Kur’ân Ehline Büyük İhtimam Gösterirlerdi

-Sâmi Efendi Hazretleri Üzerine Sohbet-

2014 – Şubat, Sayı: 336, Sayfa: 032

Altınoluk: Efendim önce bu sohbeti kabul buyurduğunuz için teşekkür ederiz. Sâmi Efendi Hazretleri’nin bekā âlemine irtihâlinin üzerinden 30 yıl geçmiş. Altınoluk’ta Sâmi Efendi ile ilgili bir sayı hazırlayalım diye düşündük. Zatıâlînizle de bir sohbet yapalım istedik. Zannediyoruz Sâmi Efendi’yle çocukluk dönemlerinden itibaren bir tanışmanız oldu. İsterseniz nasıl tanıştığınızdan başlayalım.

Osman Nûri Topbaş: Efendim, ilk tanışmamız çocukluk yıllarımızda, Bursa’da oldu. Rahmetli pederimiz senede 15 gün kadar, tenezzüh ve kaplıca için Bursa’ya giderdi. Bursa o zaman yeşil, sakin ve bugünkünden daha huzurlu bir şehirdi.

Yine Bursa’ya gittiğimiz bir sene, dehşetli bir kuraklık vardı. Pederimizle birlikte Ulu Câmi’ye gitmiştik. “Yağmur duası yapılacak ve duayı Adanalı Sâmi Efendi yapacak.” dediler. Hatırımda kaldığıyla, ince, zarif bir silüet, huzur veren bir sesle yağmur duası yaptı. Ulu Câmi’den, Çekirge’ye 4-5 kilometre bir mesafe vardır. Annemin ifadesiyle; hava bulutlandı ve Çekirge’ye gelince yağmur başladı. Bilindiği gibi rahmetli pederim bu hâdiseden sonra Sâmi Efendi ile Servinaz otelde tanıştı ve dönerken Mudanya’ya kadar arabasıyla götürmüştü. Sâmi Efendi Hazretleri’ni ilk tanımamız böyle oldu.

Altınoluk: Mûsâ Efendi’nin intisâbı bu tanışmadan sonra oldu herhalde?

Osman Nûri Topbaş: Evet. Sonra pederimiz sohbetlere başladı ve dünyası değişti. Peder rahmetli, ince ruhlu, sanatkâr bir yapıya sahipti. Mesela önüne bir fincan geldiğinde eline alır, inceliğine-kalınlığına, şekline, desenine bakarak inceler, sanat tarafına bir not verirdi. Hüsnühatta çok meraklıydı. Gece yarılarına kadar hüsnühat çalışırdı. Hat sanatına heveslendirmek için, Hattat Hamid Bey’den birkaç defa bize de ders aldırdı. Eskiden çok titiz, intizamlı ve detaycıydı. Terzisi, ayakkabıcısı vardı. Giyimi-kuşamı hep muntazam olurdu. İntisaptan sonra bu îtinâlı hayat tamamen mâneviyâta döndü. Sâmi Efendi Hazretleri’nin inceliği, zarâfeti, merhameti, duruşu, pederimize sirâyet etti. Ondan aldığı ve kendinde de var olan özelliklerle yeni bir karakter oluştu.

Altınoluk: Efendim sizde “ne oldu babama böyle, babamda değişiklikler oluyor” gibi değerlendirmeler oldu mu?

Osman Nûri Topbaş: Peder rahmetli, önceleri biraz asabî mizaçlı idi. İntisaptan sonra bu asabiyeti değişti. Yani bize böyle bir faydası da oldu. Namaza îtinâsı arttı. Evde dînî ve ahlâkî sohbetler olmaya başladı. Mânevî atmosfer gün geçtikçe daha da feyizlendi.

Sohbetten dönünce evde sohbetleri anlatırdı. Tabiî vâlidenin ve bizlerin de iştahı artardı. Bir müddet sonra vâlidenin de sâliha hanımlarla irtibatı artmaya başlamıştı.

Altınoluk: Herhalde sizler de hizmet etmeye başladınız?

Osman Nûri Topbaş: Zannederim yirmili yaşlardayken Sâmi Efendimizʼle pederimin şoförlüğünü yapar, Cuma namazlarına götürürdüm. Randevu saatinden 10 dakika önce Güllü Köşk’ün önünde olurduk. O vakitler trafik olmamasına rağmen pederimiz tedbirliydi. Sâmi Efendi kronometre gibi, saatinde kapıda görünürdü. Genellikle sakin câmiler seçilirdi.

Altınoluk: Giderken dönerken hasbihaller olur muydu?

Osman Nûri Topbaş: Olmazdı. Çok az konuşurlardı. Sükût hâli daha hâkimdi.

Şöyle bir şey hatırlıyorum:

Devlethânelerinde ufak bir oda vardı, ancak on kişi kadar alırdı. Orada sohbet ederlerdi. Beş dakika kadar sohbet eder, sonra beş dakika kadar sükût ederlerdi. Ben de “Acaba niye sükût ediyorlar?” diye düşünürdüm. Sonra anladım ki konuştuklarının tefekkürü için sükût ediyorlarmış.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Hazret-i Muâz -radıyallâhu anh-’ı yüksek kâbiliyetinden dolayı çok severlerdi. Onu terkisine alırlardı. Yolda; “Bak Muaz, şunlara, şunlara dikkat et!” buyururlardı. Bir müddet sükût içinde giderlerdi. Sanki Muâz’a; “Bu söylediklerimi tefekkür et, hazmet, iç dünyanda sindir!..” demek isterlerdi. Sonra; “Bak Muâz, bu da kâfî değil, şunlara da dikkat etmen gerekiyor.” buyurarak yine bâzı nasihatlerde bulunurlardı.

Sâmi Efendi de sanki bu metodu uygulardı. Bir kıssa anlatır, sonra bir müddet sükût ederdi.

Cumadan çıktıktan sonra da tasaddukta bulunurdu. Yolda yine bir muhtaç görse arabayı durdurur, bizzat iner ve zarif bir teşekkür edâsıyla sadaka verirdi. Rahmetli pederim, onun infak heyecanına bir misal sadedinde; “Hac’da o kadar şevkle, zevkle sadaka dağıtırlardı ki, siz onun verirken yaşadığı sevince şâhit olurdunuz.” derlerdi.

“Sadakaları Allah alır.”[1] anlayışıyla Cenâb-ı Hakk’ın müşâhedesi altında verdiğini görürdünüz. Tebessümle, gönül alarak, sevinçle verirlerdi.

Burada Esʼad Erbilî Hazretleri’ni de güzel bir sözüyle yâd edelim:

“Kiracıların bir evden diğerine taşınırken bütün eşyâlarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbir şeyi bırakmadıkları mâlûmdur. Hâl böyle iken, insanların, her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyâlarından kısmen olsun bir şeyi beraberlerinde götürmemeleri (infâk edip kendilerinden önce âhirete göndermemeleri), gerçekten hayret verici bir durumdur.”

Benim o zamanlar en çok dikkatimi çeken, Sâmi Efendiʼnin Tahtakale’deki bir dükkânın defterini tutmalarıydı. Dârulfûnûn’un Hukuk Fakültesiʼni birincilikle bitirmiş, ama mesleğini yapmıyor.

Sâmi Efendi şöyle bir şey anlatmıştı:

“Dârulfünûn’da okurken Sarıyer’de oturuyordum. Üst katta ben, alt katta ev sahibim otururdu. Evdeki en büyük sermayem, hukuk kitaplarımdı. Mesleğimi seviyor, kitaplarıma çalışıyordum. Bir gün bir sel felaketi yaşandı, alelacele evi terk ettim. Ev sahibi evden çıkmadığı için maalesef boğuldu. Yüksek bir yerden suyun akışını seyrediyordum. Yıllarca topladığım mûtenâ hukuk kitaplarım o sel ile birlikte önümden akıp gidiyordu. Kendi kendime dedim ki; «Bu bana mânevî bir işarettir, demek ki Cenâb-ı Hak benim maîşetimi bu meslekten temin etmemi istemiyor.» O karar neticesinde, hukuk ilminden öğrendiklerim, benim için yalnız bir kültür olarak kaldı.”

Bu anlattığı, Sâmi Efendiʼnin mânevî firâsetine de bir misaldir.

Altınoluk: Efendim bir Allah dostunun, mürşidin, muhasebe defteri tutmasına siz nasıl bakıyorsunuz? Yadırgıyor musunuz?

Osman Nûri Topbaş: Müʼminler hakkında; “Siz yeryüzünde Allâh’ın şâhitlerisiniz.”[2] buyruluyor. Hayatın her sahasında dîni temsil edebilmenin ifâdesidir bu.

Tahmin ederim, hukuku bir nosyon, bir mantalite olarak aldı. Hukukun insanlara tatbikatı esnasında; “Acaba bir kul hakkına girer miyim?” endişesi taşıyordu. El emeği ile yapabileceği iş olarak, demek ki muhasebeciliği uygun görmüşler.

Altınoluk: Efendim şimdi düşündüğümüzde bir mürşid-i kâmilin muhasebecilik yapması garip geliyor. Bir dünya meşgalesi var ama günlük mesai de veriyor. Şöyle düşünülür, gönül dostları onun geçim derdiyle uğraşmamasını temin etsinler, o da irşâdıyla meşgul olsun.

Osman Nûri Topbaş: Evliyâullâh’ın müstağnî tarafı da olması lâzım. Bir de Cenâb-ı Hak zaman içinde zaman açıyor. Ebûbekir -radıyallâhu anh- halife olduğu zaman, işlerine yardımcı olduğu yetim kızlar dediler ki; “Hazret-i Ebûbekir halife oldu, omuzlarına İslâm dünyasının mesʼûliyeti de bindi, herhalde artık bizim koyunlarımızın sütlerini sağmaz, biz kendi başımızın çaresine bakalım.” Fakat baktılar ki Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- hem halifeliğin gereğini yapıyor, hem de koyunların sütlerini sağmaya devam ediyor.

Ayrıca Sâmi Efendi’nin bu tercihinde, müntesiplerine numûne olmak için, helâl kazanma prensibine gösterdiği büyük titizlik de var. Mütevâzı bir hayat yaşayarak israftan kaçınma gayreti var.

Bir mü’min için en önemli ahlâk-ı hamîde “merhamet”. Merhametinse iki amansız düşmanı var. Merhametini geliştirmek isteyen sâlik, bunlara dikkat etmek mecburiyetindedir. Merhamete zarar veren kötü vasıfların ilki “israf” diğeri ise “pintilik, hasisliktir.”

Altınoluk: Efendim sizin Sâmi Efendi ile birlikte olduğunuz özel zamanlarınız oldu mu?

Osman Nûri Topbaş: Oldu. Meselâ bana çok tesir eden bir hatırayı paylaşayım:

Rahmetli pederimiz hacdaydı. Zannediyorum bir yaz günüydü. Bayram namazı ve vazifeler erken bittiği için evde istirahate çekilmiştim. Saat 9:30 veya 10 civarlarıydı, zil çaldı. Balkondan baktım ki Sâmi Efendi Hazretleri, Öztürk ve Alemdar ağabey gibi, yolumuzun en öndeki büyük zâtları kapıdalar. Çok utandım. Pijama ileydim, hemen üzerimi giyinip eve buyur ettim. Küçük bir ikramdan sonra; “–Efendim bu, bayram ziyaretidir, sizin de meşgûliyetleriniz vardır.” diyerek kalktılar.

Bu hâdise bana şu yönden çok tesir etti: Muhterem pederimle olan dostluğundan dolayı onun vekili olarak bize ziyarete geliyorlar. Ne ince bir vefâ örneği…

Yine rahmetli pederim İstanbul’da olmadıkları zaman, Sâmi Efendi Hazretleri evde yemek daveti verdiklerinde, daha genç yaşta olmama rağmen, beni de çağırırlardı. Efendi babamız herkese yemekleri fazla fazla ikram eder; “ihvanla yenilen yemekte mesʼûliyet yoktur, bol bol buyurun” derler ve hemen hemen bütün servisi kendileri yaparlardı. Daha da ötesi, elimizi yıkamaya kalktığımız zaman, havluyu kendi mübârek elleriyle tutarlardı. Biz de bu âlicenap tavır karşısında son derece mahcup olurduk.

Nezâket, zarâfet nedir, bu yolun fazîleti nereden geliyor, biz bunları sonradan idrak edebildik. Bize bu yolu hep hâlleriyle tarif ettiler.

Altınoluk: Biz Mûsâ Efendiʼyi tanıyabildiğimiz için, onu çok zarif bir şahsiyet olarak biliriz.

Osman Nûri Topbaş: Maya oradan geliyor. Pederimin öyle bir muhabbeti vardı ki, Sâmi Efendi sohbete geleceğe zaman, yapılacak işleri hizmetlilere bırakmaz, bizzat kendisi meşgul olurdu. Hattâ havluyla tuvalet taşlarını dahî kendileri silip parlatırlardı. Bu hâlleriyle de âdeta; “Bu kapıdan odunun bile eğrisi giremez!” diyen Yûnus Emreʼnin gönül hassâsiyetine bir başka misal olurlardı.

Altınoluk: Efendim, siz hiç sordunuz mu Mûsâ Efendi üstâdımıza “Baba bu ihtimam niçin?” diye.

Osman Nûri Topbaş: Rahmetli vâlidem derdi ki:

“Sâmi Efendi Hazretleri babana «git kendini şurdan at» dese baban hiç tereddüt etmeden atar.”

Demek ki muhabbet insanı nereye kadar götürüyor, biz onların tezâhürlerini görüyorduk.

Tabi bunlar müsbet ve doğru olan muhabbet misalleri. Bunun tersine olan durumlardan Allah muhâfaza buyursun. Cenâb-ı Hakʼtan uzak ve gâfil bir hayat yaşayan yanlış yoldakine muhabbet, insanı, insanlığa zarar veren birer akrep ve yılan hâline getirebiliyor.

Altınoluk: Sâmi Efendi ile Mûsâ Efendiʼnin yakın dostluklarına mutlakâ şahit olmuşsunuzdur efendim. Bu hususta da hatırladıklarınız var mı?

Osman Nûri Topbaş: Sâmi Efendi kendisine ders için müracaat edenler olduğu zaman, Mûsâ Efendiʼye yönlendirirdi. Yakın teşriki mesâilerinde, zâhirde hep Mûsâ Efendiʼyi hizmete odaklanmış olarak görürdük.

Hazret-i Ebûbekir Efendimiz, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼe nasıl hizmet etmişse, -teşbihte hatâ olmasın ama- Mûsâ Efendi de Sâmi Efendi’ye âdeta öyle hizmet etmeye çalışırdı.

Yeni çıkan meyvelerin fiyatları düşmeden eve almazdı ama, Sâmi Efendi için manavdan en iyilerini seçer, eve getirir, zevkli paketler yapar, ikram olarak takdim ederdi. Mukâbil olarak devlethaneden gelen ikramlar da aynı zariflikte olurdu.

Meselâ Sâmi Efendi’nin evinde yemekte bulunsalar, artan ekmeği cebine koyarak alır gelir, ertesi gün onu teberrüken yerlerdi. Bu, niyete bağlı bir tecellî. Muhabbetin kalplerde tesis ettiği cereyan hattı, demek ki lezzeti artırıyor, bedene de rûha da şifâ oluyor.

Altınoluk: Efendim, Sâmi Efendi’nin yoluna dair tespitlerinizi de almak isteriz. Nasıl bir şahsiyet ortaya koyardı?

Osman Nûri Topbaş: Onun irşâdı, daha çok hâl ile olurdu. Meselâ fötr şapkasıyla sohbete gelmiş olana da herhangi bir şey demezdi. Eğer gelenin nasibi varsa birkaç sohbet sonra daha düzgün bir giyim kuşamla gelirdi. Bir müddet sonra ise âdeta dervişâne bir hâle bürünürdü. Hâlbuki hiç kimse ona; “sen şu giysini çıkar da böyle giyin” demezdi. Yani hâl lisânıyla bir terbiye gerçekleşirdi. Tıpkı Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-ʼin Enes -radıyallâhu anh-ʼı terbiye etmesi gibi…

Enes -radıyallâhu anh-:

“Ben, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼe 10 sene hizmet ettim; «Enes, niye bu işi şöyle yaptın» diye kızdığını hiç duymadım.” buyuruyor. Demek ki yanına 10 yaşında iken gelmiş bir çocuğu, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hâli ile terbiye etti. Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde Enes -radıyallâhu anh- 20 yaşındaydı. Sonrasında belki 100 yaşına kadar yaşadı ve buyuruyorlardı ki:

“Hayatım boyunca içinde Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bulunmadığı bir rüya görmedim.”

Talebeleri Enes -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’a diyorlar ki:

“Efendim, konuşurken hep Allah Rasûlüʼnü görüyormuş gibi ve tebessüm içinde konuşuyorsunuz.”

Enes -radıyallâhu anh-:

“Hep Oʼna kavuşmak arzusundayım. Kıyâmet günü yanına yaklaşıp; «Efendim, küçük hizmetçin geldi ve Senʼi çok özledim.» diyeceğim.” buyuruyor. Nasıl bir terbiye almışlar ki, birleşik kaplardaki sirâyet misâli, onlar da benzeşmişler.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kölenin derdini çözerdi. Zinâya meyleden bir genç gelir, açık yüreklilikle durumunu ifâde eder, Efendimiz Oʼna kızıp öfkelenmek yerine, ona kız kardeşi veya annesini misal vererek, kendi yakınlarına yapılmasını istemeyeceği bir şeyi kendisinin de yapmaması gerektiğini güzel bir üslûb ile izah ederdi.

İşte problemini çözdüğünüz insan sizindir. Evliyaullâhın fârik vasfı da budur. Bütün mü’minleri kendilerine zimmetli görüyorlar.

Sâmi Efendi Hazretleri, tam bir tevâzu ehliydi. Bayramlarda meşâyıhtan, ulemâdan, dervişandan kendisini beklemeyen insanlara bile ziyarete giderdi. Mûsâ Efendiʼyle beraber ziyaret ettikleri; Mehmed Zâhid Kotku Efendi, Süleyman Hilmi Tunahan, Gönenli Mehmed Efendi ve emsâli zâtlar olmuştur. Meselâ Gönenli Mehmed Efendi’nin Fatihʼteki evinde bir somya, yerde bir kilim ve bir soba vardı. Odadaki bütün eşya buydu. Fakat onlar, edep, zariflik, derinlik ve kanaat zenginiydiler. Son Osmanlı bakiyyeleri idiler. Her biri bir insanlık âbidesiydi.

Bediüzzaman Said-i Nursî de, İstanbulʼa geldiğinde Mûsâ Efendi onu arabasıyla alır gezdirirdi. Bir gün Bediüzzamanʼla ilgili bir hatırasını şöyle anlatmışlardı:

“Bediüzzaman Hazretleriʼyle Topkapı surlarına yakın bir yerde halı serip oturmuştuk. Sohbet ettiler, biz de dinledik. Dönüşte, çıkarıp bir miktar para verdiler. Teberrüken mi, yoksa kendilerini gezdirmenin bedeli olarak mı verdiklerini bilemiyorum… Bediüzzaman Hazretleri, kendisinden mânevî ders almak isteyenleri Sâmi Efendi Hazretleriʼne gönderirler, biz de Sâmi Efendiʼye ulaşmalarına tavassut ederdik.”

Altınoluk: Sâmi Efendi Hazretleriʼnde sizi en çok etkileyenler nelerdir diye sorsak?

Osman Nûri Topbaş: “Merhamet, şefkat, zarâfet, hassâsiyet, sabır, gayret-i dîniyye, azîmet, istikâmet, vukuâtı olduğu gibi kabul etmek ve emsâli, daha pek çok güzellikten oluşan kâmil bir mü’min karakteridir.” derim.

Pederimiz anlatıyor:

“Hacca gidip gelmenin zor olduğu o zamanlarda; «Efendim, hacca gidiyoruz.» deriz. «Elhamdülillah Rabbimiz yine lûtfetti.» buyururlardı. Sonraki sene; «Efendim bu sene vizeyi alamadık.» deriz. «Elhamdülillah Cenâb-ı Hak şimdiye kadar çok nasip etti.» buyururlardı. Yani dâimâ “râdıye” hâli. Hastayken de hiçbir zaman hâlinden şikâyet ettiği duyulmamıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’e çok îtinâlı davranır, Kur’ân ehline büyük ihtimam gösterirlerdi. Kurʼânʼın ahkâmıyla âmil, ahlâkıyla kâmil, her bakımdan ehl-i Kurʼân olan bir hâfız efendi geldiği zaman, onu ayakta karşılayıp yanlarında yer verirlerdi.

Mükerreren anlattıkları bir hâdiseyi hatırladım:

Adana’da bir Kur’ân ehlinin nakl-i kubûru oluyor. Kabri açtıkları zaman, takrîben 60 sene önce defnedilen bu zâtın kefeniyle birlikte pırıl pırıl durduğunu görüyorlar. “Kur’ân ile hâllenen müʼmine Cenâb-ı Hakk’ın mükâfatı böyle olur.” buyururlardı.

Evliyâullâhʼın tasarrufuna dair şunu anlatmışlardı:

“Kız kardeşim, ayaklarındaki rahatsızlık sebebiyle yürüyemezdi. Annem yemekler yaptı ve kız kardeşimle beni alarak, at arabasıyla Kaplanca Baba’ya götürdü. Geceyi türbede geçirdik. Gece yarısı kardeşimin çığlığı ile uyandık. Annem acaba ne oldu, diye koştu. Hemşirem; “Güzel bir dede gelip ayağıma, topalladığım yere iyice bastırdı ve gitti, onun acısıyla bağırdım.” dedi. Hemşirem bu hâdise olduğunda 8 yaşındaydı. Ondan sonra ömrü boyunca ayak ağrısı ve topallama görmedi.”

Tabiî bu bir ihlâs meselesi. Sonrasında bunu duyunca birçok kişi gitti ama bir şey olmadı.

Bu hâlin asr-ı saâdetten bir misâli şudur:

Hazret-i Ali Efendimizʼe bir fakir geliyor, çok sıkıntıda olduğunu arz ediyor. O anda Hazret-i Ali’nin verecek hiçbir şeyi yok. Eline biraz kum alıp okuyor ve o garibin eline bırakınca altın taneleri dökülüyor. Garip sevinç içinde;

“–Allah senden râzı olsun yâ Ali! Artık fakirlikten kurtulmanın yolunu buldum, ne olur okuduğunu bana da öğret.” diyor.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, bu başka bir iştir dese de garip ısrar edince; “–Fâtiha’yı okudum.” buyuruyorlar.

Adamcağız sevinçle eline kum alıp okuyor. Fakat elini açıp bakıyor ki kum yine aynı kum.

“–Yâ Ali, sen de ben de aynı sûreyi okuduk. Niçin benim okuduğum kumlar altın olmadı?” deyince Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Bu bir kalp farkıdır.” buyuruyor.

Altınoluk: Sâmi Efendi’nin size özel bir tavsiyesi oldu mu Efendim?

Osman Nûri Topbaş: Yeni evlendiğim zamanlar mânevî dersi kendisi vermiş ve ince ince tarif etmişlerdi. Tefekkür-i mevti tarif ederken; “Dünyayı terk edip, kabre girişimizi gözümüzde tek tek canlandıracağız ki nefsânî istekler bizde güç bulmasın!..” buyurmuşlardı. Bir müddet sonra tekrar ders görüşmemizde kendilerine; “Efendim, tefekkür-i mevti anlattığınız şekilde gözümde canlandırdığım zaman çok tesiri altında kalıyorum.” dedim. “O zaman azaltalım.” buyurdular. Yani hâlet-i rûhiyeye göre reçete verirlerdi.

Altınoluk: Râbıtayı da tarif etmişler miydi Efendim?

Osman Nûri Topbaş: Etmişlerdi. Râbıta eşittir muhabbet. Peygamber Efendimizʼle Hazret-i Ebûbekir arasındaki muhabbet bağı, râbıtanın en güzel misâlidir. Ne kadar seversen o kadar tesir altında kalırsın.

Fakat bu hususta da ifrata kaçmamak lâzımdır. Unutulmamalıdır ki, fâil-i mutlak, yalnızca Cenâb-ı Hakʼtır.

Mâlum, hayatın içinde birçok râbıta misâli var. Meselâ annede bilhassa küçük yavrusuna karşı müthiş bir râbıta vardır. Burada anneye düşen, bu muhabbeti put hâline getirmemektir. Cenâb-ı Hakk’ın “gayur” sıfatı vardır, muhabbette aşırıya kaçıldığında, anne veya evlâdı zarar görebilir.

Altınoluk: Râbıtada ifrata kaçmamaktan neyi anlamamız lâzımdır?

Osman Nûri Topbaş: Şirke gitmemek gerekir. Bazen aşırı muhabbet taşkınlığa götürüyor. “Yâ şeyh, senden şunu istiyorum veya sen şunu yapmaya kâdirsin…” gibi ifade ve anlayışlar, cehâletten kaynaklanıyor. “Himmet” kelimesi de yanlış anlaşılabiliyor. Cenâb-ı Hakk’ın yardımına “tevfik” denir, salih kişilerin duâsına da “himmet” denir. Hak dostunun gönlünde yer edinilirse onun sana himmet ve teveccühü, Cenâb-ı Hakk’a senin için duâ etmesidir. Bu duâyı Cenâb-ı Hak dilerse kabul eder, dilerse kabul etmez. Gaybı Allah’tan başka kimse bilemez, hikmetinden de suâl olunmaz.

Cenâb-ı Hak, Meryem Sûresiʼnin 96. âyetinde;

Îman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” buyuruyor.

Evliyâullâh’ın gönüllerde hayâtiyeti devam ediyor. Bedenleri toprakta olsa da, irşadları ve sevgileri gönüllerde canlılığını koruyor.

Hazret-i Mevlânâ buyuruyor ki:

“Ben vefat ettiğim zaman mezarımı yeryüzünde arama, benim kabrim âriflerin gönülleridir.”

Hak dostları gönüllerini bir rahmet dergâhı hâline getirdikleri için, o dergâh, vefatlarından sonra da hizmetine devam ediyor. Mevlânâ bir mütefekkir, Aziz Mahmud Hüdâyî bir kādiʼl-kuzât (kadıların kadısı) oldukları için değil, Hakkʼın dostluk iklîminden feyizlenerek gönüllerini bütün mahlûkâtı kucaklayan bir rahmet dergâhı hâline getirdikleri için seviliyorlar. Sâmi Efendi de bir gönül insanı olduğu için, gönüllerde taht kuruyor.

Burada şu hususa da dikkat çekmek isterim:

İslâm’da büyüklerin doğumlarının ve vefatlarının “sene-i devriyesi” diye husûsî bir merâsim şekli yoktur. Ancak “velâdet kandili” bunun istisnâsıdır ve yalnızca Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-ʼe mahsustur. Peygamber Efendimiz dışındaki İslâm büyükleri için, her sene, özellikle belli zamanlarda sene-i devriye merâsimi icrâ edilmesini zarûrî görmek, doğru değildir. Fakat maalesef günümüzde bu husus, örfî bir âdet hâline gelmiş durumda. Hâlbuki o örnek şahsiyetlerin takvâ hayatlarını hatırlayıp onlardan mânen istifâdeye çalışmak, mümkün olan her fırsatta yapmamız gereken bir vazifedir.

Cenâb-ı Hak o sâlih kullarıyla ukbâda da birlikte olmayı nasip buyursun. Âmîn…

Altınoluk: Allah râzı olsun Efendim.

Konuşanlar: Ahmet Taşgetiren, Y. Selman Tan, H. Murat Karaman.


Dipnotlar:

[1] Bkz. et-Tevbe, 104.

[2] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60.