Kader ve Teslîmiyet

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2015 Ay: Ocak Sayı: 119

KADER SIRRI

Kader, îmân esaslarımızdan biridir. Rabbimiz’in ilim ve kudretinin sonsuzluğunun îcâbı olan kader sırrını akılla idrak ve îzah edemeyiz. Bu noktada, insanın; acziyetini ve hiçliğini idrâk edip teslîmiyetin sükûnuna dalarak, îmânın huzuruna ermesi îcâb eder.

Kader, bilinmez bir sırdır. Ancak insan, mükelleftir. Doğru, güzel ve iyi olanı yapmak, ilâhî tâlimatlara itaat içerisinde bir ömür yaşamakla mükelleftir.

İnsan; vazifesini bırakıp, kaderi, geleceği kurcalamakla meşgul olursa, vazifesini bırakmış, haddini aşan işlerle iştigal etmiş olur.

Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sin­de şu kıssayla bu beyhûde gayrete güzel bir misal verir:

“Bir adam Musa -aleyhisselâm-’a gelerek;

«–Ey Kelîmullah! Bana hayvanların dillerini öğret! Onların sözlerini anlayayım da hâllerinden ibret alayım; azamet-i ilâhiyyeyi idrâk edeyim!..» dedi.

Hazret-i Musa ona dedi ki:

«–Sen bu hevesten vazgeç; gücünün üzerindekileri öğrenmeye kalkma! Bir karınca, gölden, hacminin üzerinde su içmeye kalkarsa, boğulup helâk olur. Yani sana takdir edilen bilginin ötesini zorlama! Zira bunun birçok tehlikeleri vardır!

Sen kâinattaki ilâhî saltanattan aklının yettiği kadar ibret almaya bak! Kalbini Allâh’a yönelt! Bil ki ilâhî tecellîlerin sırları selîm bir kalbe âşikâr olur!»

Bunun üzerine adam;

«–Hiç olmazsa kapı önünde yatıp duran ev bekçiliği yapan köpek ile kümes hayvanlarının dillerini öğret!» dedi.

Ne yapsa, adamı istediğinden vazgeçiremeyeceğini anlayan Musa -aleyhisselâm-, onun son talebini kabul etti. Ancak;

«–Aklını başına al; bu sır okyanusunda boğulma!» diye îkazda bulundu.

Adam sabahleyin;

«Bakalım sahiden şu hayvanların dillerini öğrendim mi?» diye denemek için kapı eşiğinde durup bekledi.

O sırada hizmetçi kadın, sofra örtüsünü silkelerken bir parça bayat ekmek yere düştü. Orada bulunan horoz, bu ekmek parçasını hemen kaptı.

Köpek ona;

«–Sen bize zulmettin! Çünkü sen buğday tanesi de yiyebilirsin. Hâlbuki ben yiyemem! Niçin benim nasibim olan şu parça ekmeği kapıyorsun?» dedi.

Horoz ise köpeğe;

«–Dert etme! Yarın ev sahibinin atı ölecek, sen de doya doya et yersin!» dedi.

Horozun, gāibden bir haber verdiğini zanneden ev sahibi bu sözleri duyunca, hemen atını sattı. Horoz da, köpeğe karşı mahcup oldu.

Horozla köpeğin bu menfaat çatışması art arda üç gün devam etti. Birinci gün at, ikinci gün katır ve üçüncü gün kölesinin öleceğini, horozun konuşmasından öğrenen efendi; ölmeden evvel atını sattığı gibi, katırını ve kölesini de -uyanıklık yaptığını düşünerek- satıp elinden çıkardı. Böylece köpek, hiçbirinden umduğu menfaate kavuşamadı. Horoz her seferinde köpeği kandırmış oldu. Olanlar yüzünden üç defa mahcup hâle düşen horoz, nihayet dördüncü gün köpeğe dedi ki:

«–Gerçek şu ki, o açıkgöz efendi güya malını kaçırdı. Fakat bu davranışı ile kendi kanına girdi. Artık yarın kendisi ölecek! Mîrasçıları da feryâd ü figan edecekler. Bir öküz kesilecek, bundan herkes istifade edecek; biz de, sen de!..

Atın, katırın ve kölenin ölümleri, bu ham adamın başına gelecek kötü kazanın siper ve kalkanı idi. Fakat o, malın ziyanından ve zarara uğramak derdinden kaçtı da kendi kanına girdi.»

Ahmak adam, horozun bu lâflarına kulak kabarttı. Duyduğu hakikat karşısında beti-benzi sarardı. İçine müthiş bir kor düştü. Soluğu Hazret-i Musa’nın yanında aldı ve ona;

«–Ey Kelîmullah! Feryâdıma yetiş ve ıstırabımı dindir!» diye yalvarmaya başladı.

Musa -aleyhisselâm- dedi ki:

«–Sen boyunu aşan işlere girdin. Şimdi de çıkmazlarda dolaşıyorsun. Sen o hayvanları satmakla kazançlı çıkacağını mı sanıyordun? Sana kader ve kazanın sırrını zorlamamanı ısrarla söylemiştim.

Akıllı kişiye, sonda görülecek şey önceden görünür; ahmağa da sonunda!.. Lâkin iş işten geçmiş olur. Madem ticaret ve satış işinde usta oldun; şimdi de canını sat da kurtul!»

Adamın büyük bir pişmanlıkla yalvarması üzerine Hazret-i Musa -aleyhisselâm-;

«–Ok yaydan fırlamış artık! Onun geriye dönmesine imkân yoktur. Ancak lütuf sahibi Hak’tan dilerim ki, ölürken îmanlı gidesin!» dedi.

Musa -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti. Böylece adamın canı mukabilinde îmanla göçmesi, Kelîmullâh’ın duâsı bereketiyle müyesser oldu. Ayrıca Allah Teâlâ, Hazret-i Musa’ya;

«–Yâ Musa! Dilersen onu dirilteyim…» buyurunca Hazret-i Musa;

«–Yâ Rab! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Sen onu öbür dünyada, o aydınlık ve yüce âlemde dirilt! Çünkü orası ebedîdir, kaza ve kaderin esrârının ortaya çıktığı bir yerdir!» dedi.”

Hikâyede, mahlûkātın lisânını, dolayısıyla hâdisâtın sırlarını öğrenmeye çalışan insan, ehl-i dünyayı temsil eder.

Ehl-i dünya bilmez ki;

Kaderin bir sır olması, yani insan için geleceğin, meçhullerle dolu olması aslında bir rahmettir.

Kader mevzuunda idrâke en güçlü çare;

TESLÎMİYET

Kader-i küllî var, kader-i cüz’î var.

Kader-i küllî bir sırr-ı ilâhîdir. Ancak cennette, ehl-i cennetin bir kısmına nasîb olacaktır. Bizim için aslolan cüz’î irademizi Hak yolunda kullanabilmek, Cenâb-ı Hakk’a yakın dost bir kul olabilmek.

Yani;

Kader-i küllîde bizim bir dahlimiz yok. Anamız ve babamızı, doğduğumuz ve yaşadığımız yeri biz tayin etmedik. Fakat bu kader-i küllî içinde Cenâb-ı Hak bize cüz’î bir irade verdi. Bizim mes’ûliyetimiz orada. O da, herkesin tâkati kadar.

Beşer tâkati, bu dünya şartlarında kader-i küllîyi idrâke yetmez. Bu sebeple aklın huzur ve sükûnu, ancak küllî kadere teslîmiyet bağlılığı gösterebildiği nisbettedir. O bağlılık, kalbi de aklı da huzur ile doldurmaya kâfîdir. Teslîmiyetin ötesinde kul, ne yapsa boş.

Çünkü;

Beşer idrâkinin çok ötesinde olan kaderin sırrı, ancak cennet ehlinin yüksek seviyedeki bir kısmına keşfolunacaktır.

Bir gün Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’a bir kimse yol arkadaşı olmuş. Beraber giderlerken bu kimse, bir köşede bazı kemikler görmüş ve Hazret-i İsa’ya yalvarmış:

“–Ne olur yâ İsa! Bildiğin «ism-i âzam»ı bana da öğret de bu kemikleri diriltip kaldırayım.”

Hazret-i İsa ise cevaben;

“–O iş senin kârın değildir. «İsm-i âzam»ı okuyup ölüyü diriltmek için yağmurlardan daha temiz bir nefes sahibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, pâk bir lisan ve temiz bir kalp ister. Yani öyle bir kimse ki, nefsi haram ile mülevves olmasın ve melekler gibi isyan ve günahtan pâk olsun. Çünkü bir kimsenin nefsi pâk olursa; o kimsenin duâsı makbul olur. Hak Teâlâ o kimseyi hazinelerinin emîni eyler.

Meselâ farz edelim ki, sen, Hazret-i Musa’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Musa’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderhâ yapabilesin ve onu zaptetmeye kādir olabilesin?!. Hattâ Musa’nın asâsı ejderhâ olunca kendisi bile korkmuştu da Cenâb-ı Hak ona;

«Korkma yâ Musa!» (en-Neml, 10) buyurmuştu.

İşte bunun gibi, sende İsa’nın nefesi yokken «ism-i âzam»ı okuyup ezberlemenin sana ne faydası olur ki!” dedi.

Fakat gafil, yine durmadı ve;

“–Yâ İsa! Bu istîdat bende yoksa bari sen o kemiklerin üzerine oku!” dedi.

Hazret-i İsa, bu ahmağın sözlerine karşılık olarak;

“–Yâ Rabbî! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece cidâle meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor. Hâlbuki ona düşen, asıl ölü olan kendisini ihyâ etmek. Kendisini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne gaflettir!” diyerek hayretini ifade etti.

Bu tezâdın bir başka manzarası şu menkıbede tezâhür etmiştir:

Dâimâ uhrevî bir keder ve hüzün içinde bulunmasıyla tanınan Necmeddin Kübrâ Hazretleri bir gün talebeleriyle birlikte bir cenâzenin defnine iştirâk etti. İmam; mevtâya telkin verirken, bu Hak dostu hiç yapmadığı bir şeyi yaptı ve güldü. Bu duruma şaşıran müridlerinden biri cesaret edip sordu:

“–Efendim, sizin hiç güldüğünüze tesadüf etmemiştik. Bu cenâzede gülmenizin hikmeti nedir?”

Necmeddin Kübrâ Hazretleri, tebessüm ederek şu açıklamada bulundu:

“–Evlâdım, usûle göre diri, ölüye telkin verir. Fakat burada tersi oldu. Telkin veren kimsenin kalbi gafil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gafil birinin, kalben diri olana telkin vermesine taaccüb ettim.”

Bu kıssaların hissesi, kalbe dikkat çekmek…

Mesaj açık: Seni ilgilendirmeyeni bırak, yaratılış gayen olan, kalbi ihyâ edecek gayretlerle meşgul ol.

Hulâsa;

Kâmil bir mü’min; Rabbinin kendisine takdir ettiğinin, kendisi için en hayırlısı olduğu bilip haddini aşmamalıdır. Elde edemedikleri için perişan olmak ve sızlanmak yerine; elindekilere şükretmeli, hâline râzı olmalıdır. Ne fânî hayatın yaldızlarına kanmalı, ne de elde edemediklerine hasretle yanmalıdır. Böyle bir hamâkatten, sefâletini saâdet zannetme ahmaklığından Hakk’a sığınmalıdır. Cefâlar içinde saklı safâyı, külfet içinde gizli nimeti görerek huzurunu muhafaza etmelidir.

Eğer bu meselede insanoğlu gaflet ederse, hayrı ve şerri düşünmez hâle geliyor. Bilhassa;

OLMASA DA EVLÂT İSTERKEN…

Kimileri;

Sadece ve illâ çocuğu olması için çırpınıyor. Hayır mı olacak, şer mi olacak, bedbaht mı olacak ya da mümkün mü, değil mi, hiç umursamıyor. Çocuğu olsun da gerisi mühim değil, bir şekilde kolay, gözüyle bakıyor.

Elbette doğru sebeplere sarılmak makbul, fakat murâd-ı ilâhîye aykırı düştüğü hâllerde kadere rızâ göstermeyip gāfilâne bir ısrar, âdetâ Hakk’a karşı inat, insanoğlunu harap ve helâk etmekte.

Hâlbuki;

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu hususta tâlim buyurduğu edep; neticeye, ancak kadere ve hayra göre yöneliştir. Mâlûm, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok sevdiği hâlde Hazret-i Âişe Annemiz’den çocuğu yoktur. Hazret-i Hatice’den sonra Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en yakın annemiz o olduğu hâlde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ondan illâ evlâdı olması bahsinde ısrarcı bir duâ hâlinde olmamıştır. Âişe Annemiz’den de bu hususta rızâ-yı ilâhî sınırlarını aşan herhangi bir endişe sâdır olmamıştır.

O güzel nümûnelere rağmen;

İllâ çocuk olsun diye endişeden endişeye sürüklenenler, ilâhî kaderin acı virajlarında perişan oluyor ve hayırdan mahrum neticelerin kıskacında rûhen bir ibret harâbesine dönüyorlar.

Hâlbuki;

Çare, Peygamber Efendimiz’in ve Âişe Annemiz’in teslîmiyet ve rızâsına edeple sarılmak. O zaman zâhirde ve bâtında rûhen bir huzur kitâbesi meydana geliyor.

Elbette;

Bu kıvam için, Kur’ân ve Sünnet tahsili şart:

KUR’ÂN, İHMALE GELMEZ!

Lâkin ne yazık ki;

Birçok anne-baba Kur’ân eğitimini ihmal ediyor. Üstelik;

«–Çocuğum istikbâlini kazansın! Geleceğini sağlam inşa etsin!» diye.

Hesapsızca masraf ederek kurslara, üniversitelere gönderiyorlar. Böyle yapmayı da, gelecek nâmına her şey zannediyorlar. Evlâtların oralarda ne yaptığına, nasıl yaşadığına dikkat etmiyorlar. Bir de;

«Ne yapsın çocuğum, çare yok, geleceğini kurtarıyor!» diyerek onların batışa sürüklenmesine âdetâ göz yumuyorlar. Sonra da büyük felâketlerle karşılaşıyorlar. Çaresizlik ve acziyet içinde köşe bucak ondan ona koşuşturuyorlar:

“–Oğlum / kızım şöyle şöyle oldu. Aman ne olur duâ edin, düzelsin!”

Kendilerini hesaba çekmiyorlar ki;

“–Cenâb-ı Hak ne emretti, sen ne yaptın?

Evlâdını, ne kadar Allah yolunda yetiştirdin? Nasıl eğittin? Vaktinde hiçbir şey yapmayışın sebebiyle oluşan fecî bir neticeyi, şimdi sadece kuru bir duayla mı hayra çevireceksin?

Kur’ân’ı aç da oku;

Cenâb-ı Hak, yaratılışımızın sırrını;

«Ben’i mârifetullah ile bilsinler, Bana samimâne kulluk etsinler!» diye ifade buyurmuyor mu? Öyleyse evlâtların tahsilini her tahsilin üzerinde olmak şartıyla illâ buna göre tanzim etmek gerekirken sen ne yaptın? Fânî tahsili niçin daha öne aldın? Ebedî tahsili neden umursamadın? Nasıl oldu da gel-geç tahsili her şey zannettin?

&ldişesine kapılıp da evlâtları hakkında kendi basit ve âciz idraklerine göre;

KADER ÇİZMEYE KALKIŞMAMALI!

Mümkün değil.

Buna rağmen niceleri;

«Çocuğum benden daha rahat olsun! Ben çektim evlâdım çekmesin! Çilesiz bir hayat yaşasın! Psikolojisini bozacak şeyler hayatında yer almasın! Ortamı, benliği, nefsine güveni yerinde olsun! Keyfi bozulmasın! Sıkıntıya düşmesin! Bolluklar içinde yaşasın!» gibi mavallara kapılıyor ve evlâdına bu istikamette âdetâ kader çizmeye kalkışıyor.

Sonunda kendini de kahrediyor evlâdını da.

Çünkü çözüm, kader-i ilâhînin hükmü olan imtihanları kaldırmaya çalışmak değil, onları ve Hakk’ın rızâsını kazanmaya hazırlık yapabilmek.

Bu hakikati çiğnemeye kalkışanların yüzüne çarpılacak olan gerçeği Necip Fazıl KISAKÜREK, «Bir Adam Yaratmak» piyesinde temsilî olarak Husrev’in ağzından şöyle dile getirir:

“Bir adam yaratmak… Ona bir kafa, bir çift göz, bir burun, bir ağız uydurmak. Ona göre bir beyin yapmak ve göğsünün içine bir kalp takmak. Saat gibi işlesin, kanını vücudunda döndüren bir kalp. Bir kalp, anlıyor musun? Güya duyan; acılarına, sevinçlerine yataklık eden yer de orası. Bir kalp. Bitti mi? Biter mi?

Bu adama bir de kader çizmek lâzım. Bu adam yaşayacak, gezecek, tozacak, başından bir şeyler geçecek. Bu adamın meselâ bir babası olacak. O baba bir incir dalına asılmış bulunacak. Sonra o da… Eeee?

Hiç sonsuzlukla boy ölçüşmek olur mu? Hiç adetler, milyonlar ve milyarlar sonsuzlukla yarışabilir mi?

Bir adam yaratmaya kalkıştım. Ona bir surat ve kader bulmak… Nerede bulayım? Kendimi buldum. Suratsız ve kadersiz adam şahlandı. Zincirini kırdı. Elimden kaçtı. Ben insanım. Beni arkamdan vurdu. Suratsız ve kadersiz adam, benim suratımı takındı. Kalıbımı giyindi. Kaderimin içine yattı.

Ben tırmanmak istediğim kayadan düştüm. Meğer çok ileriye gitmişim. Yasak ülkelere girmişim. Gözü kör, yürürken, bir çıyan yuvasına basar gibi bazı sırların üstüne bastım. Onlar gāipler âleminin bekçileriydi. Ürktüler ve beni çarptılar.

Gölge artist, artık ilâhî sanatkârı tanıdı. Ben şimdi, şu anda tanıyorum müteâl olan Allâh’ı. İlminin, sanatının karşısında aklımı veriyorum. Aklım bir cephane deposu gibi infilâk ediyor, kül oluyor.”

Hâsılı;

Kader bir sırr-ı ilâhî. Kula düşen teslîmiyet.

Rabbimiz Allah, bize kul olabilecek kadar bir akıl verdi. Bizden istikbâli gizledi. Gaybı bilen ancak O. Hepimize düşen vazife, bizim çizdiğimiz değil, O’nun çizdiği istikamette O’na ulaşmak. Gerisi fânî bir lâf ü güzaf!

Ey Rabbimiz! Bizim başımıza Sen’in yazdığından başkası gelmez. Bize nimetlerine şükretmeyi, imtihanlarına sabretmeyi de yaz. Bize iki dünyada güzellikler ihsân eyle!.. Bize katından bir rahmet ver. Her hâlimizde bizim için felâh ve istikameti kolaylaştır!..

Âmîn!..