Kurban Fedakârlıktır

Altınoluk Dergisi, 2019 – Ağustos, Sayı: 402, Sayfa: 032

Îman, en büyük muhabbettir. Muhabbet ise ispat ve bedel ister. Gerçek bir muhabbetin kantarı da, fedakârlıktır. Yani fedakârlığın kadar muhabbetinde samimîsin demektir.

İnsan en büyük bedelleri, muhabbeti uğruna öder. Muhabbette samimiyetin alâmeti, sevilen uğrunda girilen risk, yapılan fedakârlık, katlanılan zorluklardır. Sevdiği için kendi rahatından, imkânından, menfaatinden vazgeçemeyen, gerçek mânâda seven değildir.

Gerçek mânâda seven biri, sevdiğine fedakârlıkta bulunmayı aslâ bir zahmet, külfet ve mihnet olarak görmez. Bilâkis târifsiz bir zevk, doyumsuz bir lezzet ve hakikî saâdet olarak telâkkî eder. Sevdiği uğruna canını bile verse, bunu az görür.

MUHABBETTEKİ SIR

Gerçek bir muhabbette müthiş bir sır vardır ki o da zahmetleri rahmete dönüştürmesidir.

Meselâ îman muhabbetiyle dolu bir gönle 20 rekâtlık teravih namazı, hattâ uykunun en tatlı zamanında yataktan kalkarak edâ edilen teheccüd namazları bile zor gelmezken, bunun aksine muhabbetsiz bir gönle ise dört rekâtlık bir sabah namazını kılmak zor gelir.

Mevlânâ Hazretleri, Hakk’a muhabbetin tecellîlerini şöyle ifade eder:

“Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet sayesinde bakırlar altın olur…

Muhabbet vesîlesiyle dermansız dertler şifâ bulur. Muhabbet ile ölüler dirilir…

Muhabbetten dolayı zindanlar gül bahçelerine döner. Muhabbetten ötürü karanlık evler aydınlanır…

Muhabbetten kederler neşe, üzüntüler sevinç olur. Muhabbetten kahır rahmet olur.”

“Muhabbet olmayınca ise mum, demir gibi katılaşır.”

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak da bizden aşk ile yaşanan bir îman istiyor. Hayatta karşılaşılan acı-tatlı bütün hâdiseler, esasında birer îmanda samimiyet testidir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2) buyruluyor.

Bunun içindir ki Allâh’ın en sevdiği kulları olan peygamberlerin hayatları en büyük fedakârlıklar manzûmesi hâlindedir. Hayatta en ağır çilelerin çemberinden geçenler, peygamberler ve sonra derecelerine göre sâlih kullardır. Allâh’ın sevdiği ve kendisine dost kıldığı kullar; hep fedakâr, cefâkâr, çilekeş mü’minlerdir.

ALLAH İÇİN CANDAN GEÇENLER

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde îmanları için en çetin imtihanlardan geçen fedakâr mü’minleri haber veriyor.

Hazret-i Mûsâ’ya karşı Firavun tarafından müsâbakaya çıkarılan “sihirbazlar”ı bildiriyor. Îman ile şereflendikten sonra Firavun’un zulmüne karşı nasıl tavır koyduklarını, îmandan bir tâviz vermemek için kollarının-bacaklarının çaprazlama kesilip hurma dallarına asılmalarına nasıl râzı olduklarını;

“…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır dök (bir tâviz vermeyelim). Müslüman olarak canımızı al!” (el-A‘râf, 126) diye yakarışlarını, îmanda samimiyetin müstesnâ bir misâli olarak beyan buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak Ashâb-ı Uhdûd’u bildiriyor. Îmanları uğruna ateş dolu hendeklerde yakılan mü’minleri haber veriyor.[1]

Yâsîn Sûresi’nin ikinci sayfasında Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor. Nasıl tevhîdi müdâfaa uğrunda taşlanarak can verdiğini; son nefesinde ötelerden perdeler açılıp;

“…Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi.” diyerek kendisini taşlayan kavminin îman nîmetinden mahrumiyetine acımasını haber veriyor.[2]

Yine Rabbimiz Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde, Muhâcirler’i, yani Mekke’de câhiliye müşriklerinin terör ve dehşetine rağmen îmanlarından tâviz vermeyen ilk müslümanları ve onlara kucak açan Medîneli Ensâr’ı bildiriyor. Bizim de “onlara güzellikle tâbî olan ihsan sahipleri”nden olmamızı telkin buyuruyor.

Zira ashâb-ı kirâm bu dünya pazarındaki en kârlı ticâretin tâlibi olmuşlardı. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını kendilerine (verilecek) Cennet karşılığı satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

İşte bu saâdetten mahrum kalmamak için ashâb-ı kirâm Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e canlarını siper ettiler. “Yâ Rasûlâllah! Sen’in gönlünde ne varsa ona biat ediyoruz.” dediler. “Sen denize girsen, biz de gözümüzü kırpmadan Sen’in ardından gireriz.” dediler. “Anam-babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dediler. Allah yolunda canlarını, mallarını, her türlü imkânlarını cömertçe fedâ edebilmeyi, en büyük zevk, lezzet ve nîmet bildiler.

Cenâb-ı Hak onları bizlere örnek nesil olarak takdim ediyor ki bizler de hâlimizi, onların hâliyle mîzân edelim. Gayret-i dîniyyemizi, toplumun zayıf hâliyle kıyaslayıp rehâvete kapılma gafletine düşmeyelim. Hâlimizi dâimâ asr-ı saâdet toplumunun fedakârlıklarıyla mukâyese edip îman gayretimizi artırmaya çalışalım.

HAKK’A DOSTLUK İMTİHANLARI

Hayat; îmanda samimiyetin ve gönüldeki Allah muhabbetinin test edildiği bir imtihanlar manzûmesidir. Müʼmin, bu imtihanlardaki muvaffakıyeti nisbetinde Rabbine yakın bir kul, hattâ Rabbinin dostu olmaktadır.

Halîlullah, yani Allâhʼın dostu olan İbrahim -aleyhisselâm-ʼın ibret dolu hayatı, bu hakîkatin zirve misâlidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahimʼi kendisine “dost” edindiğinde melekler, insanın kalbini işgâl ederek Hakkʼa dostluğuna mânî olabilen üç hususu dile getirdiler:

“‒Yâ Rabbi! İbrahim’in canı, malı ve evlâdı var! O, bu dehşetli muhabbet engellerini nasıl aşacak da Senʼin dostun olacak?” dediler.

Allah Teâlâ da insan nefsinin aşmakta en çok zorlandığı bu üç hususta İbrahim -aleyhisselâm-ʼı imtihan ederek, onun dostluğunun delîli olan sarsılmaz tevekkül ve teslîmiyetini meleklere seyrettirdi.

Onu ilk olarak Nemrudʼun ateşiyle imtihan etti. İbrahim -aleyhisselâm- ateşe atılacağı zaman melekler yetişip yardım etmek istediler. Fakat o:

“–Size ihtiyacım yok! Ateşe, yanma gücünü kim vermiştir? Ateşi ancak yandıran söndürür.” karşılığını verdi. Ardından da; «Allah ne güzel vekildir!» diyerek Rabbine sığındı. Yani tevhîd inancını korumak için canını fedâ etmeye râzı oldu. Cenâb-ı Hak da ateşe:

“–Ey ateş! İbrahim’e serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69) buyurdu. Ateş, gülistâna döndü.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, İbrahim -aleyhisselâm-ʼı malından imtihan etti. Ona sayılamayacak kadar sürüler ihsân etti. Sonra da Cebrâîl -aleyhisselâm- insan sûretinde gelerek Hazret-i İbrahimʼe:

“‒Bu sürüler kimindir? Bunları bana satar mısın?” dedi. O da:

“‒Bu sürüler Rabbimindir. Rabbimi zikret, bu sürüleri sana hibe edeyim.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-’ın malı da, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın Allah Teâlâ’yı üç defa zikretmesi neticesinde, nazarındaki bütün ehemmiyetini yitirdi ve zikrin lezzetiyle ona:

“‒Al hepsi senin olsun!” dedi.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahimʼi, son olarak oğlu İsmâil -aleyhisselâm-ʼı kurban etmekle imtihan etti. Baba-oğul, emr-i ilâhîye tam bir teslîmiyet gösterdiler. Allâhʼa itaat ve teslîmiyetlerini bozmaya çalışan şeytanı beraberce taşladılar. İbrahim -aleyhisselâm-, canından bir can olan, çok sevdiği evlâdı İsmâil -aleyhisselâm-ʼı Allâhʼın emri olduğu için kurban etmek niyetiyle alnı üzerine yatırdı. Son anda Cenâb-ı Hak imtihanı kazandığını müjdeleyerek Cennetʼten kurbanlık bir koç gönderdi.

“«Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten çok açık (ağır) bir imtihandır.» diye seslendik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: «İbrahim’e selâm!» dedik.” (es-Sâffât, 104-109) şeklindeki ilâhî müjdelerine mazhar kıldı.

Fedakârlıkların ardından dâimâ büyük mükâfatlar gelir. Zira fedakârlıklar, kulu Allâh’a yaklaştırır. İlâhî rahmet de daha ziyade böyle zamanlarda tecellî eder. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulduğu üzere:

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6)

Yani Allah için katlanılan zorlukları dâimâ büyük ferahlıklar takip eder. Nitekim Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, Allah ile dostluk yolunda çok ağır imtihanlardan geçti. Cenâb-ı Hak onun canına, malına ve nesline müstesnâ lûtuf, ihsan ve ikramlarda bulundu. Ona ateşi serin ve selâmet kıldı. Onun malına-mülküne büyük bir bereket bahşetti. Öyle ki müʼminler, birbirlerine bereket temennîsinde bulunmak üzere; “Allah, Halil İbrahim bereketi versin!” diye duâ eder oldular.

Yine İbrahim -aleyhisselâm-’a dostluğun müstesnâ bir mükâfâtı sadedinde evlâdının canına bedel olarak Cennet’ten kurban indirildi. Kıyamete kadar gelecek mü’minlere onların hâtırasını yâd ettiren hac ve kurban ibadetleri hediye edildi. Kendilerinden sonra gelenler arasında nâmı devam ettirilmekle müşerref kılındı.

Yine İbrahim -aleyhisselâm- “Ebûʼl-Enbiyâ” sıfatıyla şereflendirildi. Yani soyundan peygamberler ve bilhassa da âhir zaman nebîsi Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gelmesiyle taltif edildi. Oğlu İsmâil -aleyhisselâm- ile Kâbe’yi yeniden inşâ etme şerefine nâil oldu.

Düşünmek gerekir ki, bir fânî diğer bir fânîye ne verebilir? Herkes ancak kendi şânına göre bir ihsanda bulunabilir. Âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hak ise rızâ-yı ilâhîsi uğruna; fânî, dünyevî ve nefsânî menfaatlerinden vazgeçebilen dostlarına, böylesine muazzam ihsan ve ikramlarda bulunmaktadır.

İnsan, Cenâb-ı Hak ile dost olabilecek istîdatlarla dünyaya gönderilmiştir. Allah ile dostluğun müstesnâ mükâfatlarına tâlip olmak varken, kendini ucuz bedellere satmak, ârif mü’minlere yakışmaz.

Unutmayalım ki dünyada en kârlı alışveriş, karşılığında Allâh’ın rızâsı bulunan, sahih bir îman ve sâlih amellerdir.

KURBANIN TEFEKKÜR CİHETİ

Cenâb-ı Hak; “göklerde ve yerde ne varsa kendi katından bir lûtuf olarak bizlere âmâde kıldığını” beyan buyuruyor.[3] Yine “nîmetlerimi saymaya kalksanız, sayamazsınız” buyuruyor.[4] Bütün bu ilâhî lûtuflara karşı; hamd, şükür ve zikirle hayatımıza derin bir mânâ kazandırmalıyız.

Bir fedakârlık sembolü olan kurban bayramı vesîlesiyle düşünmeliyiz ki:

Cenâb-ı Hak o kurbanlık hayvanları da bizler için yarattı. Etinden, sütünden, derisinden, hattâ gübresinden bile istifade ediyoruz. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ bir lûtfudur.

O kurbanlık hayvanlar can çekişirken kendi âkıbetimizi ve son nefesimizi tefekkür etmeliyiz. Yine düşünmeliyiz ki:

Biz o kesilen hayvanın yerinde olabilirdik, o da bizim yerimizde olabilirdi. Biz dünyaya “insan” olarak gelmek için bir bedel ödemedik. Fakat bu nîmetin şükür bedeli olarak, insanlık şeref ve haysiyetine yaraşır şekilde bir kulluk hayatı yaşamakla mükellefiz. Aksi hâlde Allah katında o mahlûkattan daha aşağı bir mevkîye düşme tehlikesi mevcuttur.

Mü’min, mahlûkâtın en şereflisi olan “insan” olarak yaratılmanın şükrânesi sadedinde Allâh’ın bütün mahlûkuna karşı şefkat, merhamet, mülâyemet ve rikkatle muâmele etmelidir.

Nitekim asr-ı saâdette fakir bir köle, günlük nafakası olan üç ekmeği aç bir köpekle paylaşıyordu. Bu davranışıyla âdeta;

“–O hayvanı yaratan da, beni yaratan da aynı Allah. Beni insan yarattığına göre, demek ki onu bana zimmetli kıldı…” diyordu.

Bizler de bilhassa bu kurban bayramında bu gönül ufkundan hisseler almalıyız.

KURBANDA MERHAMET EDEBİ

Nasıl ki oruç ibadeti, açların hâlinden anlamayı temin ederek merhamet duygularımızı inkişâf ettiriyorsa, kurban ibadetinde de bilhassa o kurbanlık hayvanlara karşı merhametli ve mûnis davranmalıyız.

Bir müslüman, hiçbir hususta kaba-saba olmamalı, her işinde âdâba riâyet etmelidir. Zira Hak dostu ârif zâtlar şöyle buyurmuşlardır:

“İbadet, insanı Cennet’e götürür; ibadette edep ve tâzîm ise Allâh’a götürür, Hakk’a yaklaştırır, O’nunla dost eyler.”

Her ibadette Allâh’ın rızâsını hedeflemek gerektiğine göre, bunun en mühim şartı olan edebe riâyeti de ihmâl etmemek îcâb eder.

Nitekim Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- da:

“Amelde edep, onun kabûlüne işarettir.” buyurmuştur.

Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm ahlâkının gerektirdiği şefkat ve merhamet ölçülerini, kurbanlıklar için de sergilemiş, bu hususta birçok tavsiyede bulunmuştur:

Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kurbanlıkların görmeyeceği bir yerde bıçakların güzelce bilenmesini emretmiş ve;

“Biriniz hayvanını keseceği zaman, o işi hızlı yapsın!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de:

“Allah her şeyi en güzel şekilde yapmayı emretmiştir… (Kurban) kestiğiniz zaman kesmeyi en iyi şekilde yapı­nız! Her biriniz bıçağını bilesin ve hayvanını rahatlatsın!” buyurmuştur. (Müslim, Sayd, 57; Tirmizî, Diyât, 14/1409)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün koyun kesen birini görmüştü. Adam, kesmek üzere koyunu yere yatırdıktan sonra bıçağını bilemeye çalışıyordu. Bu duygusuz ve düşüncesiz davranış karşısında, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu îkazda bulundu:

“Hayvanı defalarca mı öldürmek istiyorsun?! Bıçağını, onu yere yatırmadan önce bilesen olmaz mıydı?!” (Hâkim, IV, 257, 260/7570)

Kurbanlık hayvanlara güzel davranmak, onları ürkütmemek, susuzsa su içirmek ve eziyet etmeden kesim yerine götürmek îcâb eder. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, koyunu kulağından çekerek kesmeye götüren bir kimseyi gördüğünde hemen müdâhale etmiş ve;

“Hayvanın kulağını bırak, boynunun kenarından tut!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

Yani “Nasıl olsa bu, bir müddet sonra can verecek bir hayvandır.” deyip de ona karşı kaba bir davranışta bulunarak eziyet vermek, bir müslümana aslâ yakışmaz.

Zira Kur’ân-ı Kerîm’de mücrimlerin âhiretteki pişmanlıklarını aksettiren “يَا لَيْتَ” yani “keşke” ifadeleri var:

“…Eyvah bize! Keşke Allâh’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik!” (el-Ahzâb, 66)

“…Keşke o Peygamberʼle birlikte bir yol tutsaydım!” (el-Furkân, 27)

“…Keşke (dünyaya aldanmasaydım da) bu hayatım (yani âhiretim) için bir şeyler yapıp gönderseydim!” (el-Fecr, 24)

“Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!” (el-Furkân, 28)

İşte bu “يَا لَيْتَ : keşke”lerden biri de şudur:

Mahşer yerinde hayvanlar bile, aralarındaki haksızlıkların adâlete kavuşturulması için haşredilecek. Daha sonra, zulme uğrayanlar kendilerine zulmedenlerden hakkını aldıktan sonra hepsi toprak olacak. İşte kâfirler bu manzarayı görünce, ilâhî azaptan kurtulmak için o hayvanlar gibi olmayı arzu ederek:

“…Keşke toprak olsaydım.” (en-Nebe, 40) diyecekler.

Âhirette bu nevî pişmanlıklara dûçâr olmamak için, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına riâyet edip Oʼnun bütün mahlûkâtının hak ve hukukuna da son derece dikkat etmeliyiz.

KURBAN İBADETİNE TÂZÎM

Kurbanlar, İslâm’ın şiarlarındandır. Dolayısıyla kurbana ehemmiyet göstermek, îman ve takvâ alâmetidir.

Nitekim Hac Sûresi’nin 32. âyet-i kerîmesinde:

“…Her kim Allâhʼın şiarları/nişâneleri (olan kurbanlıklar)a tâzim eder/saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” buyrulmaktadır.

Dolayısıyla imkân varsa, kesim esnâsında; huşû, tâzim ve ihtiram duyguları içinde kurbanın yanında beklemek, makbul görülmüştür.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Ey Fâtıma! Kalk, kurbanının yanında bulun! Şunu iyi bil ki onun kanından yere düşen ilk damla ile, işlemiş olduğun (küçük) günahlar affedilir.” (Hâkim, IV, 247/7524; Heysemî, IV, 17; Beyhakî, Şuab, V, 483)

İslâm’ın şiarlarından olan kurban ibadetine tâzim ve hürmet hususunda büyüklerimiz Sâmi Efendi Hazretleri ve pederim Mûsâ Efendi de büyük titizlik gösterirlerdi:

–Bir çukura iki kurban kestirmezlerdi.

–Kurbanın gözünü bağlatırlardı.

–Kesileceği yere zorla iterek sürükletmezlerdi. Şâyet küçükbaş bir kurban ise, kucağa alınarak şefkat ve mülâyemetle götürülmesini isterlerdi.

–Hayvana eziyet vermeyecek şekilde güzelce kesilmesini ve kanının iyice boşalmasını arzu ederlerdi.

–Kurban kesilirken başında bulunur, getirilen sandalyeye oturmaz, bir ibadet vecdiyle ayakta beklerlerdi.

Kurban ibadetinde takvâ alâmeti olan bu nevî âdâba da mümkün mertebe riâyet etmek gerekir. Zira âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hac, 37)

Mevlânâ Hazretleri de:

“Sakın ola ki keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!..” buyurur.

Zira kurban edilen hayvanın eti-kemiği, gölge varlıktır. Aslolan, onun ifade ettiği mânâdır. Yani Mevlânâ Hazretleri âdeta; “Sakın ola ki sen kurbanı; koyun kesmek, kebap yemek, kendine ziyafet çekmekten ibaret zannetme!” buyuruyor. Zira kurban, gönüldeki takvâ hissinin ve Allah muhabbetinin bir sembolüdür.

GERÇEK BAYRAM

Ramazan bayramı; oruçla, riyâzatla, takvâ ile geçirilen bir ayın ardından lûtfedilen sevinç günleriydi. Kurban bayramı da Allah için yapılan fedakârlıkların bir şehâdetnâmesidir. Fedakârlığın, mâşerî vicdanda yaşanmasıdır.

Kurban bayramı, bilhassa zor zamanlarda din kardeşliğini yaşama bayramıdır. Toplumumuzdaki fakirler, garipler, İslâm coğrafyalarındaki mazlumlar, muhtaçlar ve çaresizlere kurban vesîlesiyle de olsa tebessüm ettirme bayramıdır.

Mü’min, din kardeşinin sevincini paylaşmak kadar hüznünü paylaşmaya da gönüllü olmalıdır. Bilhassa İslâm coğrafyasının zor günler geçirdiği zamanımızda din kardeşlerimize daha fazla sahip çıkmaya gayret göstermeliyiz.

Meselâ, düğünler bir sevinç ve mutluluk günüdür. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o sevinci paylaşmaya zenginler davet edilip fakirler mahrum edilirse, “o ne kötü bir düğün ziyafetidir” buyuruyor.[5]

Buna kıyasla diyebiliriz ki, bayramlar da sevinç günleridir. Fakat bayramlar, zenginiyle fakiriyle bütün ümmetin sevinç günü olmalıdır. Zenginlerin şımarıkça eğlendiği bir tatil günü olmamalıdır. Bilhassa fakir-fukara, garip, kimsesiz, mazlum, dul, yetim ve muhtaçlarla bayramlaşmak ve onların gönüllerini almak, bayramı gerçek mânâsıyla idrâk ve ihyâ etmektir.

Kurban bayramı; ikram, ihsan ve fedakârlık günleridir. Kurban etinden mahrum olan, senede bir defa kurban vesîlesiyle et yiyebilen dünyada sayısız müslüman mevcut. Onlara kurban vesîlesiyle İslâm kardeşliğinin güzelliğini tattırmalıyız. Hattâ kurban bayramındaki vâcip kurbandan sonra da imkân buldukça o kardeşlerimize sadaka, şükür, adak gibi kurbanlarla bu ikramlara devam etmeye gayret göstermeliyiz.

Velhâsıl din kardeşlerimizi dâimâ kendimize zimmetli görmeliyiz ki hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet günü Arş’ın gölgesinde gölgelenen 7 zümreden birine dâhil olabilelim…[6]

Cenâb-ı Hak, kurban ibadetini rızâsına muvâfık bir şekilde edâ edebilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Kurbanlarımızı kendisine yakınlık vesîlesi kılsın.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Burûc, 4-8.

[2] Bkz. Yâsîn, 26.

[3] Bkz. el-Câsiye, 13.

[4] Bkz. İbrahim, 34; en-Nahl, 18.

[5] Bkz. Buhârî, Nikâh, 72.

[6] Bkz. Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91.