ye bıraktıktan sonra, Sâre Vâlidemiz’in yanına dönmüştü. Arada bir, onların yanına uğruyordu.

Bir seferinde İbrahim -aleyhisselâm-, Mekke’de bir rüya gördü. Rüyasında, âyette buyurulduğu gibi İsmail -aleyhisselâm-’ı kurban ediyordu. Rüya şeytânî mi, Rabbânî mi diye şüphelendi. Ancak aynı rüya üç gün devam etti. Bu günler, hac mevsiminin tevriye, arefe ve bayramın birinci günü idi.

Bir rivâyette İbrahim -aleyhisselâm-;

“–Allah, bana bir oğul verirse, onu kurban edeceğim!” demişti. İşte bu sözü sebebiyle imtihana tâbî tutulmuştu.

İbrahim -aleyhisselâm-, Rabbinden gelen ilâhî emir üzerine Hacer Vâlidemiz’e, oğlu İsmail’i yıkamasını ve güzel kokular sürmesini; onu bir dostuna götüreceğini söyledi. Hazret-i İsmail’e de yanına bir ip ve bıçak almasını tembih etti ve;

“–Oğlum, Allah rızâsı için kurban keseceğim!” dedi.

Mina’ya doğru yol almaya başladılar. Bu sırada şeytan, insan kılığında Hacer Vâlidemiz’in yanına geldi ve O’na;

“–İbrahim, oğlunu nereye götürüyor biliyor musun?” dedi.

O da;

“–Dostuna götürüyor.” cevabını verdi.

Şeytan;

“–Hayır, kesmeye götürüyor…” dedi.

Hacer Vâlidemiz;

“–O, oğlunu çok sever!” diye mukabele etti.

Şeytan devamla;

“–Allah emrettiği için boğazlayacakmış!” deyince Hacer Vâlidemiz;

“–Eğer Allah -celle celâlühû- emretti ise güzel bir şeydir. Tevekkül ederiz.” dedi.

Şeytan, Hacer Vâlidemiz’i aldatamayınca İsmail -aleyhisselâm-’ın yanına gitti. Bu sefer de O’na sordu:

“–Baban seni nereye götürüyor biliyor musun?”

İsmail -aleyhisselâm-;

“–Rabbi’nin emrini îfâya..” dedi.

Şeytan;

“–Biliyorsun ki, seni kesmeye götürüyor!” diyerek vesvese vermeye çalıştı.

Bunun üzerine Hazret-i İsmail;

“–Defol mel’un! Biz, Rabbimiz’in emrini seve seve yerine getiririz!” şeklinde mukabele ile şeytanı kovdu. Onu taşladı.

Şeytan İsmail -aleyhisselâm-’ı da kandıramamıştı. Bu sefer İbrahim -aleyhisselâm-’a döndü;

“–Ey ihtiyar! Oğlunu nereye götürüyorsun? Şeytan seni rüyada kandırmış! O rüyalar şeytânîdir.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-;

“–Sen şeytansın! Hemen yanımızdan uzaklaş!” dedi.

Eline yedişer tane taş aldı ve şeytanı üç ayrı yerde taşladı.

İşte hacda kıyâmete dek rükun olarak devam edecek olan şeytan taşlama, bu şekilde başladı. Bu hâl onların tevekkül ve teslîmiyetlerinin bir nişânesi olarak ümmete nümûne oldu.

İbrahim -aleyhisselâm-, İsmail -aleyhisselâm-’ı kurban etmeye götürürken semâdaki melekler oldukça heyecanlandılar. Hayretle birbirlerine;

“Sübhânallah! Bir peygamber bir peygamberi kurban etmeye götürüyor!” dediler.

İbrahim -aleyhisselâm- oğlu Hazret-i İsmail’e bu işin hakikatini anlattı;

“–Ey oğlum, rüyamda seni kurban etmekle emrolundum.” dedi.

İsmail -aleyhisselâm-;

“–Babacığım, bunu sana Allah mı emretti?” diye sordu.

İbrahim -aleyhisselâm-;

“–Evet!” dedi.

Bunun üzerine İsmail -aleyhisselâm-;

“–Babacığım! Sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın!” dedi.

Canını fedâ etmeye hazır olduğunu bildirdi. O sırada İsmail -aleyhisselâm-, henüz yedi veya on üç yaşlarındaydı.

Rivâyete göre Cebrâil -aleyhisselâm-’ın heyecanlandığı ve yetişmekte sıkıntı çektiği üç yerden biri, İbrahim -aleyhisselâm-’ın Hazret-i İsmail’i kurban etmek üzere bıçağı boğazına dayadığı an oldu. O an Cebrâil -aleyhisselâm- bıçağı köreltti. Teslîmiyetleri dolayısıyla, Hak katından ilâhî bir lütuf olarak kendilerine cennetten getirdiği koçun kurban edileceğini bildirdi.

Böylece içli tekbirler arasında o koçu kurban ettiler.

KURBANDA ASIL MAKSAT

Yukarıdaki hakikatler ışığında ifade etmelidir ki, kurban kesmekten asıl maksat; bu hâdiseleri hatırlayıp onlardaki ilâhî hikmetten nasîb alınması ve Allâh’a teslîmiyet ve takvâ ile kulluk edilmesi husûsunda gönüllerin âgâh olmasıdır.

Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:

(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hac, 37)

Bu gerçeğe işaretle Hazret-i Mevlânâ şu îkazda bulunur:

“Keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!”

Yani kurban ibâdetinin özünü unutup da sadece şekliyle meşgul olarak kendimizi kandırmamalıyız.

Nitekim Âdem -aleyhisselâm-’ın oğulları Hâbil ile Kābil’in kurbanları çok mânidar bir misaldir.

Hâbil, kurbanını en güzelinden seçip ihlâsla takdim etti; Kābil ise cılız başak demetlerini kurban olarak Allâh’a sundu.

Neticede Hâbil’in kurbanı kabul olurken Kābil’inki reddedildi.

Bu hâdisedeki hakikatler aynasında, Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği nimetlere karşı şükrümüzün îfâsını ne kadar ve nasıl bir fedâkârlık içinde gerçekleştirdiğimizi muhasebe etmeliyiz.

KURBAN FEDÂKÂRLIKTIR

Bütün sır ve hikmetleriyle kurban, fedâkârlığın adıdır. Nimetleri Allah yolunda cân u gönülden sarf etmektir. Herkesin istîdâdı ve elde ettiği de, aslında fedâkârlığı kadardır. Nitekim vatanları uğruna gerçek kurbanlar veren milletler, şahsiyetlerini ve varlıklarını korurlar. Çanakkale ve İstiklâl Harplerinde de bu böyle olmuştur. Ama gerçek kurbanlar verilmiyor da keçinin gölgesi kurban veriliyorsa, o zaman da molozlar yığını ortaya çıkar.

Bu bakımdan kurban olma, bir kayboluş ve kaybediş değil bir yücelme ve en yücede var oluş demektir. İnsan kendisini Hakk’a ve Peygamberi’ne kurban ettiği, yani onlarda fânî olduğu an, bir sonsuzluk deryası hâline döner. Artık o fânîlik sınırlarının ötesine adım atar. Allâh’ın sevdikleri arasına dâhil olur. Mevlânâ Hazretleri buna işaretle şöyle buyurur:

“Bütün hayvanları insan için, bütün insanları da bir akıl için öldür git­sin. Yani, üstün varlık olduğu için (eşref-i mahlûk) insanlara hayvanlar kurban olsun. Bütün insanlar da, insanların seçkinleri oldukları için, peygamberlere kurban olsunlar.”

“Böyle kurban olanlar, düşüncelerden, duyguların yükü altından kurtulmuşlar da aydınlığa kavuşmuşlardır. Benliklerini Hak uğrunda kurban etmişler, irfan denizi kesilmişlerdir.”   

“Onlar, o Hak âşıkları; herkesin korktuğu, ürktüğü, kaçtığı ölüme karşı acı acı gülümserler. Kimsecikler onların gönüllerine bir zarar veremez, zira zarar kabuğa gelir, içindeki inciye gelmez.”

“Sekiz cennetin nakışları parladıkça, onların gönül levhine vurur, orada görünür. Allâh’ın gerçeklik durağında oturup orayı yurt edinenlerin yerleri, Arş’tan da, ferşten de, kürsî’den de yücedir.”

“Onun için ben; gerçekleri gören göz arayan, o Hak çerağının, Hazret-i Muhammed’in kulu, kölesiyim.”

KURBAN KURTULUŞTUR

Herkes kendisine daha yakın olanları, daha candan korur ve gözetir. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şefâati de kendisine daha çok yaklaşanlara, ona kurban olanlara daha ziyade olacaktır. Cenâb-ı Hak da, insanlardan kendine kurban olarak bağlanmış mü’min gönlü daha ziyade sever ve muhafaza eder.

Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“O kimse, Hazret-i İsmail gibi boğazını uzatmış, Allah yolunda kurban olmaya hazırlanmıştır. Fakat Allah o boğazı kestirmez.”

“İşte şehidler de, Allah yolunda canlarını fedâ ettikleri için diridirler. Hoşturlar. Sen, ateşe tapanlar gibi bedene bakma!”

Kendilerini Hakk’a kurban eden kullar, Kamer Sûresi’nin 54’üncü ve 55’inci âyetlerinde buyurulduğu veçhile Allâh’a yakınlık nimetine sonsuz bir makam ile ermiş kimselerdir:

“Hakikaten müttakî olanlar, Allah’tan çekinenler; cennetlerde ve nehir kenarlarında olacaklar, sıdk makamında (gerçeklik durağında) en kudretli padişahlar padişahı olan Cenâb-ı Hakk’ın çok yakınında bulunacaklardır.”

Bu bakımdan bütün ibâdetlerimizde bir teslîmiyet duygusu, bir kurban oluş hissiyâtı hâkim olmalıdır.

Bilhassa namazda…

NAMAZ VE KURBAN

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ibâdetlerin en şümullüsü olan namaza son derece ehemmiyet vermiş ve onun Hak katında makbûl, göz nûru bir ibâdet olarak îfâ edilmesine, yani nasıl bir gönülle kılınacağına işaretle;

“Namaz, her müttakî kişinin kurbanıdır.” (Kuzâî, Müsned, I. 181) buyurmuştur.

Bu hadisten yola çıkarak Hazret-i Mevlânâ göz nûru bir namaz kılmaya muktedir olabilen kullar hakkında işârî olarak;

“Onlar tekbir getirip namaza başlayınca, kurban gibi bu dünyadan çıkıp gittiler.” buyurur.

Sonra da musallîye (namaz kılan herkese) şöyle seslenir:

“Sen de onların ardınca ilerlemek için mihraptaki mum gibi kıyâm ederek namaz kıl! Bilesin ki, namaza başlarken «Allâhu Ekber!» demenin mânâsı şudur:

«Ey Allâh’ım! Biz Sen’in huzûrunda kurban olduk! Ve ellerimizi tekbir için kulaklarımız hizasına kaldırmakla her şeyi arkaya atıp Sana yöneldik!»”

“Nasıl ki kurban keserken;

«Allâhu Ekber!» dersin, işte öldürülmeye lâyık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir.”

“O esnada beden İsmail, can da Halîl İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin hevâ ve hevesini kesmek için tekbir getirince, beden, şehvetlerden ve hırslardan kurtulur, namazda «Bismillâhirrahmânirrahîm» demekle kurban olur gider.”

“Ey akıl sahibi! Namazdaki beraberliği anlamak, aklın alacağı bir şey değildir. Bunu anlamak, aklın yâre kurban edilip gönül âleminin dirilmesine bağlıdır.”

KURBAN VE NEFS EĞİTİMİ

Kurban, nefsimizin eğitimiyle başlayan bir gönül ve daha doğrusu aşkımızın eğitimidir. Cüneyd -kuddise sirruh- Hazretleri buyurmuştur ki:

“Nefislerinizi kurban ediniz. Biliniz ki nefis; Allah ile aranızda büyük, kalın bir perdedir. Hayat, ancak nefsin ölümündedir.”

Şiblî Hazretleri de şöyle buyurur:

“Nefis ölmeden ruh dirilmez. Âşıklar rûhun yaşamasını, nefsin ölümünde buldular.”

HAKK’A KURBAN OLAN KUR’ÂN KESİLİR

Kim neye kurban olursa, o istikamette özelliklerle dolar.

Damla, deryaya kendini kurban etmişse artık o da bir deryadır. İlâhî azamete nisbetle kıt akıllı insan; kendini sonsuz akla, yani ilâhî iradeye teslim ederse, sonsuz güzellikler sergiler.

Bunun için Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Aklı, Hazret-i Mustafâ’nın huzûrunda kurban et ve: «Allah bana yeter!» de.”

“Aklı, dostun aşkında kurban et! Çünkü bütün akıllar, dostun bulun­duğu taraftadır! Çünkü ruhların da, akılların da çıkış yeri Hak’tır! Bu se­beple aklı, Hakk’ın aşkında kurban et!”

“Akıllı olanlar; akıllarını dostun bulunduğu yere, ötelere göndermişlerdir!”

“Bu dünyada kalan akıl ise; sevgiden haberi olmayan, sevmeyen, se­vilmeyen, ahmak olan akıldır!”

“Allâh’ın büyüklüğü, sanatı, güzelliği ve yaratma gücü ile hayrete dü­şer de, şaşkınlıkla aklın başından giderse; o zaman, saçının her teli bir baş olur, bir akıl kesilir!”

“Ötelerde, sevgilinin yanında beyin, düşünce zahmeti çekmez! Ötelerde bulunan mânâ ovaları, bahçeleri de hep beyinler bitirir, akıl-fikir üretir!”

“Bu fânî dünya ovalarını bırakır da, ötelerdeki ovalara varırsan, nükteler işitirsin! O bağa girersen, aşk fidanının hakikat suyuna kanar, boy atar, gelişirsin!”

“Kur’ân’ın mânâsını Kur’ân önünde kurban olmuş, benliğinden geç­miş, alçalmış, âdetâ rûhu, ayn-ı Kur’ân kesilmiş kişiden sor.”

ÂŞIKLARIN CÖMERTLİĞİ

Cömertlikler çeşitlidir. Zengininki mal, âşıklarınki ise candır. Karşılıklar da ona göredir.

Ekmek verene ekmek verirler, can verene can takdim ederler. Halk arasındaki «can borcu» ifadesi de bunu anlatır. Can verme, aşkın zirvesidir. Fuzûlî ne güzel söyler:

Cânını cânâna vermektir kemâli âşıkın

Vermeyen can, îtirâf etmek gerek noksânını

İnsanlar umumiyetle bir şey verince eksileceğini zannederler.

Doğrudur. Matematik olarak 5’in 3’ü verilse; mevcut 2’ye düşer, azalır. Bu dünyevî verişlerde ve harcamalarda böyledir, bir tüketmedir.

Ancak verme işi, Allah yolunda ise matematik ölçüleri iflâs eder. Yani verdikçe artar. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve lütfunun tecellîsidir.

Hazret-i Mevlânâ bu hakikati ne güzel anlatır:

“Şu çınarın yaprakları dökülürse; Cenâb-ı Hak, ona yapraksız da ya­şama gücü verir.”

“Dağıtmaktan, cömertlikten ötürü elinde mal kalmasa; Allâh’ın inâyeti, seni, hiç ayak altında çiğnetir mi?!.”

“Ekin ekenin ambarı boşalır ama, bu işin iyiliği tarlada belli olur.”

“Fakat buğday ekilmez, yerinde kullanılmaz da, ambarda saklanırsa; bitlere, küçük kurtlara, farelere benzeyen hâdiseler onu tamamıyla mah­veder.”

“Bizi korkutan, can vermenin görünüşü, dış yüzü; ölümdür. İçyüzü ise diriliktir, yaşayıştır. Görünüşte bir tükenmedir. Hakikatte ebedî hayattır.”

Allâh’ım! Gönüllerimizi Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmail teslîmiyeti ve kurban bereketi ile müzeyyen kıl.

Âmîn!..