Kur’ân-ı Kerîm Eğitimi

2004 – Haziran, Sayı: 220, Sayfa: 032

Hayatta binbir imtihan hâdiseleriyle karşı karşıya olan insanoğlu, kendi iç âleminde ciddî bir şuur ve tefekkür iklîmine girmek zorundadır. İnsanın idrâk gücünü aşan ebediyet yolculuğunun muammâsını sırf âciz bir akıl ile çözmenin imkânsızlığı ise meydandadır. Bu yüzden hayatın bu girift imtihan yolculuğunda beşer idrâkinin, ilâhî beyanların irşadına şiddetle ihtiyâcı vardır.

Her şey beslenme ve terbiye kanununa tâbî olduğu gibi akıl ve hisler de din şuuru ve îmân feyzi ile beslenmeye, ilâhî terbiye altına girmeye mecburdur. Aksi hâlde akıl ve hisler, rehber olacağı yerde dumûra uğrar ve sâhibini felâkete yönlendirir. Bu hayat yolculuğunun meçhullerini mâlum kılan, sorularını çözüme kavuşturan, karanlıklarını aydınlatan; akıl ve kalb için her bakımdan tatminkâr delilleri ihtivâ eden yegâne ilâhî kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Kur’ân-ı Kerîm, insanoğluna evvelâ; “Sen, Allâh’ın kulusun, Kur’ân beyyinesi (apaçık delilleri) ile yaşa, Kur’ân beyyinesi ile öl!” telkîninde bulunur. Ebedî huzûra kavuşmanın yolunu gösteren, yerin ve göklerin lisânını duyuran

Kur’ân-ı Kerîm, insanları zulmetten nûra çıkarmak için “kalb-i pâk-i Muhammedî”ye indirilmiş ilâhî bir kitaptır.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve O’nun kalbinden âleme sergilenmiş olan Kur’ân-ı Kerîm, beşeriyetin en önemli iki nûr kaynağıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, kâinâtın yaratılış gâyesini ve insanın varlık hikmetini beyân edip kâinattaki ilâhî nizâma âhenktar bir hayat yaşamamızı tebliğ eden bir fermân-ı ilâhîdir. Cenâb-ı Hak, âyet-i celîlelerde insan, Kur’ân ve kâinattaki ulvî mîzâna şu şekilde temâs buyurmaktadır:

“Rahmân olan Allâh, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yaratıp beyânı tâlim etti.” (er-Rahmân, 1-4)

Cenâb-ı Hakk’ın âyet-i kerîmede evvelâ Kur’ân’ı öğretip, sonra da insanı yaratmasından bahsetmesi, yaratılış hikmetinin diğer bir ifâdesidir. Bu ifâde, insanın sâir mahlûkâttan farklı olarak yaratılış gâyesinin “kulluk” olduğunu bildirmekte ve aynı zamanda Kur’ân karşısındaki mes’ûliyetimizi hatırlatmaktadır. Zîrâ insanın gerçek haysiyet ve şerefi Kur’ân ile yaşadığı ve onun ahlâkına büründüğü nisbettedir. Bunun için de Rahmân olan Allâh, insanlarla alâka kurma lutfunda bulunmuş ve bunun için de kullarına en büyük emâneti olmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’i göndermiştir.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Sizden birisi eğer Rabbinin kendisiyle konuşmasını arzu ederse Kur’ân okusun.” (Deylemî)

Cenâb-ı Hak, hidâyet rehberi olan Kur’ân’ı idrâk edebilmesi için de insanoğluna beyân kâbiliyeti vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerîmelerin devâmında şöyle buyrulur:

“Güneş ve ay bir hesapla (harekette). Yıldızlar ve bitkiler hep secdede. Semâyı bu âhenkle O yükseltti ve bu mîzânı koydu (ki siz de ders alıp) ölçü dışına taşmayasınız. Öyleyse siz de ölçüyü adâletli kullanın da (dünyâ ve âhiret) mîzânında zarara uğramayın.” (er-Rahmân, 5-9)

Bir başka sûrede de şöyle buyrulmaktadır:

“Yedi kat göğü bir biriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak. Gözün, bir kusur bulamadığından eliboş ve bitkin bir hâlde geri döner.” (el-Mülk, 3-4)

Rabbimiz âyet-i kerîmelerde kâinattaki muazzam kudret akışlarını “akıl sâhiplerine” sergilemektedir. Düşünmek gerekir ki, uzayda dolaşan ve hızları, kütleleri, yörüngeleri farklı, milyarlarca gök cismi, pek ince bir nizâma tâbî olmasalardı, bu kâinât bir saniye bile varlıkta kalabilir miydi? Milyonlarca yıldan beri bu muazzam hareket ve faâliyete rağmen hiçbir aksaklık ve ârıza görülmüş müdür?

Cihânı, uçsuz-bucaksız semâyı, binbir nîmetiyle yeryüzünü mîzanlarla donatan ve idâre eden Cenâb-ı Hak, kâinât mîzânından sonra Kur’ân ile mîzân olmayı bildiriyor ki, mü’min, dünyâ ve âhiret mîzanlarına göre istikâmetlensin.

Cenâb-ı Hak bize Kur’ân-ı Kerîm’i bir hidâyet rehberi, şifâ ve rahmet olarak armağan etmiştir. Bir mü’min için de en büyük dünyâ ve âhiret nîmeti, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin muktezâsına göre rûhânî bir hayat yaşayabilmek ve ömür boyu Kur’ân’ın hizmetinde bulunabilmektir.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kim, Kur’ân’ı öğrenir, öğretir ve içindekilerle amel ederse, Kur’ân ona (kıyâmet gününde) şefâat eder ve onu cennete götüren rehber olur.” (İbn-i Asâkir)

Ayrıca; “Sizin en hayırlılarınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 21) buyuran Allâh Rasûlü

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ümmetine her hâlükârda Kur’ân’ın tâlîmine gayret etme husûsunda zirve bir numûne olmuştur. Nitekim Ebû Talhâ -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Birgün mescide girdiğimde Peygamberimizin açlıktan karnına taş bağlamış olduğu hâlde, ayakta suffe ehline Kur’ân okuttuğunu gördüm.” (el-Hilye, 1/342)

Ebû Ümâme -radıyallâhu anh- da şöyle anlatıyor:

Birisi Peygamber Efendimize geldi ve:

“–Yâ Rasûlallâh! Falan oğullarının hisselerini alıp sattım, şöyle şöyle kâr elde ettim.” dedi.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Sana bundan daha kârlı bir şeyi haber vereyim mi?” dedi. Adam:

“–Öyle bir şey var mı?” diye sordu.

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Kur’ân’dan on âyet öğrenen, senden daha kazançlıdır!” buyurdu.

Bunun üzerine adam gitti ve hemen on âyet öğrenip geldi ve bunu Rasûlullâh’a bildirdi. (Taberânî, Heysemî: 7/165)

Âhiret kazancının dünyâ kazancına göre ölçüye sığmaz kıymette ve ebedî olduğunu bilen ashâb-ı kirâm, ebedî saâdet sermâyesi kazanmanın lezzet ve halâveti içinde idiler. Çünkü nebevî terbiyesi altında bulundukları Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştu:

“Her ziyâfet çeken, ziyâfetine insanların gelmesini ister. Kur’ân da Allâh’ın ziyâfetidir, ondan uzak durmayınız.” (Beyhakî)

Ashâb-ı kirâm da Kur’ân husûsundaki bu nebevî hassâsiyeti hayat düstûru edinmişlerdi. Taberânî’nin nakline göre; Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- birisine bir âyet okutur (öğretir) ve:

“–Bu âyet, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” derdi. Sonra da bu sözünü Kur’ân’ın her âyeti için tekrar ederdi.

Kur’ân-ı Kerîm’in kâmilen tahsîli için şu üç merhaleye riâyet edilmelidir:

a. Doğru Bir šekilde

Yüzünden Okuma;

Tilâvet ve Tecvid.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Kur’ân’ı tâne tâne oku.”

(el-Müzzemmil, 4)

Hadîs-i şerîfte de Kur’ân’ı güzel okumaya şöyle teşvik edilmektedir:

“Kur’ân’ı gereği gibi güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkâr meleklerle beraberdir. Kur’ân’ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır.” (Buhârî, Tevhîd, 52)

Yine birgün, Rasûlullâh

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“—šüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:

“—Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sorunca Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-şöyle buyurdu:

“—Onlar, Kur’ân ehli, Allâh ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)

Küleyb bin šihâb anlatıyor:

Bir defasında Ali bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-, Kûfe mescidinden yüksek sesler duyunca ne olduğunu sordu. Kendisine:

“–Birtakım kişiler Kur’ân okuyup okutuyorlar.” denildi.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Ne mutlu bunlara! Bunlar, Rasûlullâh nezdinde insanların en sevgilileri idiler.” dedi. (Taberânî, el-Evsat)

Görüldüğü üzere, Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenip öğretme hizmeti, Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetini kazanmaya en büyük vesîlelerden biridir. Yine ehl-i Kur’ân’ın Allâh ve Rasûlü’nün nezdindeki şeref ve kıymetini bildiren şu târihî tablo da çok ibretlidir:

Uhud Harbi sonunda ashâb-ı kirâm:

“—Yâ Rasûlallâh! šehidlerimiz pek çok. Bize ne yapmamızı buyurursunuz?” diye sordular.

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“—Derin ve geniş kabirler kazınız, her kabre ikişer, üçer koyunuz!” buyurdu. Ashâb:

“—Önce hangilerini koyalım?” diye sorunca Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:

“—En çok Kur’ân bileni önce koyunuz!” buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91)

b. Kur’ân-ı Kerîm’i

Anlayabilmek.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“And olsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27)

Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birinden fazlası peygamberler ve diğer bâzı zevâta âit kıssalardan ibârettir. Ebedî saâdetimiz için bu kıssalardan ibret alıp, bildirilen ilâhî tâlimatlara riâyet etmemiz ve bu ölçüleri hayatımıza yansıtmamız zarûrîdir.

Yine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde kullarına sorar:

“And olsun Biz, Kur’ân’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?”

(el-Kamer, 17)

“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in gereği gibi idrâk edilip hâdiselerin Kur’ân mantığı ile tefekkür edilmesini emretmektedir. Bu bakımdan, saâdete de sefâlete de vesîle olabilen aklı, vahyin muhtevâsında istikâmetlendirmek şarttır.

Diğer bir âyet-i kerîmede de:

“Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-A‘râf, 204) buyrulmaktadır.

Yâni ilâhî merhamete nâiliyyet için Kur’ân’a edeb ile yaklaşmak, onu huşû ile dinlemek ve titizlikle yaşamak gerekmektedir.

Rivâyete göre Ebû Hamza -radıyallâhu anh-, Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anh-’a:

“–Ben Kur’ân’ı çok hızlı okuyorum. Kur’ân’ı üç günde hatmediyorum.” dedi.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- ise ona şu mânidar karşılığı verdi:

“–Bakara Sûresi’ni düşünerek, tertîl ile bir gecede okumam, bana senin okuduğun şekilde okumamdan daha hayırlı görünüyor.” (Beyhakî)

Süleyman Dârânî -kuddise sirruh- da, Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki duygu derinliğini şu sözleriyle ifâde eder:

“Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice anlamadan başka bir âyete geçemem.” (Gazâlî, İhyâ)

Iyâs bin Muâviye, Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürsüz okuyanlar için şu teşbîhte bulunur:

“Kur’ân’ı okuyup da onun mânâlarını, inceliklerini bilmeyen ve düşünmeyen kimse, karanlık bir gecede hükümdardan kendisine bir mektup gelen, fakat mektupta ne yazdığını okuyup öğrenemediği için kendisini korku saran kimse gibidir. Kur’ân’ın mânâ ve inceliklerine intikâl eden kimse de, lamba getirip ortalığı aydınlatarak mektubun içindekileri okuyan kimse gibidir.” (Kurtubî, el-Câmî, I, 26)

Kur’ân, Cenâb-ı Hak’tan bütün insanlığa gelen hidâyet mektubudur. Bu mektupla kullarını Dârüsselâm’a, yâni cennete dâvet etmektedir. Bu dâvete icâbet için, Kur’ân’ı düzgün okuyabilmek, muhtevâsıyla duygu derinliğine varabilmek, feyizli ve canlı bir Kur’ân hayatı yaşayıp kalb-i selîm sâhibi olmak gerekir. Kur’ân’ın muhtevâsına vâkıf olmanın zarûretini Rabbimiz şöyle bildirmektedir:

“And olsun ki, size, içinde sizin için öğüt bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ akıllanmaz mısınız?” (el-Enbiyâ, 10)

Gerçekten bin dört yüz sene evvel ümmî bir peygamberin muhâtab olduğu ve pek çok fennî hakîkatlere de temâs eden

Kur’ân-ı Kerîm, her ilmî keşif ile teyid olunagelmiştir. En seçkin ilim adamlarının ciddî araştırmalar netîcesinde hazırladıkları ansiklopedilerin bile devâm eden fennî ilerleme karşısında zaman zaman hatâları ortaya çıkar ve günün ilmî seviyesine göre düzeltme ihtiyacı doğar. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm asırlardır hiçbir ilmî tekzibe uğramadığı gibi yapılan ilmî keşifler dâimâ Kur’ân’ı teyid edegelmiştir. Yâni beşerî ilim dâimâ Kur’ân’ın ardından gelmekte, Kur’ân’ın ulvî beyanları beşer ilmine öncülük etmektedir.1

Kur’ân tâliminde bu hususların da öğrenilip öğretilmesi, zamanımız insanının İslâm’ı daha doğru ve sağlam bir sûrette kavramasına vesîle olacaktır. Zîrâ günümüzde birçok insanın idrâki, neredeyse hakîkati bilimle ispatlanabilir gerçeklere hasredecek derecede şartlanmış durumdadır.

c. Kur’ân-ı Kerîm

İstikâmetinde Yaşamak.

Ashâb-ı kirâm, Kur’ân’ı okuyor, anlıyor, gönül âleminde hazmediyor ve hayatlarına tatbik ediyorlardı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“Bakara Sûresi’ni on iki senede tamamladım ve şükrâne olarak bir deve kurbân ettim.” buyurmuştur. Yâni Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir bakıma bu sûrenin ancak on iki senede tatbikâtına muvaffak olabildiğini ifâde etmektedir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın misâli ashâbın sayısız misâllerinden sâdece biridir. Demek ki onlar, Kur’ân’ı sâdece okumakla kalmıyor, anlayıp yaşamaya çalışıyorlardı. Onların Kur’ân tilâvetleri, -günümüzde olduğu gibi- muhtevâsına vâkıf olmadan sâdece okuyup geçmek veya sırf mevtâya okumak için değildi.

Nitekim Ebû Ömer, Kur’ân hâfızını şöyle târif etmektedir:

“Kur’ân hâfızları Kur’ân’ın hükümlerini, helâl ve haramını bilen ve içindekilerle istikâmetlenendir.” (Kurtubî, el-Câmî, I, 26)

Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- da, ehl-i Kur’ân’ın kimliğini şu şekilde tespit etmiştir:

“Kur’ân ehli, insanlar uykuda iken gece kalkıp ibâdet etmesiyle, halk yeyip içerken oruç tutmasıyla, başkaları gülüp eğlenirken kederlenmesiyle, insanlar gülerken ağlamasıyla, halk birbirleriyle kaynaşırken susmasıyla, insanlar kibirlenirken tevâzuuyla tanınmalıdır. Kur’ân’ı ezberlemiş kimsenin ağlaması, üzgün durması, düşünceli, vakarlı, bilgili ve suskun olması gerekir. Kur’ân okuyucusu, katı yürekli, gafil, çığırtkan ve hemen öfkelenen biri olmamalıdır.”

(el-Hilye, 1/130)

Allâh’ın râzı olacağı bir kul olabilmek için Kur’ân’ın kalbde yer etmesi zarûrîdir. Kur’ân istikâmetinde yaşama hassâsiyetinden gâfil kalanlara, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere Hazret-i Peygamberin şikâyeti çok ürperticidir:

“Peygamber (kıyâmet günü) der ki: «Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk ettiler.»” (el-Furkan, 30)

Hadîs-i şerîfte ise kıyâmet günü Kur’ân’ın temessül ederek şu şekilde şikâyette bulunacağı bildirilmektedir:

“Her kim Kur’ân’ı öğrenir de (mushafı asar) onunla ilgilenmez, ona bakmaz (onunla istikâmetlenmez) ise, kıyâmet günü gelir, Kur’ân o kişinin  yakasına yapışır ve:

«–Yâ Rabbî! Bu kulun beni hapsetti. Beni terk edip benden uzak durdu. Benimle amel etmedi. Benimle onun arasında Sen hüküm ver.» der.” (Âlûsî)

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in nebevî ahlâkına bürünerek numûne bir nesil olan ashâb-ı kirâmın Kur’ân’a düşkünlükleri de bizler için ibret olmalıdır. Onlar, Kur’ân ahlâkına bürünerek, Kur’ânî hakîkatlerin cennetinde yaşadılar. Kur’ân’ın ulvî sadâsını dünyânın dört bir yanına ulaştırmak için mallarını, canlarını cömertçe fedâ ettiler. Onların Kur’ân tilâvetleri sâdece lafızların telaffuzundan ibâret değildi. Onların okuyuşu, Kur’ân’ın hikmet ve esrârına vukûfiyet kesbederek, ondaki ilâhî nükteleri kavrayarak ve yaşayarak bir okuyuş idi. Zîrâ Kur’ân’dan gerçek mânâda istifâde, ancak bu sûretle mümkündür.

İşte İslâm’ın ilk dönemlerinde Müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm’i böylesine bir hürmet, muhabbet ve hassâsiyetle okuyup mânevî ve rûhânî seviyelerini zirveleştirdiler. Onların hâlleriyle hâllenen ârifler, sâlihler, zâhidler, âşıklar ve sâdıklar, canlı bir Kur’ân oldular. Fakat ne hazindir ki günümüzde Kur’ân’ı kendi sığ idrâklerine ve menfaatlerine göre şekillendirmeye çalışan kişiler bulunmaktadır. Onların hâli,

âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilmektedir:

“Allâh’ın âyetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsânî istekleri) satın aldılar da (insanları) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür!” (et-Tevbe, 9)

Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“İşte bu (Kur’ân) da mübârek bir kitaptır. Onu Biz indirdik. Ona uyun ve (Allâh)’tan korkun da size rahmet edilsin.” (el-En’am, 155)

Hadîs-i şerîfte:

“Eğer Kur’ân, bir deri içine konup da ateşe atılsa yanmaz.” (İbn-i Hanbel, IV, 151, 155) buyrulmaktadır. Bu hadîsin bir mânâsı da “Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyip ahkâmına riâyet eden kimse cehennemde yanmaz.” demektir.

Nitekim şu hadîs-i şerîf bu hakîkatin bir başka ifâdesidir:

“Kur’ân okuyunuz! Çünkü Allâh, Kur’ân’ın kabı olmuş bir kalbe azâb etmez.” (Deylemî)

Yine Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu müjdelere mukâbil:

“İçinde Kur’ân’dan bir şey bulunmayan kimse, harap bir ev gibidir.” buyurarak, biz ümmetini îkâz etmişlerdir. Gönüllerimizin, içinde hiçbir hayat emâresi görülmeyen kurak bir çöl hâline gelmemesi için, bizlere en büyük ilâhî emânet olan Kur’ân’ı okumak, anlamak ve yaşamak sûretiyle dâimâ baş tâcı etmemiz gerekmektedir. O’na karşı vazîfelerimizde ihmâlkârlık göstermek ve ona lâkayd kalmak, ebedî hüsrânın en dehşetli sebeplerinden biridir. Bu itibarla, merhum Âkif’in şu beytindeki îkâzı hatırımızdan çıkarmamamız gerekir:

İnmemiştir hele Kur’ân bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!..

Hak ve hakîkat adına her fetret devrinden kurtuluşun bir numaralı sâikı, Kur’ân-ı Kerîm hizmetindeki gayretten ibârettir. Asıl bereket bundadır. Zamanımız, böyle azim ve gayretlerin hayâtî bir ehemmiyet arz ettiği bir devirdir. Bu zamanda bütün ümmetin yeniden silkiniş ve öz benliğine dönüşünü temîn edebilecek olan asıl hizmet, Kur’ân-ı Kerîm’e müteveccih alâkaya revâç verebilmektir.

Yabancı bir lisân öğrenmek için binbir emek verilip kolejler arasında kıyaslar yapılırken, Kur’ân Kurslarını göz ardı ederek -hattâ küçümseyerek- yavrularımızı o ilâhî kelâmdan ve onun rûhâniyetinden mahrûm etmemiz ne hazîndir. Halbuki en güzel muvaffakıyet, öldükten sonra mânevî hayâtımız için akar temin edecek, arkamızdan duâcı olacak, hayırlı bir nesil bırakmaktır.

İnsanların ekseriyetle maddeye râm oldukları zamânımızda Kur’ân Kurslarının kendilerini yenilemeleri, yalnız tilâvet öğretmeye münhasır kalmamaları da zarûrîdir. Kur’ân’ın muazzez muhtevâsından, bilhassa peygamberlere âit kıssalardan ve bu kıssalardaki ilâhî mesajlardan haberdâr etmek sûretiyle îmân heyecânının takviye edilmesi elzemdir. Ayrıca Allâh Rasûlü

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in siyeri üzerinde de yoğunlaşılmalıdır. Çünkü O, örnek yaşayışıyla Kur’ân’ın canlı bir tefsîri mâhiyetindedir. Siyer-i Nebî’ye lâyıkıyla vâkıf olmak ve onu hakkıyla tâlim edebilmek için de, yaşayış ve ahlâk itibâriyle Allâh Rasûlü’nün izinden yürüyüp O’na benzemeye çalışmak gerektiği âşikârdır.

Günümüzde birçok sporcu ve artistlerin hayat hikâyeleri dahî ezberlenip örnek alınırken, hakîkat ve saâdet yolunun rehberleri olan peygamberlerin yalnız isimlerini bilmek, onlar hakkındaki Kur’ânî mesajlardan ibret almamak ne hazin bir vâkıadır.

Kur’ân muallimlerinin -bilhassa günümüzde- talebelerine daha çok ihtimam göstermeleri zarûrîdir. Talebelerine tesir için “muhabbet” iksîrini kullanarak kendilerini sevdirmeleri gerekir. Zîrâ bilgisiz ve muhabbetsiz bir eğitim, ancak yorgunluk ve usanç getirir.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, bütün ilimlerin hikmet tarafını icmâlen muhtevî olduğu için Kur’ân muallimlerinin günümüzdeki ilmî ve fennî hakîkatlerden haberdâr olmaları da şarttır. Merhum Âkif’e âit şu mısralar, Kur’ân karşısındaki bu mes’ûliyetimizi ne güzel hulâsa etmektedir:

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!..

Cenâb-ı Hak, ebedî saâdet ve hidâyet rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlarını hâmil, ahkâmıyla âmil, esrârıyla kâmil bir mü’min olarak yaşayıp kıyamet günü Kur’ân’ın hüsn-i şehâdetine ve şefaatine erebilmemizi nasîb ve müyesser eylesin!

Âmîn!..

Dipnot: 1) Bkz. O. N. TOPBAŞ, Rahmet Esintileri, sf. 205-239