Kosova’dan Günümüze Şehîdlik

1998 – Ekim, Sayı: 152, Sayfa: 010

Şehîdlik, zâhirde dünyâ nîmetlerinin en değerlisi olan hayâtı, Allâh yolunda ve severek fedâ etmektir. Lâkin sâdece zâhirî hayâtı fedâ etmek şeklinde anlaşılan şehîdliğin, bir diğer yönü de, vücudhayâtiyyetini devam ettirdiği halde dahî, onun mânen aşılması, zâhirî benliğin -âdetâ- yok edilmesi ve ruhen Rabbe ulaşılmasıdır ki, bu yüksek dereceye -makâm itibârıyle- fenâ fillâh denir.

Bu iki vasfın zirvesinde bulunan Sultan I. Murâd Han, Kosova önlerine geldiği zaman toz dumandan göz gözü görmüyordu. İki rekât namaz kıldıktan sonra, hüzün gözyaşları içinde şu duâyı yaptı:

“Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murâd kulunun günâhları yüzünden çıktıysa, mâsum askerlerimi cezâlandırma!..

Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum.. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin.. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim..

Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram eylesin!. Dilersen o bayram gününde şu Murâd kulun  yolunda kurbân olsun!.. Şehâdet şerbetini içsin!..

Şafak sökerken Osmanlı ordusu, muhârebe nizâmına girdi. Merkeze Sultan Murâd Han, sağ cenâha Şehzâde Yıldırım Bâyezîd, sol cenâha da Şehzâde Ya’kub Çelebi kumanda ediyordu. Baba ve oğulları, tek bir kalb ve tek bir nefes hâline gelmişlerdi. İ’lâ-yı kelimetullâh uğruna şehîdliğe ve gâzîliğe hazırlanmanın heyecanını yaşıyorlardı. Sanki { Anam, babam ve cânım sana fedâ olsun yâ Rasulallâh!..} diyen ashâb-ı kirâmdan bir rüzgâr, Avrupa ortasındaki Kosova ovasını dalgalandırıyordu. Nitekim bu ulvî rüzgârdan bir nefes teneffüs eden Murâd Han, muhârebenin nihâyetinde şehîd olacak, o gün Kosova ovasında kazanılacak destânî bir zaferin temelinde yatan îmân, vecd ve müstesnâ bir gayretin sembolü olarak kıyâmete kadar yaşayacaktır.

Hünkâr’ın yaralandıktan sonra şehîd olmadan önceki son sözleri ise şunlardı:

“İslâm’ın muzafferiyeti, benim şehîd olmama bağlı ise, şehîdlik şerbetini nasîb buyurmasını Cenâb-ı Hakk’dan duâ ve niyâz etmiştim. Demek ki duâm kabul buyuruldu. Allâh’a hamd ve senâ olsun! İslâm askerlerinin zaferini gördükten sonra hayâtım son bulmaktadır!

Ben artık sizleri, muzaffer askerlerimi ve devletimi Mevlâ’ma emânet ediyorum..”

Bu sözlerinin ardından Sultan Murâd’ın temiz nâşı, şehâdetin mübârek kanlarına bürünerek, ilâhî ve ebedî yolculuğa sefer etti!..

Bugün, Balkan ülkelerinde var olan bütün müslüman halkların mevcudiyeti, ilk Osmanlı fütuhâtı ve iskân siyâsetinin bir eseridir.

Oradaki ahâlî ise, bugün bize Osmanlı’nın bir emânetidir. Bizler gibi onlar da evlâd-ı fâtihândır. Onların bulundukları yerlerde muhâfaza olunmaları zarurîdir. Zîrâ ezân sadâsı, Avrupa’da onlarla devam edegelmektedir.

Kosova, Avrupa ortasında İslâm’ın ilk karakoludur.

Kosova, Murâd Han’ın mübârek kanı karşılığında bize pahalıya mâl olmuş mukaddes bir mîrâsdır. Merhûm Âkif bu mîrâsı ne kadar güzel hatırlatır:

Nerde görsem çıkıyor karşıma bir kanlı ova…

Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!

Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın?

Hani sînende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın?

Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd?

Âh o kurbân-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyd?

Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını:

Yok mudur sende Murâd’ın iki üç damla kanı?..”

…….

Basacak mıydı fakat göğsüne Sırp’ın çarığı?

…….

O günkü Sırp ile bugünkü Sırp aynıdır. Zaman farkından başka değişen hiçbir şey yoktur.

Yılanların şâha kalktığı günümüzde yüreğimiz Sultân Murâd Han’ın Kosova’daki yetîmlerine ne kadar uzanabilmektedir? Kırık kanatlı bir kuş gibi çırpınan o mazlûm kardeşlerimize gönlümüzde ne kadar yer ayırdık? Elimizdeki imkânları ne kadar paylaşabiliyoruz? Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in:

“Mü’minlerin, birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte bir vücûd gibi olduklarını görürsün!. (Bu vücûdun herhangi) bir uzvu muzdarip olduğu takdîrde diğer kısımları da uykuyu kaybedip ateşler içinde onun ızdırabını duyarlar.”

“Mü’minler, birbirlerine kenetlenmiş (cüzlerden meydana gelmiş) bir binâ gibidirler.” hadîs-i şerîfleri muktezâsı olarak biz mü’minlerin, kalbi ve nabzı tek olan bir insanın kalbi ve nabzı gibi olmamız îcâb etmez mi? Sürûrlarımızın müşterek olması gerektiği gibi elemlerimizin de müşterek olması ve paylaşılması gerekmez mi? Bugün Kosovalıya yapılan bu zulüm, İslâm’ın bağrına saplanan bir hançer değil midir?

 Bugün, Kosova’nın, Bosna’nın vâris-i tabiîsi olan bizler, bir nefis ve tarih muhâsebesine mecbûruz!.

 Ülkemizde yüz yıla yakın zamandan beri, ecdâdımızın bize bıraktığı mukaddes mîrâsı reddedişimizin ve onların hâtıralarını rencide edecek çirkin üslûbun hazîn âkıbeti gözler önündedir!.

 Silkinip tarihimize dönmeye mecbûruz. Bosna ve Kosova fâciası gibi ibretli hâdiseler, hamdolsun bugün bize bir kısım nâdânın “gömdük” diyerek övündüğü Osmanlı rûhunu yeniden hatırlatmakta ve bizi, O’nun emânetine sahip çıkmaya doğru zorlamaktadır!.

Gerçekleşmekte olan yeni bir uyanış ve dirilişin gelecek hesâbına va’d ettiği bereketli azmin şanlı cengaverlerine ne mutlu!.

Sultân Murâd Han, millî ve dînî târihimizdeki emsalsiz ferâgat-i nefs, fedâkârlık, îmân şuûru ve bunların neticesi şehîdlik olan sayısız mefâhirimize sadece tek bir örnek olarak seçilmiştir.

Zamanımız, kahır tecellîlerinin gâlib göründüğü bir zaman olmasına rağmen, tabîatta milyonlarca çakıl taşı arasında barınan müstesnâ mücevherler gibi, asîl rûhların ve mâneviyyat kahramanlarının mevcûdiyyetinden bugün de şüphe edilemez.. Bunlardan biri de, bu gerçeği rûhunu kemâle erdirerek asîlâne ölümüyle isbât etmiş olan Şehîd Binbaşı Bedri Bey’dir!

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in “mûtû kable en temûtû” (Ölmeden evvel ölünüz!) emr-i Peygamberî’sinde ifâdesini bulan gerçek şehâdetle de mücehhez bulunan Şehîd Binbaşı Bedri Bey, her iki şehâdeti de kendisinde cemetmiş bahtiyarlardandır.

O Bedri Bey ki, dîne yabancılaşmış ve maddenin zebûnu olmuş bir vasat içinde yetişmiştir. Böyle olduğu halde, Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ bir himâyesi ile o, rûhunu, fikrî ve fiilî kirlenmeden koruyabilmiş ve temiz fıtratının muktezâsınca şerefli bir hayât yaşamıştır.

Zamanımızdaki amansız anarşi fesâdı karşısında Allâh -celle celâlühû- yolunda vatan ve millet için canını seve seve fedâ eden Binbaşı Bedri Bey’in rûhî derinliğini ifâde eden, annesine, hanımına ve bir arkadaşına yazmış olduğu mektublar, bir müslümanın mânevî ufkunu teşhîs etmeye ve O’nun mânevî mertebesini ve ölümündeki asâleti ifâdeye kâfîdir.

Binbaşı Bedri Bey, şehâdetinden kısa bir müddet evvel annesine yazdığı mektubunda diyor ki:

Vâsıyyetimdir

Canım Anneciğim,

Her şeyimi, ama her şeyimi sana borçluyum.

Hep sana hizmet etmeyi, yanında kalmayı, sana hürmet etmeyi, güzel kokunu koklamayı arzuladım. Çok az kısmet oldu. Bu dünyâda sana doyamadım.

Anneciğim, dünyâyı sevemedim, tat da alamadım. Allâh’ın emir ve rızâsına aykırı her şey beni rahatsız etti.    Elhâsıl dünyâ bana küstü, ben de ona.

Bilmiyorum, ama zannediyorum senin duâlarının bereketiyle ömrüm uzun olur. Eğer sen veya ben önce gidersek, önce giden kucağını açıp beklesin! Elbette kavuşacağız. Saçından bende bir tutam var. Onu yanımda taşıyorum. Ölürsem, Allâh’ın izniyle bu, kahramanca bir ölüm olacaktır. Saçının telleri, yanımda kalsın. Sakın ağlama! Bil ki, göğsümde Kur’ân var! Kalbimde îmân ve dudaklarımda da son olarak Allâh’ın zikri olacak_ Gönlün müsterih olsun!

İbâdetlerimin, zikirlerimin hepsini bağışladım. Elimde bir şey kalmadı. Rabbimin huzûruna bomboş gidiyorum. Fakat O’nun gufrânının beni sımsıkı kuşatacağını umuyorum.

Sana başka ne yazayım, evvel gidene selâm olsun!..

Oğlun Bedri

Binbaşı Bedri Bey, bu mektubunda yalnız zâhirî hayâtından, benliğinden değil, Allâh yolunda kazandıklarından bile, onları başkalarına bağışlayarak vazgeçtiğini ve Rabbine “HÎÇ”leşmiş bir hâlde teveccüh ettiğini, rûh kahramanlarını imrendirecek bir tevâzû ve asâletle ne güzel ifâde ediyor!

O’nun bu asîlâne şehâdeti, insanlığın ekseriyetle kuvvete râm olup nefsin girdap ve sultasında yaşamakta olduğu günümüzde, böyle mânâ cengâverlerinin de mevcûd olabileceğine en bâriz bir misâl teşkîl etmektedir. Bu, “Olmeden evvel ölmek” sırrının açık bir nişânesidir.

Bu asîl rûhun, yine şehâdetinden kısa bir müddet evvel hayat arkadaşı, iffet timsâli hanımına yazmış olduğu mektubunun bir bölümü şöyledir:

Vasıyyetimdir

        ……..

Şimdi ayrılık vaktidir…

……..

Ben inancımın diyetini ödedim. Sizler de benim rüzgârımda sürüklendiniz. İyi ettim; îmânlı, inançlı, devlete ve millete hizmetle dopdolu bir hayat yaşadım. Onlar beni boğmak istediler, ben de onlarda ölümcül yaralar açtım. Çileli bir hayattı bu! Bu hayatı birlikte yaşadık. Beni anlayabildiniz mi, bilemiyorum?

“Sana arkamdan ağlama!” demiyorum. Seven sevdiği için elbette ağlar. Fakat müsterih ol; inancını hiç yitirme!..

Haram lokma yemediniz. Yedirmedim.

Çocuklarımıza hep tatlı sözler söyle!. Namaz kılmaları için teşvîk et! Onlar, Allâh ın izni ile hayırlı insanlar olurlar.

Ben senden râzıyım. Allâh da râzı olsun!. Allâh bana cennet nasîb ederse, seni de yanıma versin. İffetin, namusun ve hanımefendiliğinle benim için her zaman bir yıldızdın. Allâh nasîb ederse, tekrar görüşürüz; ama dünyâda, ama âhırette!..

Hakkınızı helâl edin!..

Evin Babası

Bu Hakk âşığı azîz şehîd, malın, mülkün, evlâdın, hâsılı bütün herşeyin bir emânet olduğunu, derin bir vecd ve hissiyât yüklü kelimelerle ne güzel ifâde etmektedir!. Zîrâ o biliyordu ki, rızâ-yı ilâhiyyeyi tahsîl ve cenneti satın alma mekânı dünyâdır. Bunun da, nefsin ve malın fedâ edilmesi ile mümkün olduğunu âyet-i kerîme ne güzel ifâde etmektedir:

“Allâh mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrât’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da Allâh üzerine bir vaaddir. Allâh’dan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişinizden dolayı sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)

Şehîd Binbaşı Bedri Bey, gönül ve silâh arkadaşı Hulûsî Bey’e yazdığı mektubunun bir bölümünde ise, -âdetâ- kardeşlikte hubb-i fillâh (Allâh için sevmek) tecellîsinin müşahhas bir nümûnesini sergileyerek şöyle demektedir:

Azîz Dostum,

Cânım ağabeyim,

……..

Şimdi sen, bir îmân kal’ası gibi hudûdları bekliyorsun. Sızmak isteyen kahpelerin yollarını kesiyorsun.. Dağlarda koyunu, kurt kapmaya yeltenemiyor. {REF Allâhü Ekber} seslerini, ben burada Allâhüekber Dağı’ndan duyar gibi oluyorum..

Ama ben bomboşum! Gönül kapımda bekleyenim yok! Küpümden bal sızmıyor.. Sürülerim yağma olmuş! Kovanlarım bal yapmıyor! Sadece Allâhüekber Dağı yankı veriyor!.. Allâhü Ekber! Allâhü Ekber!..

Yollar duman duman hasret;

Gönlüm, alev alev hasret;

Dağlar, ağaç ağaç hasret!..

Allâh’ın selâmı üzerine olsun!..

Kardeşin Bedri

Mevlânâ -kuddise sirruh-, aşağıdaki feryâd ve figânlı rubâîsinde, sanki Hakk âşığı Bedriler üzerinden esen rüzgârla konuşur:

“Ey seher rüzgârı! Bize haber ver; sen gittiğin yolda o alev alev yanan, o ateş dolu, o sevdâ dolu gönlü gördün mü? O gönül, yüzlerce yalçın kayaları, mermer ve graniti, ateşi ile yaktı ve eritti.”

Mevlânâ -kuddise sirruh- diğer bir rubâîsinde de, âşıkların ölümünün sonsuzluk deryâsında ilk merhale olduğunu, oradan hakîkî ölmezliğe geçileceğini ne güzel anlatır:

“Ömür tükendi ise, Allâh -celle celâlühû- başka bir ömür verdi. Geçici ömür bitti ise, işte tükenmeyen ölümsüz bir ömür!.. Aşk hayat suyudur. Bu suya dal; bu aşk denizinin her damlasında bir başka hayat, başka bir ömür var!..”

Her varlık, maddî ve mânevî hayâtını ancak kendi tab’ına uygun bir mekânda idâme ettirebilir. Hakk âşıkları da, rûhâniyet-i Muhammediyye’den in’ikâs eden fuyûzâtla gıdâlandıkları için, ayrı bir tecellî ile ikrâmlanır ve o ikrâm âlemine kanat açarlar!.

Cenâb-ı Hakk, gerçek şehîdlere olan ikrâm-ı ilâhîyi Kur’ân-ı Kerîm’inde ne güzel ifâde buyurur:

“Allâh yolunda öldürülenlere ölüler demeyin! Bilâkis onlar, diridirler; lâkin siz anlayamazsınız…” (el-Bakara, 154)

Hakk âşıkları ve Hakk şehîdleri ölmezler. Onlar, ölümlerinden sonra daha diri ve daha zinde yaşarlar.

Ölüm, böyle yüce rûhlara, vuslat-ı ilâhiyyenin ilk tebessümüdür.

Bedri Bey de, katıldığı şehîdler kâfilesiyle birlikte ölmeyecek, milletimizin hem târihinde ve hem de gönlünde bir süreyyâ yıldızı gibi ebediyyen parlayacaktır. O, bu asîl ölümü ile, yıllardan beri ifsâd edilen milletimizin bazı müstesnâ fertlerinde eski ve asîl benliğin muhâfaza edilegeldiğini isbat etmiştir. Binbaşı Bedriler ölmez! Sadece dünyâ değiştirirler. Ama bu kadar gayr-i müsâit şartlarda bile Binbaşı Bedri Beyler yetiştirebilen milletler de ölmez!

Şu bir gerçektir ki, Rabbine kul olan, kullara ve nefsine esir olmaz. Nasıl bir arslan için kafes düşünülemezse, bir mü’min için de esâret düşünülemez! Bir mü’min, zindanın en ücrâ köşesinde prangalar ve kelepçeler içinde olsa dahî yine o mü’min esîr değil, hürdür… Çünkü Rabbinin te’mînâtı altındadır. Başı gövdesinden ayrılır, yine de esîr olmaz! Çünkü Rabbine râm olmuştur. Zîrâ Allâh Teâlâ, kendisine râm olanı başkasına esîr etmez! Onlar, cellatlarından daha uzun ömürlü olurlar. Belki Allâh -celle celâlühû-, onların mânevî ömürlerine sonsuzluk bereketi verir. Böylece, bu mânen lâ-yemût (ölümsüz) gönül erleri ile kıyâmete kadar devâm edecek “ölümsüzler silsilesi”, târihin şân ve şeref sayfalarını doldurur.

Târihin bütün altın sayfaları şâhiddir ki, mânevî büyüklerin, Allâh yolundaki cengâverlerin, ebediyyete dek ömürleri vardır.

Yâ Rabb! Kosova’nın mübârek şehîdi büyük cihangir Sultân Murâd Han’ın ve zamanımızın şehîdlerinden Binbaşı Bedri Bey gibilerin rûhâniyetlerinden, husûsiyle dîn gayreti ve fetih hamlelerinden yirmibirinci asra girerken sahipsiz kalan evlâd-ı fâtihâna bir nasîb ile imdâd eyle! Evlâd-ı fâtihânın mâruz kaldığı zulümleri ve çektiği çileleri sürûra inkılâb eyleyip zaferlerle dolu hakîkî bayramlar ihsân eyle! Yâ Muîn!..

Âmîn!..