Korku ve Ümit Arasında

Yıl: 2013 Ay: Nisan Sayı: 98

Allah Teâlâ, Dâvûd -aleyhisselâm-’a şöyle vahyetti:

“–Ey Dâvûd! Sıddıkları korkut. Fâsıkları müjdele!”

Dâvûd -aleyhisselâm- (aldığı bu ilâhî emrin derûnundaki hikmeti kavrayamadığından, büyük bir hayret içerisinde şöyle sordu):

“–Yâ Rabbi! Sıddıkları müjdeleyip, fâsıkları korkutmam gerekmez miydi?”

Cenâb-ı Hak yine şöyle vahyetti:

“–Ey Dâvûd! Sıddıkları korkut ki, kendi amellerine güvenerek mağrur olmasınlar. Fâsıkları müjdele ki, rahmetim gazabımdan çoktur.”[1]

Her şeyden evvel şunu unutmamak îcâb eder ki, kulun işlediği sâlih ameller, ebedî kurtuluşun bir bedeli değil, sadece bir vesîlesidir. Zira insanı amel-i sâlih işlemeye muvaffak kılan da, bütün eksikliklerine rağmen onları kabul eden de Cenâb-ı Hak’tır. Burada kula düşen vazife ise, yaratılışının îcâbı olarak bir ömür “kulluk” istikâmetinde yaşamak ve dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmektir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“…Allâh’a, korkarak ve (rahmetini) ümîd ederek duâ edin. Muhakkak ki ihsan sahiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A’râf, 56)

Bu bakımdan, ebedî saâdet ve selâmetin yolu, Allâh’a duyulan korku ve ümit duygularını kalpte âhenk içinde muhâfaza etmekten geçer. Zira seven, dâimâ sevdiğini incitme korkusuyla ve onun muhabbetini kaybetme endişesiyle yaşar. Mü’min de Allâh’ın muhabbetini kaybetmekten korkmalı, fakat O’nun rahmetinden de ümitvâr olmalıdır.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“…Rahmetim her şeyi kuşatmıştır…” (el-A’râf, 156)

Fahr-i Kâinât -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, bu âyeti tefsîr sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ varlıkları yarattığı zaman, kendi katında Arş’ın üstünde bulunan kitâbına: «Rahmetim gerçekten gazabıma gâliptir!» diye yazmıştır.” (Buhârî, Tevhîd, 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe, l4-l6)

Fakat Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin gazabından çok olması, insanda aslâ bir rehâvete yol açmamalı, dînî konularda kendisine en ufak bir gevşeklik vermemelidir. Zira bilinmelidir ki Cenâb-ı Hak, “Rahmân” ve “Rahîm” olduğu kadar, “Kahhâr” ve “Müntakim[2]”dir.

Peygamber Efendimiz’in gönderiliş hikmeti de insanoğlunu sadece cennetle müjdelemek değil, müstesnâ bir hayat muvâzenesi içerisinde yaşaması için, âhiret azâbıyla da îkâz etmektir. Bu hakîkat âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“Ey Peygamber! Biz Sen’i hakîkaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı (ikaz edici) olarak gönderdik.” (el-Ahzâb, 45)

Yani bir kimse, fısk u fücûr denizinde nefsini tatmin arzusuyla yol alıyor ve; “Nasıl olsa Rabbimin merhameti geniştir, beni affeder!” diyerek kendisine hoş gelen günah fırtınaları içinde çalkalanıyorsa, varacağı son nokta saâdet limanı olamaz. Fakat büyük bir gönül yangını içinde tevbe ve istiğfâr edebilirse durum değişir. Zira hadîs-i şerîfte şu müjde vârid olmuştur:

“Allah Teâlâ gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için geceleyin kapısını açar. Geceleyin günah işleyenin tevbesini kabul etmek için de gündüz boyu kapısını açar. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar bu böyle devam edip gider.” (Müslim, Tevbe, 31)

Yani fâsıkların, mücrimlerin ve günahkârların da yegâne sığınak, barınak ve dayanağı Cenâb-ı Hak’tır.

Diğer taraftan bir mü’min, ebedî saâdet ve selâmeti için aslâ ibadetlerine ve yaptığı sâlih amellere güvenmemeli, dâimâ Allâh’ın rahmetine sığınmalıdır. Nitekim bir defasında Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, ashâbına şöyle buyurmuşlardı:

“–(İşlerinizde) orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiç biriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.”

(Ebedî kurtuluşun sadece amelle kazanılamayacağı hakîkati, ashâb-ı kirâmı o kadar hayrete düşürdü ki, bu konuda Peygamber Efendimiz’in bir istisnâ teşkil edip etmediğini merak ederek:)

“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle cevap verdi:

“–(Evet) ben de kurtulamam. Şu kadar var ki Allah rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” (Müslim, Münâfikîn 76, 78)

{

“Rab’lerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri ürpererek yapanlar var ya, işte hayır işlerine koşan ve hattâ bunun için yarışanlar onlardır.” (el-Mü’minûn, 60-61) âyetleri nâzil olduğunda Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz Allah Rasûlü’ne:

“–Âyette zikredilenler, zinâ, hırsızlık ve içki gibi haramları işleyenler midir?” diye sormuştu. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdular:

“–Hayır ey Sıddîk’ın kızı! Âyette anlatılmak istenenler, namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka verdiği hâlde, bu ibadetlerinin kabûl olup olmadığının endişesiyle korkanlardır.” (Tirmizî, Tefsîr, 23/3175; İbn-i Mâce, Zühd, 20)

Cenâb-ı Hakk’ın, kullarından istediği bu gönül hassâsiyetinin diğer bir misâlini Kâsım bin Muhammed -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır:

“Sabahleyin dışarı çıktığımda önce (halam) Hazret-i Âişe’nin evine uğrar ve kendisine selâm verirdim. Bir gün yine evine gittiğimde, nâfile namaz kılıyor ve:

«(Müttakîler şöyle derler: Şükürler olsun ki) Allah bize lûtfetti de bizi, o kavuran ateşten korudu.» (et-Tûr, 27) âyetini okuyordu. Kıyâmda duâ ediyor, ağlıyor ve bu âyeti tekrar edip duruyordu. Yoruluncaya kadar bekledim, daha sonra da bâzı ihtiyaçlarımı karşılamak üzere çarşıya gittim. İşlerimi bitirip döndüğümde Âişe -radıyallâhu anhâ- aynı vaziyette ayakta duruyor, namaz kılıyor ve ağlıyordu.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 31)

Zâhir ve bâtında zirve bir şahsiyet olan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin, kardeşi Mahmud Sâhib’e yazdığı mektupta buyurduğu şu mütevâzi ifâdeler de ne kadar mânidardır:

“…Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri (lâyıkıyla) tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum. Sen ise beni kendinden daha hayırlı görüyorsun! Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümîdini kesme! Zira Allah Teâlâ’nın fazl u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinlerin amelinden daha hayırlıdır.” (Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s: 138-139, no: 28)

Velhâsıl Allâh’ın rızâsından mahrum kalarak ilâhî gazaba dûçâr olma korkusuyla beraber O’nun rahmet ve mağfiretine nâil olabilme ümîdi, mü’minin gönül dünyasını dengede tutan artı-eksi kutupları gibidir. Bu denge bozulduğu zaman, makbul bir kulluk hayatından söz etmek mümkün değildir. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Eğer mü’min, Allâh’ın azâbının şiddet ve keyfiyetini bilseydi, Cennet ümîdine kapılmazdı. Kâfir de Allâh’ın rahmetini tam olarak idrâk edebilseydi, O’nun Cennet’inden aslâ ümîdini kesmezdi.” (Müslim, Tevbe, 23)

Bu itibarla bir kul, yapmış olduğu amellerine güvenerek âhireti hususunda kendisini hiçbir zaman mutlak bir emniyet içinde görmemelidir. Zira mutlak emniyet duygusu, kişinin, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i ilâhiyyesinden “Kahhâr” sıfatını hafife alması veya ilâhî azâbı küçümsemesi mânâsına gelir.

Buna mukâbil bir kul ne kadar günahlara dalmış olsa da mutlak bir yeise kapılarak Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Zira mutlak yeis, ilâhî af ve mağfireti küçümseme mânâsına gelir ki, bu da Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini inkâr etmektir. Bu sebeple kul, büyük bir nedâmet içerisinde hemen tevbe ve istiğfâr ile Rabbine yönelmelidir. Zira ömür, metrajı belli olmayan bir makara gibidir ki, ne zaman biteceği meçhuldür. Hayırlı amelleri erteleyenler hakkında ise; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” buyrulmuştur.

Cenâb-ı Hak, his ve fikirlerimizi rızâsıyla te’lif eylesin. Sâlih kullarına lûtfettiği korku ve ümit dengesini gönüllerimize ihsan buyursun…

Âmîn…


Dipnotlar:

[1] Darîr Mustafa Efendi, 100 Hadis 100 Hikâye, syf. 166, Haz. Doç. Dr. Selahattin Yıldırım-Dr. Necdet Yılmaz, Dârulhadis, İstanbul, 2007.

[2] Suçluları lâyık ve müstahak oldukları şekilde cezâlandırarak intikam alan.