Kul Nasıl “Bir Allah Dostu” Olabilir? (3)

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

KUL NASIL “BİR ALLAH DOSTU” OLABİLİR? (3)

Dördüncüsü; Hak dostları, hamd hâlinde olurlar, devamlı Cenâb-ı Hakkʼın ilâhî azametini tefekkür hâlinde olurlar.

Cenâb-ı Hak nasıl bir gönül istiyor bizden?

“…Onlar, ayaktayken, otururlarken, yanları üzerindeyken (her vakitte) Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Alâmeti:

“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191) Sonsuz bir azamet. İlâhî nakışlar.

“…Yâ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın. Bizi Cehennem azâbından koru! Senʼi tesbîh ederiz.” derler. (Bkz. Âl-i İmrân, 191)

Bizden de Cenâb-ı Hak böyle bir gönle sahip olmamızı arzu ediyor. Gönlümüz başka şeyle meşgul olmayacak.

Onlarda -beşinci madde- hevâ heveslerine tâbî olmayı, onlar tamamen terk etmişlerdir; ilâhî muhabbet, onları bitirmiştir. Bütün gâye; “illâllah” ancak Allah, ancak Allah Rasûlü… Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“Peygamberʼin yanında bulunanlar.” Fetih Sûresiʼnde:

يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا

“…Onlar, Allahʼtan lûtuf ve Allahʼtan rızâ isterler…” (el-Fetih, 29)

Demek ki bir müʼmin; Hak dostlarının kalbi nasıl? Ne istiyor Cenâb-ı Hakʼtan? Mal-mülk, vs. şu bu mu? Değil. Ne istiyor? Allâhʼın rızâsını istiyor, lûtuf istiyor. Onlar dâimâ duâ eder:

“Yâ Rabbi! Hislerimizi, duygularımızı, niyetlerimizi, rızâ-yı şerîfinle teʼlif eyle.” diye duâ ederler onlar.

Mesnevîʼde bir hikâye var. Bu hikâye de… Mevlânâ Hazretleri bazı şeyleri bir hikâyeye çevirirdi. Çünkü mücerredi zihnin kavraması zordur. Onu müşahhas hâle getirirdi. Mesnevîʼde hikâye şu şekilde, yani kıssadan hisse olması için:

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- hızlı hızlı koşuyor. Arkasından birisi diyor ki:

“‒Yâ Îsâ! (Diyor.) Niye kendini yoruyorsun? (Diyor.) Kimden kaçıyorsun?” (Diyor.) Arkanda aslanlar, kaplanlar mı var? (Diyor.) Yırtıcı bir mahlûkat mı var? (Diyor.) Kimden kaçıyorsun?” diyor.

Îsâ -aleyhisselâm-:

“‒Bırak (diyor), bırak (diyor), yakamı kurtarayım” diyor.

“‒Yâhu (diyor), sen kimden yakanı kurtaracaksın?! (Diyor.) Sen (diyor), ölüyü dirilten sen değil misin? (Diyor.) Âmâya göz veren sen değil misin? (Diyor.) Kimden korkuyorsun?” diyor.

“‒Ben (diyor), ahmaktan korkuyorum (diyor). Onun için ahmaktan kaçıyorum.” diyor.

“‒Peki (diyor), yâ Îsâ (diyor), sen (diyor) ölüye okudun dirildi (diyor), âmâya okudun (diyor) gözü gördü (diyor). Ahmağa da okusana.” diyor.

“‒Yâhu (diyor), ahmağa bin sefer okudum (diyor). Yine (diyor), hiçbir şey fayda etmedi.” diyor.

Kim o?

Dünya nedir? Bir damla. Âhiret nedir? Sonsuzluk. Sonsuzluğu bir damlayla değiştirenler.

Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:

اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا

(“…Sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar.” [en-Nâziât, 46])

O kıyâmet gününden dünyaya baktığımız zaman, bir havanın loş karanlığı veyahut da bir seher vakti kadar, o kadar kısa görünecek.

Âhiret ne kadar? Sonsuz. Ucu-bucağı yok.

Bir defa kabir bile ne kadar? Tâ kıyamete kadar. Bilemiyoruz, ne kadar, kaç sene kalacağız orada? Nelerle karşılaşacağız? Fakat orada amellerimizle karşılaşacağız?

Bir hadîsi var Rasûlullah Efendimizʼin hadîs-i şerîfi var. İşte Münker-Nekir, sâlih kimseye sorar. O sâlih kimse cevabını verir. Orada güzel bir siluet görür.

“‒Sen kimsin?” der, o siluete.

“‒Ben senin dünyadayken namaz, abdest, oruç vs. güzel ahlâk, muâşeretin vesâirenim. Allah, beni senin yanına arkadaş olarak gönderdi.”

O kişi de sevinir.

Yine hadîs-i şerîfte:

“İki tane pencere açılır ona; bir Cennetʼten, bir Cehennemʼden. Ona denir ki:

«Sen dünyadayken Cennetʼi istedin.» denir. O kişi de kabirde ferahlar.

Diğer; fâsık, mücrim… O da doğru-dürüst Münker-Nekirʼe cevap veremez. Onun da çirkin, iğrenç bir siluet gelir yanına:

«‒Benim bu zor zamanımda sen de kimsin, nereden çıktın?!» der.

O da der ki:

«‒Senin dünyadaki kötü amellerinim (der). Allah onu müşahhas hâle getirdi, ben senin yanında olacağım.» der.

Ona da iki pencere açılır Cennet ve Cehennemʼden.

«Sen dünyadayken Cehennemʼi istedin.» denir ona.” (Benzer rivâyetler için bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 32. Ayrıca bkz. Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70; Ahmed, VI, 352. Krş. Heysemî, III, 51-52)

Allah korusun!

Velhâsıl, ömrümüz, ne kadar nefesimiz var, bilemiyoruz.

Hattâ, Gazâlî Hazretleri diyor ki:

“Arkadaş (diyor), bugün kendini ölmüş bil. Bugün sen öldün (diyor). Ne kadar eyvah, vah vah, keşke diyeceksin (diyor). Onun için (diyor), bundan sonraki hayatını Allâh’ın bir nîmeti, lûtfu olarak bil. Ona göre tanzim et.” buyuruyor.

Cenâb-ı Hak yine Münâfikûn Sûresi’nde son nefes ânımızı bildiriyor:

“Ölüm ânı gelir de (âyet-i kerîmede) «Yâ Rabbi! (Biraz genişletsen, biraz imkânı artırsan, biraz daha) az bir şey daha yaşasam da sadaka versem (hayır-hasenat yapsam) ve sâlihlerden (Allâh’ın güzel kullarından olsam) demeden evvel…” (el-Münâfikûn, 10) buyuruyor.

“…Herkes (buyuruyor Rasûlullah Efendimiz) pişmanlıkla ölecek. Sâlih kimseler bile pişmanlıkla ölecek. Keşke daha öteye doğru mesafe alsaydım diye…” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59)

Altıncısı:

Onlar kendi benliklerinden geçerek ilâhî muhabbetlerde fânî olmuşlardır.

Meselâ İbrahim -aleyhisselâm-’da mal vardı, malından vazgeçti. Onu Hak yolunda fedâ etti. Mukâbilinde, malı kendisi için bir “Halil İbrahim bereketi” oldu. Hâlâ sofralarda “Halil İbrahim bereketi olsun” denir.

Canından vazgeçti. Tevhîdi korumak için Nemrud’un ateşine girmeye râzı oldu. Cenâb-ı Hak onun canına bir can kattı. Ateş, gülistana döndü. Neticede “Halillik/dostluk” makamına yükseldi.

Evlâdını kurban etmesi emredildi. Onu kurban etmeye hazırlanırken, Rabbimiz onu kestirmedi, koç indirdi. O İsmail -aleyhisselâm-’ı da peygamber eyledi. Onun silsilesinden de Rasûlullah Efendimiz’i dünyaya getirdi.

Hep bunlar nedir? Muhabbet, fedakârlığı getirir. Fedakârlığın neticesinde rahmet tecellîleri olur.

İbrahim -aleyhisselâm-, ona Cenâb-ı Hakk’ın mârifetullahtan bir derinlik veriliyor. Öyle bir hâl oluyor ki, bu, dostluğun neticesinde o tecellîlere mazhar oluyor:

وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ diyor.

“Yâ Rabbi! İnsanları yarattığın gün beni mahcup etme.” (Bkz. eş-Şuarâ, 87) buyuruyor. Kullukta âciz kaldım, buyuruyor.

Yani kendimizle bir şey yapmamız lâzım. Bu neye benziyor, bu, Allâh’a kendisini kulun adaması, bütün nefsânî arzulardan vazgeçmesi?

Meselâ Sakarya Nehri Karadeniz’e döküldüğü zaman, artık o Karadeniz’dir, Sakaryalığı kaybolmuştur. Yediğimiz ekmek, lokma; yedikten sonra artık o bizim bünyemizin parçası olmuştur. İşte:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

“Nefsini bilen, Cenâb-ı Hakk’ı bilir.”

Bizi bir hiçten bizi yarattı. İnsan olarak yarattı. Diğer mahlûkat olarak da gelebilirdik. En büyük Peygamber’e bizi ümmet kıldı. Bunun nasıl? Elhamdü lillâh bir ezan sesiyle dolu bir vatanın içindeyiz. Üst üste nîmetler. Sayamazsınız buyuruyor Cenâb-ı Hak nîmetleri. (Bkz. İbrahim, 34)

Her nîmet ayrı ayrı bir güzellik. Ver gözünü, al dünyayı deseler en basiti, kim değişir?

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin güzel bir şeyi var:

“Dünya ehli için dünya, aldanış içinde aldanıştır. Âhiret ehli için, sâdık kullar için bu dünya, sürur içinde sürurdur.”

En büyük sürur nedir? Cenâb-ı Hak’la;

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek. Her gördüğün manzarada Cenâb-ı Hak’la kalbin buluşması. “Aman yâ Rabbi!..”

Yine buyuruyor:

“Allâh’a muhabbet ise nurdan bir sürur, nur üstüne nurdur.” buyuruyor.

Hak dostları, kendilerine verilen her nîmeti âhiret sermâyesi hâline getirirler; her nîmeti.

Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nin 111. âyetinde:

“Allah mü’minlerden canlarını, mallarını, kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır…” buyuruyor.

İşte ashâb-ı kirâm böyleydi. Yani mal, can; hepsi bir fedâ-yı can hâlindeydi. “Yâ Rasûlâllah! Emret!” diyordu. “Canım fedâ olsun.” diyordu. “Malım da öyle…”

Bir mü’minin merhamet yoksunu olması düşünülemez. Açların, muhtaçların, hastaların, gariplerin, yetim, öksüz, muhâcirlerin… Cenâb-ı Hak bize iki buçuk milyon Tanrı misafiri gönderdi. Onların sesli-sessiz feryatlarına bîgâne kalamaz.

İslâm; nâdan, kendini düşünen insan istemiyor. Diğergâm insan istiyor. Diğergâm insanda bir vicdan seferberliği olur. Cenâb-ı Hak bir kudsî hadiste, kuluna soracak kıyâmet günü:

“‒Ey Âdemoğlu! (Diyecek.) Ben açtım Ben’i doyurmadın (diyecek). Ben susuzdum, Bana su vermedin.” diyecek.

Velhâsıl onu, yani bir zorluğu bildiriyor. Kul da:

“‒Yâ Rabbi! Sen kâinâtı halkeden Sen, her şeyden müstağnîsin.” deyince:

“‒Sen o aç kulumu doyursaydın, susuz kulumun yanında olsaydın, hasta kulumu ziyaret etseydin, onun yanında Ben’i bulacaktın.” (Bkz. Müslim, Birr, 43)

Cenâb-ı Hak:

تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Asla zarar etmeyecek bir ticaret… [Fâtır, 29]) buyuruyor.

Kimler onlar?

يَتْلُونَ: Kur’ân’ı tilâvet eden (yaşayanlar, yaşatan)lar.

Namazlarını (kalp ve beden âhengiyle) kılarlar.

Allâh’ın verdiği nîmetleri alenî (mecburiyet varsa) ve gizli, infak ederler. تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ; umulur ki bunlar kurtuluştadır.” (Bkz. Fâtır, 29)

Velhâsıl bir mü’minin lügatinde “hayır” yok, olmayacak.

Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresi’nde:

قَوْلًا مَيْسُورًا

Hiçbir ikramda bulunacak hiçbir imkânın yoksa onu bir tesellî edeceksin, bir onun gönlünü ferahlatacak…

قَوْلًا مَيْسُورًا

“…Ona güzel bir söz söyleyeceksin.” (Bkz. el-İsrâ, 28)

Mûsâ -aleyhisselâm- bir gün:

“Yâ Rabbi! Sen’i nerede bulayım, nerede arıyayım?” dedi.

Cenâb-ı Hak buyurdu ki:

“‒Ben’i kalbi kırıkların yanında ara, Ben’i orada bul.” buyurdu.

Yani insan, hayvan, nebâtat, hattâ cemâdat (cansız denilen varlıklar) dahî, merhamete muhtaç.

Bugün görüyoruz, savaşlarda ne oluyor Sûriye’de, Irak’ta? Çocuklar ölüyor, kadınlar ölüyor, yaşlılar ölüyor. Hastalar hunharca katlediliyor. Bu, İslâm’da var mı böyle bir şey? Bir müslümanın buna vicdanı elverir mi?

Efendimiz dâimâ, gazveler mecburiyet tahtında yapılırdı. Bir zulmü kaldırmak için yapılırdı. Efendimiz orduları gönderirken de, askerleri gönderirken de:

“Kadınlara dokunmayın, hastalara dokunmayın, çocuklara dokunmayın, ağaçlara dokunmayın, hayvanlara dokunmayın. Size mukâvemet göstermeyenlere dokunmayın, ibadet hâlinde olan, manastırlarda olana dokunmayın.” buyururdu. (Benzeri rivâyet için bkz. Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IX, 85; Ali el-Müttakî, Kenz, no: 30268; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 196)

Yani İslâm, bir savaşta bile bir merhamet tevzii hâlindeydi.

Şu kâinatta, gördüğümüz şu cihanda, tabiat, şu güzellikler, ağaçlar… Bunların hepsi bir, Allâh’ın lûtfu.

Bir düşüneceğiz:

Şu dünyayı Cenâb-ı Hak ağaçsız olarak yaratsaydı diğer gezegenler gibi, ne kadar kuru olurdu.

Demek ki mü’min, tabiata, nebâtâta, hayvanâta zarar vermemekle mükellef. Onları korumakla mükellef.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Vaktiyle bir kişi yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu. İçine indi. Su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün: Bir köpek, diliyle karış karış yalıyor, susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyordu. O kişi kendi kendine dedi ki (çok ibretli):

«‒Bu köpek de tıpkı benim gibi çok susamış.» Bir vicdan muhasebesine girdi. Hemen kuyuya indi. (Eliyle çıkaracak bir şey de yok. Ayakkabısını çıkardı.) Ayakkabısına suyu doldurdu. O şekilde o hayvanı suladı. Allah Teâlâ ondan râzı oldu, affetti.” (Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153)

Allâh’ın rızâsı bazen küçük, bazen orta, bazen büyük (bir şeyde tecellî edebilir). Kahrı da öyle.

Bir Mudar Kabîlesi geldi. Efendimiz bir gördü Mudar Kabîlesi’ni, üzüldü. Rengi kireç gibi oldu. Perişan bir kabîleydi, yarı çıplak.

“‒Bilâl! Ezan oku.” dedi.

Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okudu. Cemaat toplandı. İki rekât bir namaz kıldırdı Efendimiz.

“‒Kimin, neyi varsa getirsin.” buyurdu.

Kimi bir çuvala doldurarak getirdi. Kimi elinde şu kadar, evinde arpa var, arpayı avucuna koyarak getirdi. Efendimiz’in o bembeyaz olan o şeyi, benzi, pembeleşti, tebessüm etmeye başladı. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Demek ki Efendimiz ümmetini ne kadar çok seviyor. Ümmetinin bir ıztırap çekmesini istemiyor. Onun için mü’min, çorak insan değil, rahmet insanı olacak. Yağmur gibi her yerde hayat verecek. Güneş gibi en kuytu yerleri aydınlatacak. Velhâsıl; insan, hayvan, nebâtat onunla hayat bulacak. Bir mü’minin vasfı bu olacak…