Kur’an Bir Okyanustur Kabın Kadar Su Alabilirsin

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

KURʼÂN BİR OKYANUSTUR;

KABIN KADAR SU ALABİLİRSİN.

Üçüncü, peygamberlerin şeyi (vazifesi):

Kitap ve hikmeti telâkkî ettirecek.

İşte ashâb-ı kirâm da bu üç zirveye çıktı.

Kitap, yani Kur’ânʼın menşei Cenâb-ı Hak. Kur’ân bir okyanus. Kabın kadar su alabilirsin.

Bir misal verirsek:

Bir kimse sahili seyretse, ufka kadar denizin seviyesini, dalgalı, sâkin, çarşaf gibi görür. Kayıkla üzerinde gezse, bir metre, iki metreyi görür. Bu bir metre, iki metre içindeki mahlûkâtı görür.

Fakat bir dalgıç, gücüne göre aşağı doğru iner. Her inişte ayrı manzaralar görür. “Aman yâ Rabbi” der, dehşeti artar. Görür; ortadaki aşağı inmiyor, aşağıdaki ortaya çıkmıyor. Her indikçe ayrı manzaralar seyreder.

Kur’ân-ı Kerîm de aynı. Herkes aynı rahle başında oturur. Kalbinin seviyesine göre Kur’ânʼdan netice alır.

Bir misal:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir yerden geçerken bir Kur’ân sesi dinliyor, Tûr Sûresiʼni dinliyor, kıyâmetle ilgili. Hemen eve gidiyor, düşüp hasta oluyor. O kıyamet manzaraları tamamen (gönül gözünde) canlanıyor.

Yine ashâb-ı kirâm diyorlar ki:

“Biz (diyorlar), gökten bir âyet indiği zaman, zannederdik gökten bir sofra indi. Allâhʼın murâdı nedir bu âyette? (derdik.) Cenâb-ı Hak bizden ne istiyor? İstişâre ederdik. Nasıl Allâhʼın rızâsını tahsil edelim?..”

Eve geldiğimiz zaman hanımlarımız da:

“–Bugün ne moda? Şamʼdan ne kervan geldi? Ne satıldı? Ne ipekler geldi?” diye hiç bize sormazlardı. Babalarına, efendilerine:

“–Sen bize şunu söyle «Bugün hangi âyet indi Allahʼtan? Allah Rasûlüʼnün mübârek ağzından, fem-i muhsininden ne gibi kelâmlar çıktı? Sen bana bunu anlat.» derlerdi.

Giderken de:

“–Aman bize helâl lokma getir. Biz dünyada her şeye katlanırız ama Cehennem azâbına katlanamayız.” derlerdi.

İşte Efendimiz, nasıl bir derinlik meydana getirdi? O şeyde bir hikmet tecellî etti. Tefekkür arttı.

Tefekkür, yaratılışa döndü. Bir insanın yok kadar bir maddeden meydana gelmesi, içerdeki bu cihazların, bu fakültelerin meydana gelmesi, bir hayvanın ufacık bir yumurtadan meydana gelmesi, koca bir çınarın ufacık bir tohumdan meydana gelmesi… Uzun uzun, Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesi karşısında bir tefekkür başladı.

(Yarınki) konağımızın âhiret olduğu telâkkîsi gelişti.

İnfak arttı. Oburluk vs. gösteriş, bunlar, onların, ashâb-ı kirâmın tanımadığı bir hayat tarzı oldu.

Kur’ân âyetleri bize tarihî karanlıkları aydınlatıyor, bütün geçmiş kavimlerin başından geçen hâdiseler, sebep ve neticeler, çözülmez muammâları açıyor. İnsanın problemlerini açıyor.

Dünya ve âhiret hayatının baharını bahşeden bir mucizeler diyarı Kur’ân-ı Kerîm. Bize eski zamanlarda geçmiş milletlerin vâkıalarını hikâye ederken orada pek çok ibretler bize sunuyor. Hikmetler bize Cenâb-ı Hak lûtfediyor.

Gönül insanı için Kur’ân-ı Kerîm, tefekkür dünyasının derinliklerine açılan muhteşem bir kapı, ihtişamlı bir kapı. Kanayan ruhlara şifa, yorgun gönüllere safâ bahşeden ilâhî bir hikmet menbaı. İşte ashâb-ı kiram misali…

Kur’ânʼdan uzak bir hayat, mutlaka bir ebediyet intiharı oluyor. Dehşetli bir ölüm gerçeği karşısında ruhlara tesellî sunan, ölümü Rabbe kavuşmanın yegâne vâsıtası olan bir şeb-i arûs, yani ölümün ürkütücü hâli kayboluyor, ölüm bir mûnis hâle geliyor.

Kaçacak bir yer yok. Demek ki hazırlanmak lâzım. Ne dünyada kaçacak bir yer var, ne kabirde kaçacak yer var.

يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ

(“O gün insan, «Kaçacak yer neresi!» diyecektir.” [el-Kıyâme, 10])

Ne de âhirette bir kaçacak yer var.

Demek ki Kur’ân-ı Kerîm bize bir hayat kitabı. Kelâmların en güzeli Kur’ân-ı Kerîm. Ebedî bir mûcize. Kelâmda bir mûcize aynı zamanda.

Sesin ihtişâmını ve güzelliğini Kur’ân tilâvetinde görüyoruz. Nasıl ses bir kemâle eriyor, nasıl bir rûha bir huzur hâli veriyor? İnsan, beşerî konuşmalardan bir noktada bıkar çok tekrarında. Fakat Kur’ân-ı Kerîm:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifa ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82])

Şifâ ve rahmet tevzî ediyor. Hakîkate müştak gönüller ona doyamıyor. Efendimiz başta… Kendisi okuduğu gibi ashâb-ı kirâmdan da dinlerdi. “Ben dinlemeyi de severim.” buyururdu. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)

Ashâb-ı kirâm o şekildeydi. Kur’ân âşıkları da o şekildedir. O, katılaşmış kalplere de, Cennet râyihası Kur’ân-ı Kerîm ihsân eder.

Fakat sırf onun sadâsına kulak verip derûnî hikmetlerine girmemek, o da bir hatâdır. O da bir cevherin farkında olamamaktır.

Yine Mehmed Akif ne güzel ifade eder:

Îmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür,

Îmansız olan paslı yürek sinede yüktür.

Velhâsıl, Kur’ân, beşer diliyle Allâhʼın gönderdiği ilâhî kelâm. İdrâkin kapısı. Ancak bu da dille oluyor.

Mâlum; bütün mahlûkâtın dili var. Cemâdâtın da dili var, bizim anlayamadığımız. Cenâb-ı Hak yarattıklarının hepsine bir dil vermiş.

Meselâ Cenâb-ı Hak Kāf Sûresiʼnde Cehennemʼi konuşturur. Cehennemʼe; “‒Doldun mu?” deriz. O da; “‒Daha var mı, gönder yâ Rabbi mücrimleri!” der.

Yine Muhyiddin Arabî Hazretleri diyor:

“Cenâb-ı Hak Cennetʼi yaratttı. Cennetʼe; “konuş” dedi. Cennet de:

قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

«Müʼminler felâh buldu.» (el-Mü’mi­nûn, 1) dedi.”

Dünyada birtakım şeylere sabredecek, tahammül edecek, fedakârlık gösterecek, en nihâyet Cennetʼte selâmete erecek.

Bütün mahlûkâtın dili var. Fakat insana verilen dil ayrı bir dil. Onun muayyen bir konuşma tarzı var.

Fakat insanın dili, hikmetler hazinesi olması lâzım. Kur’ân diliyle konuşması lâzım. Zira insanlar kelimelerle düşünürler. Lisan ile tefekkür ufukları gelişir. Müʼmin de kalbinin seviyesine göre konuşur. Kur’ân lisânı ile hâllenir. Müʼminin lisânı, gönül dünyasının letâfeti ölçüsünde zarifleşir. Yani Kur’ânʼın fârikalarından en mühimi dildir. Konuşma tarzıdır.

Dîni öğrenmek, dil iledir. Din, dille yaşanır. Emr biʼl-mârûf dil ile olur. Kur’ân, en fasih dil olarak, Kur’ân Arapça olarak indirilmiştir. Cenâb-ı Hak kalbimizin Kur’ân lisânına âşinâ olmasını isteyerek bizlere Kur’ân dilini şöyle tâlim eder:

Nasıl konuşacağız biz? Bir lisanlar var, bir de kalbin lisânı var. Bize Kur’ân-ı Kerîm kalbin lisânını (tâlim ediyor). Meselâ Cenâb-ı Hak:

قَوْلًا كَرِيمًا buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 23) İhtiyarlamış anne-babana, çocuklaşmış anne-babana iltifatkâr söz söyle, buyuruyor. Sakın onlara sert davranma buyuruyor. Onlar sana kanatlarını gerdi, buyurur İsrâ Sûresiʼnde. Sakın ha onlara “اُفٍّ” deme, “üf” deme buyurur. Onlarla konuşurken “قَوْلًا كَرِيمًا” onlara iltifatkâr bir kelimeyle konuş, der.

Farzlar ne kadar genişliyor bir Kur’ân kültüründe!..

Hiçbir şey veremiyorsun; bir muhtaç geldi karşısına… Efendimizʼde olurdu bu. Ganimetler gelir, hepsini dağıtırdı. Evdekini de verir, hiçbir şey kalmazdı. Bir garip gelirdi. Efendimiz, yüzünü öbür tarafa dönerdi utancından, bir şey verememenin utancından. Utanırdı Efendimiz.

O zaman Cenâb-ı Hak yine İsrâ Sûresiʼnde; “قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28) Hiç yoksa diyor, sevinç verecek, gönlü tesellî edecek birkaç kelâm söyle, diyor.

Demek ki müslümanın lügatinde “hâyır” yok. Muhakkak müslüman bir şey verecek. Diğergâm olacak, hodgâm olmayacak. Hiçbir şey veremiyor, “قَوْلًا مَيْسُورًا” ona tatlı, yumuşak bir söz söyleyecek, gönül alacak, tesellî edecek onu.

Demek ki dille de insan incelecek bir müslüman.

قَوْلًا مَعْرُوفًا (Bkz. el-Ahzâb, 32) Cenâb-ı Hak buyuruyor. Yani güzel söz ve tatlı dille konuş buyuruyor.

Yine “قَوْلًا مَعْرُوفًا” buyuruyor. (Bkz. el-Ahzâb, 32) Yerli yerinde, uygun bir söz söyle, diyor. Afedersiniz, patavatsız konuşma, diyor.

Mevlânâ da diyor ki:

“Sözün maskarası olma!” diyor.

قَوْلًا لَيِّنًا Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. Tâhâ, 44)

Mûsâ -aleyhisselâm-ʼı Cenâb-ı Hak Firavunʼa gönderirken, Firavunʼun İslâmʼa gelmeyeceğini biliyordu Cenâb-ı Hak. Mâlum; “عَالِمُ الْغَيْبِ: (gaybı bilendir).

Fakat nasıl bize bir tâlim:

Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa “قَوْلًا لَيِّنًا” buyuruyor.

“‒Firavunʼla konuşurken, suyun akışı gibi bir lisan kullan.” dedi.

Nasıl bir insan, suyu seyrederken, suyun akışını, bir deryâyı, yumuşar, hoşuna gider, kalbi yumuşar, demek ki katı bir kalple konuşurken de “قَوْلًا لَيِّنًا”.

Yine genel olarak konuşurken de “قَوْلًا بَلِيغًا” (Bkz. en-Nisâ, 63)

Cenâb-ı Hak;

“‒Belâgatli bir lisan kullan. Açık seçik bir lisan kullan. Huzur verici bir lisan kullan…”

Nedir bu? İşte bizim kültürümüzdür bu.

Diğeri de tarih kültürü:

Kur’ân-ı Kerîm bize hep geçmiş kavimlerin durumlarını bildiriyor.

İbn-i Haldun diyor ki:

“Esas tarih felsefesi, sebepler ve neticelerdir (diyor). Sebepler, hangi neticeleri meydana getiriyor? Buna dikkat etmek lâzım.” diyor.

Mehmed Âkif de:

Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,

Hiç ibret alınsaydı (tarih) tekerrür mü ederdi.

Şu bardağı dolduran bütün damlalar var. Bu damlaların hepsi bir sebeptir. Buraya son damla gelir, bu taşar bu…

Birinci Cihan Harbiʼne baktığımız zaman -tarih hocaları benden daha iyi bilirler- bu, Avusturya-Macaristan veliahtının bir Sırplı tarafından öldürülmesi mi, değil, bu son sebep.

Enver Paşaʼnın şeyle bir, Alman zırhlısının gidip Karadenizʼde bir ticaret gemisini vurması, Sivastopolʼu dövmesi, son sebep midir, değil. Son sebep bütün bardağı dolduran damlalar ve son sebep.

Osmanlıʼya baktığımız zaman, tarihte 620 sene devam eden ikinci bir devlet yok, tarihin tespitiyle. Ancak Roma var, o da kesik kesik, devamlı yok.

Osmanlıʼya baktığımız zaman, sebeplere baktığımız zaman; bir Kur’ânʼla başlıyor. Kurʼânʼa bir ihtiramla başlıyor. Yavuz Sultan Selimʼin mukaddes emanetleri getirmesiyle ayrı bir mânevî ihtişam artıyor.

Cenâb-ı Hak (lûtfediyor) üç asırda yirmi dört milyon kilometreye ulaşıyor. Yani bugünkü mevcut toprağının otuz misli. Sebepler, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşma burada.

Kaybedişler:

Lâle Devriʼnde rûhânî iklimden dönülüyor, nefsânî arzular başlıyor. Zenginlik başlıyor, vs. başlıyor. Mesken politikasının getirdiği birtakım rahatlıklar başlıyor. Üşengeçlikler başlıyor. Dînî hissiyat, dînî şey zayıflıyor. Cenâb-ı Hak da almaya başlıyor yavaş yavaş. Bir zırhlının yavaş yavaş batışı gibi…

Velhâsıl tarih ilmi… Cenâb-ı Hak bize peygamberler, nebîler silsilesi var Kur’ân-ı Kerîmʼde. Diğer kıssalar var. Sebep ve neticeler hep…

Demek ki dâimâ hayatımızı, istikbâlimize mâtuf bir tahlil yapacak bir kendi şeyimiz, problemlerimiz olduğu zaman, sebepler ve neticeler… Hangi sebepler oldu ki neticesi bu oldu…