Kur’ân ve Sünnet Ekseninde Bir Eğitim Hakkında Mülâkat

Yüzakı Dergisi, Mülâkat –3

Yıl: 2018 Ay: Nisan Sayı: 158

 

GÖZ NÛRU NESİLLER

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Îmanlı bir neslin eğitim ve tahsili husûsunda kıymetli görüşlerinizi lutfeder misiniz?

Peygamber Efendimiz Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl öğretirdi? Kur’ân eğitimine gösterdiği hassâsiyet ve ihtimam nasıldı?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Fahr-i Kâinât Efendimiz; ashâbını çok severdi. Fedâkâr muhâcirleri de, îsar sahibi ensârı da çok severdi.

Lâkin O’nun en büyük gayesi ve gayreti, arkasından gelecek ideal bir nesil yetiştirebilmek idi.

Bu sebeple;

Zamanının en büyük kısmını; insan yetiştirmeye, nesilleri hazırlamaya vakfetti.

Mekke’de Dâru’l-Erkam’da; Mus‘abları, İbn-i Mes‘ûdları yetiştirmeye başladı.

Medine’de de Ebû Hüreyrelerin, Eneslerin, Muâzların yetiştiği «Ashâb-ı Suffe»ya çok zaman ayırır ve ihtimam gösterirdi. Onlara hem ders verir hem de hâliyle canlı bir misal olurdu.

Peygamber Efendimiz; ashâbına önce on âyet öğretir, sonra da onun tatbikatını tâlim buyururdu.

Meselâ infâk âyetleri inerdi. Bu âyetlerde;

“Bollukta ve darlıkta infâk ederler…” (Bkz. Âl-i İmrân, 134) buyurulduğu için, ashâb-ı suffe hemen dağlara çıkarlardı. Odun keserlerdi. Satıp, bedelini Allah Rasûlü’nün önüne koyarlardı.

Yani İslâm’ı sadece sözle değil; fiille, tatbikatla tâlim ederlerdi.

Bu hususta çok çileler çekerlerdi. Yokluklara tahammül ve sabır içinde yaşarlardı.

Ebû Talha -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır.

“Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına gittim. O Rasûller Sultânı, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. O, bu hâliyle ayakta durmuş ve ashâb-ı suffeye Kur’ân öğretiyordu.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Suffe ashâbından Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- suffedeki günlerini şöyle anlatırdı:

“–Muhâcir kardeşlerimiz ticaretle ve ensar kardeşlerimiz de ziraat ve hurmalıklarıyla meşgul olurken; ben yarı aç yarı tok, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunur ve onların ezberleyemediklerini hıfzederdim.”

Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- da diyordu ki:

“Biz (Peygamber Efendimiz’in terbiyesinde öyle bir rûhâniyet, vecd ve rikkat-i kalp hâlindeydik ki) boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)

İşte onların Kur’ân tedrîsi böyle idi.

İhlâs ile, samimiyetle, gönül ve lisan tenâsübü, kalp ve zihin âhengi içerisinde bir Kur’ân tahsili…

Peygamber Efendimiz ashâbını böyle yetiştiriyor ve onları dünyanın dört bir tarafına İslâm’ı tebliğ için gönderiyordu.

Demek ki eğitim, bir gönül hâdisesidir. Gönülden gönle bir cereyan hattıdır. Efendimiz’in fedâkârlığı ashabda akis buluyordu.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Peygamber Efendimiz için ashâb-ı suffe herkesten önce geliyordu ve nesil yetiştirmek derdi, her dertten daha ehemmiyetliydi diyebilir miyiz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Peygamberimiz’in ashâb-ı suffeye gösterdiği ihtimam fevkalâde idi. Evine bir ikram gelince kendisi yemezdi, Kur’ân talebelerine gönderirdi…

Peygamber Efendimiz’in mübârek kızı Fâtıma çok zayıf ve nahifti. Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’in çocukluk yılları da çok hareketliydi. Bu sebeple Fâtıma Annemiz, Peygamber Efendimiz’den kendisine bir hizmetkâr talep etti. Ancak Efendimiz;

“‒Ey kızım Fâtıma! Bedr’in yetimleri ve ashâb-ı suffe aç vaziyette iken sana bir yardımcı veremem.” buyurarak onun hizmetçi talebini kabul etmedi.

Kendisine bir vird öğretti ve;

“‒(Kızım her gece bu virde devam edersen, Allah sana yardım eder.) Bu senin için hizmetkârdan daha hayırlıdır.” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Harac, 19-20/2988; Ahmed, I, 106)

Demek ki;

Efendimiz, suffe ashâbının ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını ailesinden de önde tutuyordu.

Peygamberimiz’i en çok mahzun eden husus da, Kur’ân talebelerine karşı kurulan tuzaktı. Şahsına yapılan hiçbir zulüm karşısında bedduâ etmeyen Hazret-i Peygamber, Bi’r-i Maûne hâdisesinde Kur’ân talebelerine karşı yapılan katliâm üzerine bir ay boyunca bedduâ etti.

Demek ki Kur’ân eğitimine çok büyük bir ihtimam göstermeliyiz ve Kur’ân eğitimini her türlü tehlikeden ve zarardan bütün gücümüzle muhafaza etmeliyiz. Bu, Allah Rasûlü’nü seven bir mü’min için en mânidar bir misaldir.

Zira Fahr-i Kâinât Efendimiz;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) buyuruyor.

Kur’ân-ı Kerim hakkında gayretler, hizmetler ve onu hakkıyla yaşayış;

Allah Rasûlü ile yakınlığımızı gösteren en mühim ölçüdür.

Peygamber Efendimiz; Kur’ân’ı ezberleyen ve onu mânen hazmedenlere, yani yaşayıp yaşatanlara imtiyaz tanırdı. Seferlerde sancağı vereceği kişiyi seçerken, Kur’ân ahkâmını en iyi bilen ve yaşayanları tercih ederdi.

Uhud’da şehidleri defnederken dahî, ehl-i Kur’ân olanları tercih etti, kabre onları daha önce koydurdu.

Bu misaller bize dâimâ Kur’ân ehlini tercih etmemiz gerektiği telkininde bulunmaktadır.

«Allah Rasûlü bizi de tercih etsin, evlâtlarımızı da tercih etsin, O’na yakın olalım.» istiyorsak, biz de Kur’ân ehli olmalıyız, Kur’ân tahsiline ihtimam göstermeliyiz. Kendimiz ve nesillerimiz Kur’ân ve Sünnet’te derinleşmeliyiz.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Anlıyoruz ki Kur’ân-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz, eğitimin özü… Bu iki husus etrafında ayrıca neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Bu iki husus;

Nesillerimizi göz nûru edecek iki büyük düsturdur. Dünyada da âhirette de ciğerpârelerimizi göz nûrumuz olarak mâmur edecek, bizleri de ebedî mesut ve bahtiyar edecek bir hakikattir.

Çünkü bu;

En öz mahiyette yegâne kurtuluş reçetemizdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bizlere çizdiği hayat rotasıdır. Her mü’minin hayatındaki yegâne hedefidir. Bizzat Hazret-i Peygamber’in yaşayarak ömür boyu gösterdiği bir hedeftir bu.

Zaten samimî bir mü’min isek;

–O bize, ne öğretti?

–Nasıl öğretti?

–Ne hâsıl etti? ise… bizim için gaye odur.

Dâimâ;

O’nun öğretmekteki sabrı, çilelere tahammül azmi ve şevki; bize şiar ve düstur olmalıdır. Tâif’te nâdanlar tarafından taşlandığı vakit, Efendimiz buyurmuştu ki:

“Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed‘ü’l-Halk, 7)

Yani Allâh’ın dînini yaşama ve yaşatma gayretlerimizde, aşkımız, vecdimiz ve heyecanımız ne kadar kuvvetli olursa; o yolda çekilecek çileler o nisbette unutulur, hissedilmez olur.

Sahâbe-i kiram Çin’e gitti. Semerkant’a gitti. Yorulmadılar, üşenmediler; «Of!.. Üf!..» demediler.

İşte onlar;

Göz nûru bir Kur’ân nesliydi.

Peygamber Efendimiz’in göz nûru talebeleriydi.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Göz nûru tabiri ne kadar güzel bir ifade…

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Çünkü göz ve nur bir araya gelince; ilâhî manzaraları, sırları ve hikmetleri temâşâya başlıyor.

Câlib-i dikkattir;

Göz nûru tabiri; hem kıymetli eşler için kullanılmıştır hem değerli nesiller için hem de ibâdetlerin şâhı olan namaz için…

Demek ki;

Yuvalarımızın da nesillerimizin de göz nûru olabilmeleri için göz nûru bir namaz kılmaları zarûrî. Namaz niye göz nûru? Çünkü Allâh’ı görüyormuşçasına edâ edilmesi emredilmiş. Yani Allâh’ın nûruyla buluşan gözlerle namaz kılınması ferman buyuruluyor. Böyle olunca; namazdayken gözler, güneşlerden daha nûranî bir vasıf kazanmış oluyor.

Zira Cenâb-ı Hak;

“…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyuruyor. Kulun Cenâb-ı Hakk’a en yakın hâli, secdede gerçekleştiği için; hakkıyla kılınan namaz, göz nûru bir vasıf kazanmış oluyor.

Göz nûru namaz kılabilenlere ne mutlu!

İşte namazı böyle olanlar;

Âhirzamanda Peygamberimiz’e kardeş olma şerefine nâil olan göz nûru bir Kur’ân nesli olurlar.

Namaza çok ihtimam göstermek lâzım. Peygamber Efendimiz;

“Benim kıldığım gibi namaz kılın!” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Ezân, 18)

Yani namaz; Allah Rasûlü’nün kıldığı namazdan, hiç değilse o namazın eşiğinden bir nasîb alma gayreti içinde edâ edilecek. Böylece Kur’ânî ifade ile;

س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ

“…Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir…” (el-Fetih, 29) âyeti tecellî edecek. Yüzlere, secdenin getirdiği nûrâniyet ve huzur hâli yansıyacak.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Nasıl bir namaz?..

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Bu; sadece seccadede ve halıda kalan bir namaz değil. Secdede göklerle buluşan ve;

Bütün hayatı Kur’ân ile kuşatan bir namaz bu.

Ömrü Hazret-i Peygamber’in yaşayışı ile de dolduran bir namaz bu.

Namazlarını böyle kılanlar görürler ki:

Rasûlullah Efendimiz’in ömrü boyunca üç günlük bir tatili bile yoktu. Ne kadar yorulursa yorulsun, Peygamber Efendimiz, ancak ibâdetlerle dinleniyordu. En ağır yorgunlukları da üzerinden ancak namaz ile atıyordu.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin… (Allâh’a ilticâ edin.) (el-Bakara, 153)

Bu âyeti ömrü boyunca en güzel şekilde yaşayan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, en dar durumlarda bile ancak en mükemmel muâmelât ve en güzel ahlâkı neşretmekle rahatlıyordu. İnsanlığın hidâyetine ve ümmet-i Muhammed’in takvâsına vesile olmakla huzur buluyordu.

Bir gün Afrika menşeli bir talebe geldi. Benden duâ istedi. Umumiyetle gençlerin duâ talepleri; iş, tahsil veya evlilik gibi hususlarda olur. Lâkin bu delikanlının talebi şuydu:

‒Efendim duâ edin, Allah bana namazı çok sevdirsin!

İlk defa böyle bir taleple karşılaşmıştım.

Demek ki bu genç; namazda derinleşiyordu, bir mânevî lezzet içindeydi ve namazı daha fazla bir aşk ve huşû hâlinde edâ etmeyi, yani Hazret-i Peygamber’in tarif ettiği ve sâlih gönüllerin kıldığı kıvamda bir namaz kılabilmeyi candan istiyordu.

Hazret-i Mevlânâ da kıldığı namazdan duyduğu vecdi herkesin tatmasını istediği için şöyle bir tavsiyede bulunur:

“Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın! Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin!”

İşte o genç böyle bir namazın peşinde, derdinde ve aşkındaydı.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Günümüzde müslümanlar ferdîleşti. Buyurduğunuz gibi, Allah Rasûlü’nün hiç tatili yoktu. Fakat günümüz insanı, ferdî bir hayat yaşamak istiyor. İki gün koşsa, üç gün bomboş ve âtıl şekilde öylesine zaman geçirmeyi bir ihtiyaç gibi görüyor. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Bunlar zamâne rüzgârları. Mânâsız ve hakikatsiz.

İçleri virüs dolu.

Çünkü o tür zaman geçirmek, sadece vakti öldürmektir. Oysa hayat bize; «onu boşuna tüketelim, vakit öldürelim» diye verilmedi. Kendisiyle, bugünleri ve yarınları ihyâ ederek ebedî bir dirilik ve dirlik kazanalım diye verildi.

Şunu da görmekteyiz ki;

Tatil yapmaya gidenler, gidişlerindekinden daha yorgun vaziyette geriye dönüyorlar. Toparlanıp da gayrete gelmeleri epey zaman alıyor.

Niye Allah Rasûlü tatil yapmadı?

Çünkü;

O’nun gerçekleştirdiği her gayret, yaptığı her ibâdet ve sohbet; O’na yorgunluk değil, aksine huzur ve ferahlık sebebiydi. Aynı şekilde gelen ganîmet ve hediyeleri fukarâya, ashâb-ı suffeye ikrâm etmekle kendi açlığını unuturdu.

Gece-gündüz terlese de rûhen ve kalben huzurlu ve ferah bir gönlün, tatile ne ihtiyacı olur? İnsanlar tatili işte o huzura ve ferahlığa ermek için yapıyorlar aslında; fakat, yanlış bir metotla.

Hâlbuki bilmeli ki metafizik hakikat, fiziğin üstündedir. Gönül âlemi huzurluysa bedenler yorulmaz. Eğer ruhlar huzursuzsa, bedenleri gece-gündüz yatırsak da ne çare! Hiçbir ferahlık oluşmaz.

Nitekim başında bin bir iptilâ olan kişiler, en rahat yataklarda bile olsalar, gözlerine sabahlara kadar uyku girmez. Bu bakımdan asıl huzur ve onun nasıl tecellî edeceğini Hazret-i Peygamber’in hayatından etraflıca öğrenmek ve tahsil etmek lâzım. O huzuru, para kazanmak için câzip tatil teklifleri oluşturanların boş reklâmlarından elde edebileceğini ummak sadece nâfile bir aldanıştır. Onların tuzağına kanmamak ve huzuru ancak Hazret-i Peygamber gibi yaşamakta aramak iki cihan için de zarûrîdir.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Buyurduğunuz gibi, ten rahatı peşinde koşulurken gönül huzuru kaybediliyor. Gerçek gönül huzuruna erişmek için, nasıl bir hayat yaşamalı?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Bizim için de huzurun yolu; şeriatı yaşamak, Kitap ve Sünnet’i takvâ ile yaşayarak, yaşatarak emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmaktır.

Siyer-i Nebî’de bey‘atlar vardır. Yani sahâbenin Allah Rasûlü’ne verdiği sözler ve yeminler vardır:

  • Akabe’de; Efendimiz’i canlarından daha çok korumaya, emânetine sahip çıkmaya, İslâm’ı yaşamaya bey‘at ettiler.
  • Bedir’de bey‘at ettiler;

“–Denize girsen arkadan biz de denize gireriz yâ Rasûlâllah!” dediler.

  • Efendimiz’i Uhud’da mahzun gördüklerinde şehîd olmaya bey‘at ettiler.
  • Hudeybiye’de;

“–Gönlünde ne varsa yâ Rasûlâllah!” diye tam teslîmiyetle bey‘at ettiler.

Biz de bir müslüman olarak, ashâbı örnek almalı, onlar gibi Efendimiz’e bey‘at etmeliyiz. Onlar nasıl yaşadılar, Efendimiz’in hissiyâtını kalplerinde nasıl duydular, nasıl hissettiler ise biz de aynı hissiyattan hisse almaya çalışmalıyız. Onlar nasıl fedâkârlık içinde yaşadılar ise, biz de öyle yaşama gayreti ve azmi içinde olmalıyız.

Bize düşen;

Bu bey‘atlerle kendimizin Efendimiz’e olan bağlılık ve aşkını test etmeliyiz. Acaba biz de aynı bey‘at hâlinde miyiz? Yoksa kalplerimiz dünyaya meylediyor da nefsimiz, bilip bilmeden başka başka şeylere mi bey‘at ediyor?

Bütün mesele;

Kendimizi böyle muhasebelerle ihyâ etmek ve arkamızdan İslâm karakter ve şahsiyetini temsil edecek ve bu istikamette ancak sahâbeyi örnek alacak bir nesli, sadaka-i câriye olarak bırakabilmektir.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Bu hakikatlere rağmen hayatın türlü telâşları arasında yığınla hedefler insanı kuşatıyor ve bahsettiğiniz bu mühim mesele; yani Kur’ân ile yoğrulmak, şuurlu müslümanlarda bile bazen neredeyse önemsenmez bir noktada kalıyor. Bazen de ehemmiyet sırası çok gerilere atılıyor ve ecel geliyor da ona sıra gelmiyor.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Hâlbuki insan hayatında en mühim mesele bu.

Müslümanlığın en mühim şiârı ve alâmeti de bu:

Kur’ân’ı birinci plâna almak.

Daha doğrusu;

Bu hayatı canlı bir Kur’ân olarak yaşayabilmek. Bu; Cenâb-ı Hakk’ı nasıl sevdiğimizin alâmetidir, Rasûlullâh’ı nasıl sevdiğimizin aynasıdır. Dolayısıyla canlı bir Kur’ân olarak yaşamadığı hâlde onları sevdiğinden bahsetmek; ancak lâfladır, riyâ cümlesindendir. Kendini kandırmaktır. Yani canlı bir Kur’ân olarak yaşanmazsa; hayatta her şey angarya, her şey boş.

Kimileri fânî bir mevzûya yıllarını gömüyor ve yine de az görüyor, diyor ki:

“–Bu işte usta olabilmek öyle kolay değil. Yirmi yılımı verdim, bir yirmi yıl daha vereceğim. O zaman bambaşka olacak!”

Meselâ bir yabancı lisan için bile;

“Üç-beş yıl geceli gündüzlü kendini vermezsen, dil meselesini kökünden hâlledemezsin!” diyor ve öyle yapıyor.

Üstelik;

Bunu yapmak için batılı ülkelere gönderiyor, yığınla masraf ediyor, uzun zamanlar harcıyor. Gaflet ikliminin içine itmiş oluyor. Ne bunlar gözüne görünüyor; ne ayrılıklar ne de başka ârızalar.

Fakat;

Sıra Kur’ân’a gelince;

Maalesef kimileri sadece yaz aylarında üç-beş haftayı yeterli görüyor. Evlâdından ayrı kalamayacağından dem vuruyor. Köklü bir Kur’ân eğitimine göndermemek için türlü türlü bahaneler ileri sürüyor. Diğer taraftan da Kur’ân kurslarını küçük görüyor. Kendi kültürünü çok zengin bir şey zannediyor ve diğer eğitimleri çok ciddî, olmazsa olmaz kabul ediyor, ancak Kur’ân eğitimini olsa da olur olmasa da şeklinde basit görüyor.

Allah muhafaza bu yaklaşım, yüce kelâmı hafife almak olur.

Allah kelâmı ki;

Onun kelimelerini hakkıyla ifadeye; deryâlar mürekkep, ağaçlar kalem olsa bile yetmez.

Peygamber Efendimiz, ashâbına İslâm’ı 23 senede tahsil ettirdi.

Bu bakımdan;

Her mü’minin ömrü, baştan sona Kur’ânî bir hayat olmalı. Böyle olmadan fânîlerin kitaplarına gömülen hayatlar, kıyâmet günü eyvah olacak! Ancak ilâhî kelâm ile yaşanan hayatlar, ölümsüz bir mazhariyet içinde olacak.

İşte bu itibarla en mühim mesele;

Hayatı, canlı bir Kur’ân olarak yaşamak…

İşte;

Kur’ân neslinin en büyük özelliği bu. Zaten;

İnsan için va‘dolunan dünya ve âhiret saâdeti, ancak Kur’ân’a râm olabilmek mukabilindedir.

Çünkü;

Her hakikat Kur’ân’da gizli, her saâdet îmanda zâhirdir. Cihanın en hayırlı ve mesut insanları; Kur’ân gölgesi altında toplanan, onun hayat nûru ile nurlanan ve onda fânî olanlar, yani canlı bir Kur’ân hâline gelebilenlerdir. Âyet-i kerîmede Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında buyurulan:

(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin!..” (el-Kalem, 4) beyânındaki hakikati anlamak için Hazret-i Âişe’ye;

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı nasıldı?” diye sorduklarında mü’minlerin annesi, bu yüce ahlâkı şöyle ifade etmiştir:

“O’nun ahlâkı Hazret-i Kur’ân idi…” (Müslim, Kitâbu’s-salât, 746)

Rabbim hepimize bu ahlâkı ihsan eylesin! Âmîn…

Canlı Kur’ân olarak yaşamak için iki husûsiyet şarttır:

  1. Lâfzın, kıraatin temizliği,
  1. Kalbin takvâ ile tertemiz olması.

Yani takvâ olmadan kâmil bir ehl-i Kur’ân olabilmek, mümkün değildir.

Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırmayan bir ilim, insanın ayağını kaydırabilir. Enâniyete sevk edebilir. Âyet-i kerîmelerde; «ثَمَنًا قَل۪يلًا» yani «az bir bedel» karşılığında Allâh’ın âyetlerini satan, dalâlete düşmüş ehl-i kitap âlimleri hatırlatılmakta ve böyle olmamamız îkaz edilmekte.

Zaten faydalı ilim sadece zihne bilgi depolamak değildir. Zihinle beraber, gönül de takvâ ile âhenkli bir şekilde ilmiyle âmil olacak… Kur’ân-ı Kerim’de 258 defa takvâ hatırlatılıyor. İlimde derinliği sağlayacak asıl kuvvet de takvâdır. Zira;

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

buyuruluyor. Yani:

“…Siz takvâ sahibi olun (ki) Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282)

Buna bir misal:

Sahildeki bir insan yalnız denizin sathını görür. Fakat güçlü bir dalgıç, denizin derinliklerinde nice hârika manzaralar ve hakikatler temâşâ eder.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Başarılı bir eğitim, Kur’ân istikametinde öz ile sözün bütünlüğünde gerçekleşiyor demek ki. Günümüz eğitiminde bu bütünlük nasıl oluşturulur?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Bir sürü madde saymaya gerek yok. Sadece;

Samimiyetle yaşayarak ve muhabbetle de yaşatarak bu gerçekleşir.

Çünkü yaşandığı zaman tesir artar. Muhabbet olduğu zaman tesir artar. Talebe hocasını sevecek, hoca da talebesini sevecek. Ne olursa olsun bu sevgi bağı kopmayacak. Ancak nümûne bir hayat yaşanmazsa bu imkânsız. Şayet samimiyetle yaşanırsa, bu her zaman mümkün.

Bunun en güzel ve en zirve misâli, ashâb-ı kiramdır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, câhiliyye insanından zirve bir fazîletler medeniyeti meydana getirdi.

Peygamberimiz, ashâbını; makam-mevkî, unvan vererek terbiye etmedi. Dünyevî bir hazine de vermedi. Elindeki maddî imkânlar da çok mahdut idi.

Onları Allah rızâsı içinde yetiştirdi. Kalp ile yetiştirdi. Onlar kemâle erdiler. Ömür boyu Allah Rasûlü’nü unutmadılar. Ötelerde de O’nunla beraber olmanın hasreti içinde yaşadılar.

Sevbân -radıyallâhu anh-’ın hâli buna en güzel misaldir. Onun dünyalık hiçbir şeyi yoktu. Onu en çok teessüre gark eden;

“Acaba ben âhirette Allah Rasûlü ile beraber olabilecek miyim?” endişesi idi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün Sevbân -radıyallâhu anh-’ı çok mahzun ve solgun gördü. Hüznünün sebebini sordu. Hazret-i Sevbân dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Öyle bir lezzet içindeyim ki, eve gidiyorum, hasret içinde kalıyorum. Bu lezzeti kaybedeceğim diye korkuyorum. Siz âhirette peygamberlerle beraber olacaksınız. Ben ise kim bilir nereye savrulup kalacağım!” (Bkz. Vâhidî, Esbâbu Nüzûli’l-Kur’ân, s. 170)

Peygamberimiz, Sevbân gibi âşık sahâbîlerine şöyle dedi:

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Enes -radıyallâhu anh- der ki:

“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi (ashâb-ı kirâmı) Allâh’ın Nebîsi’nin;

«Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.» sözü kadar sevindirmemiştir.” (Müslim, Birr, 163)

Fakat sahâbe-i kiram, Efendimiz’le dünyada nasıl beraber oldular?

İbâdette, nezâkette, zarâfette, muâmelâtta, ahlâkta ve hak-hukukta, karda yürüyen bir insanın ayak izlerini takip eder gibi Efendimiz’in sünnetini adım adım takip ettiler.

Efendimiz de onlar hakkında buyurdu:

“Ashâbım (gökteki) yıldızlar gibidir. Onların hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.” (Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî, Kâhire, ts., X, 226, no: 3807; İbn-i Abdi’l-Berr, Câmiu Beyâni’l-İlm, II, 91)

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Evlâtlarımızı zamanımızın fitnelerinden; internet, televizyon, moda vesâire mikroplu rüzgârlardan nasıl koruyabiliriz? Günün şerrinden nasıl muhafaza edebiliriz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

  • En başta doğru bir eğitim mühim.
  • Çocuklar anne-babayı kopyalar. Sözlerini değil yaptıklarını model alırlar. Sâlih evlâtlar istiyorsak, sâlih anne-babalar olmak zorundayız. Bu mânevî eğitim, helâl lokma yedirmekle tâ anne karnında başlar!..
  • Aileden sonra eğitim okulda devam eder. Kur’ân kursunda devam eder. Evlâtlarımızın eğitim dünyasında da sâlih ve sâdıklarla beraber yaşayışını temin edebilmek lâzım. Mektep ve arkadaşlık çevresi de bu esasa göre hazırlanmalı. Böylece onları takvâya yönlendirmek mümkün olabilecektir.
  • Çocuğun terbiyesine çok ufak yaşlarda başlamak lâzım. Mutlaka çocuklukta îmân aşısı verilmeli. Çocuk saf bir kaset gibidir. İçine ne doldurulursa onu yansıtır. Bir bakıma her ağaç, ancak yaşken eğilir. Çocuklukta sağlam terbiye edilen karakterler, büyüdüklerinde menfî temâyüllerin rüzgârlarında savrulmazlar.
  • Evlâtlarımıza esas hayatın âhiret olduğu şuurunu telkin edebilmemiz zarûrî… Böylece evlâtlarımız varlık zamanlarında taşkınlık göstermesin, yokluk zamanlarında da isyana ve menfî duygulara kapılmasın!..
  • Çocuğun fıtratına ufak yaşlarda iken vicdan, şefkat, hak, adâlet gibi hasletler iyice kazandırmalı ki şahsiyeti güçlü olarak inşâ edilsin.
  • Çocuğa çiçek, ağaç ve hayvan sevgisi de verilmeli ki, onda merhamet ve şefkat duyguları yeşersin. Tefekkürü derinleşsin ve yaratan kudreti idrâk etsin…
  • Namaza çok küçük yaşlarda hazırlamak gerek. Çünkü namazın koruyucu özelliği vardır. Her türlü fahşâ ve münkerden gönülleri ancak namaz korur.
  • Siyer-i Nebî’yi çok okumak ve okutmak. Lâkin kronoloji olarak değil, ashâbın İslâm’ı nasıl yaşadığını temâşâ ederek okumak… Rûhuna o muhabbeti, o fedâkârlıkları zerk edebilmek…
  • Camilerle komşu olmak… Ecdâdın yaptığı gibi… Ezan sesleriyle yetişmelerini sağlamak…
  • Kabirlerin sessiz feryatlarını dinlemek, mezarlıklarda derin derin tefekkür etmelerini sağlamak… Tarihî eserlerde, muhteşem mâzîyi hissetmelerini sağlamak ve onların izinde bir nesil olma azim ve heyecanlarını uyandırmak…

Hâsılı, müslümanca yaşamak, takvâ ile yaşamak…

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Bu vesile ile sormak istediğimiz başka suallerimiz de var. Lâkin mülâkātımızın devamını müsaadenizle bir sonraki sayımıza bırakmayı arzu ediyoruz.

İki dünyada da göz nûrumuz olacak vatan ve memleketimiz için hayırlı nesiller yetişmesi temennîleri ile sizlere kalbî teşekkürlerimizi ve duâlarımızı arz ediyoruz.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Yüce Mevlâ, cümlemizin evlâtlarını göz nûru nesiller eylesin! Dînimizi, vatanımızı, bayrağımızı hür bir şekilde şan ve şerefle devam ettiren bahtiyar bir nesil eylesin. Hepsi de, âhirette hem bizlerin hem kendilerinin yüz akı olsunlar inşâallah…

Âmîn…

(Devam edecek)