İtidal; Herşeyin Kıvam Noktasıdır

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2009 – Ay: Kasım- Sayı: 38

Efendim, şiir şekilleri arasında “satranç” olarak da ifâde edilen ve Yavuz Sultan Selim’e âit olan;

1

2

3

4

1

Sanma şâhım herkesi sen sâdıkâne yâr olur

2

Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur

3

Sâdıkâne belki ol âlemde bir serdâr olur

4

Yâr olur ağyâr olur serdâr olur dildâr olur

dörtlüğü, bizlere neler ifâde etmektedir?

Öncelikle ifâde edelim ki, Yavuz Sultan Selim Hân, cihan sultanlığını mânâ sultanlığıyla mezcetmiş, ince ruhlu, sanatkâr bir hükümdardır. Onun şiirleri arasında sizin bahsettiğiniz ve güçlü bir mânâ zenginliği taşıyan bu dörtlüğün, yukarıdan aşağıya okunduğunda da aynı ifadelere sahip olacak şekilde yüksek bir mahâretle dizilebilmiş olması, o cihangir sultânın, insan idâresinde olduğu kadar, dil ve edebiyata ne denli hâkim bir şahsiyet olduğunun göstergelerinden biridir.

Bu da, mü’minler olarak hangi mesleğe mensup olursak olalım, imkânlar ölçüsünde kendimizi kültür ve sanat sahasında da iyi yetiştirmeye gayret etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.

Mânâsı bakımından bu dörtlük; insanlar arasındaki münâsebetlerde dikkat edilmesi gereken son derece ehemmiyetli hususları çok öz ve akıcı bir dille hülâsa etmektedir. Nitekim birinci mısrâdaki;

“Sanma şâhım herkesi sen sâdıkâne yâr olur.”

ifâdesi, herkesin sâdık ve gerçek bir dost olamayacağını, bundan dolayı da insanlarla münâsebetlerde, dikkatli, seçici ve tedbirli olmak gerektiğini anlatmaktadır.

Akıl, sonradan âh çekmek için değil; düşünüp tedbir almak içindir. Tedbirle hareket eden kimse de pişman olmaz.

Bir insanı tam olarak tanımadan hakkında hüküm vermek, son derece yanlıştır. İnsanı tanımak ise sadece konuşmakla mümkün değildir. Zira şâirin; “Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.” dediği gibi, kişinin asıl kimliği ve mânevî kartviziti, onun hâl ve davranışlarında gizlidir.

Nitekim Hazret-i Ömer’in bulunduğu bir mecliste, biri hakkında övgü dolu bir konuşma yapılır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ise o konuşmayı yapanlara:

“–Siz onun­la hiç kom­şu­luk, yol­cu­luk ve­ya ti­câ­ret yap­tınız mı?” diye sorar.

Mu­hâ­ta­pları, üçü­nü de yap­ma­dıkları­nı söy­le­yin­ce:

“–Öy­ley­se onu bu kadar medhet­me­yin, çün­kü siz onu lâ­yı­kıy­la ta­nı­mı­yor­su­nuz!” bu­yur­ur.

{

Yine şiirimizin ikinci mısrâındaki;

“Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur.”

ifâdeleri ise, tedbire riâyet etmeyerek dost olunan kimselerin, belki de kişi için dost görünen riyâkârlardan olabileceğini, böyle kimselere karşı mesâfeli olmak gerektiği vurgulanmaktadır.

Ayrıca hayatın sürprizleri karşısında dostun düşman, düşmanınsa dost olabileceği gerçeğinden hareketle, insanlar arasındaki münâsebetlerde dengeli davranmanın lüzûmuna da işâret edilmektedir.

Nitekim bu hususta Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de şöyle buyurmuşlardır:

“Dostunu severken ölçülü sev, zira günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da ölçülü bir şekilde buğz et (yani ihtiyatlı davran), çünkü günün birinde dostun olabilir.” (Tirmizî, Birr, 60/1997)

Yani bir müslüman, hislerinde, sözlerinde ve davranışlarında aşırıya gitmemeli, mûtedil olmalıdır. Çünkü îtidâl, her şeyin kıvam noktasıdır.

Mesela Mekke müşriklerinin lideri Ebû Süfyan’ın karısı olan Hind, Mekke fethine kadar müslümanların en azılı düşmanı idi. Hatta Uhud savaşı sırasında Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ın ciğerini söktürüp hırsından dişlemişti. Lakin Mekke fethinde -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in kendisine İslam’ın güler yüzünü sergilemesi neticesinde samimi bir müslüman oldu. Yermük harbinde de müslümanlara büyük bir destek sağladı.

Yine, Mısır fâtihi ve vâlisi Amr İbnü-l Âs’a yöneltilen:

“–Sizin siyâsetteki mahâretinizin temel sâiki nedir?” sorusuna onun vermiş olduğu şu cevap da, kişinin insanlarla irtibâtının nasıl olması gerektiğine dâir güzel bir örnek teşkil etmektedir:

“−Etrâfımdaki her bir insanla aramda bir ip varmış gibi düşünürüm. Bu ip gerilip kopma noktasına yaklaşınca, onu biraz gevşetirim. Gereğinden fazla gevşediğini hissettiğim anda ise onu hemen gererim. Böylece bütün insanlarla ilişkimi muvâzene içinde devâm ettiririm.”

Yani dosta karşı samîmiyeti dengeli tutup lâubâlîlik hudûduna taşırmamak, ona duyulan îtimâdı aşırıya götürüp yarın bir ihtilâf vukuunda kendisini müşkil duruma düşürebilecek mahrem sırları paylaşmamak îcâb eder.

Buna mukâbil, düşmanla da buğz ve mesâfeyi aşırıya götürüp ona zulüm ve haksızlık noktasına getirmemek gerekir. Zira istikbal sürprizlerle doludur. Zamanın da ne getireceği meçhuldür. Bugün dost görünen, yarın menfaat mukâbili düşman olabilir; düşman görünen ise, candan yapılan bir ihsan karşısında gerçek bir dost olabilir.

{

Şiirimizin üçüncü mısrâındaki;

“Sâdıkâne belki ol âlemde bir serdâr olur.”

ifâdeleri ise, hiç ihtimal verilmeyen bir kimsenin, samimiyet, doğruluk ve ihlâsla gayreti mukâbilinde belki zirve bir şahsiyet olabileceğini, bu sebeple hiç kimseyi küçük görmemek gerektiğini telkin etmektedir.

Nitekim Bedir Savaşı’nda boğazına bastığı Ebû Cehl’in:

“Ey deve çobanı! Sen çetin ve erişilmesi çok güç olan bir yere çıkmışsın!” diyerek küçük gördüğü Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- mâzîsi itibâriyle bir “deve çobanı” idi. Lâkin hidâyete kavuşup Rasûlullâh’ın rahle-i tedrîsinden geçince, ilim ve mârifette bir zirve hâline geldi. Meşhur Kûfe Mektebi bu mübarek sahâbînin eseridir. Dünyânın en büyük hukukçusu Ebû Hanife de bu mektebin yetiştirdiği bir dehâdır.

Hakîkaten, tarih şahittir ki nice kıymetsiz ve ehemmiyetsiz görülen kimse, çok büyük makamlara gelmiş ve cihâna yön vermiştir.

Meselâ Târık bin Ziyâd, beş bin kişilik ordusuyla, doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etmiş, kralın hazineleri üzerine ayağını koymuş ve kendi kendine şöyle demiştir:

“Târık! Dün boynu tasmalı bir köle idin; gün geldi Allah seni hürriyetine kavuşturdu. Sonra bir kumandan oldun! Bugün, Endülüs’ü fethettin ve kralın sarayında bulunuyorsun. Şunu iyi bil ve hiçbir zaman unutma ki, yarın da Allâh’ın huzûrunda olacaksın!”

Yine rivâyete göre Köprülü Mehmet Paşa çocukken çok haşarı idi. Bir gün babası ona; “Sen adam olamazsın!” diyerek bir tokat atmıştı. Oradan geçmekte iken bu hâdiseyi gören ehl-i kalp bir zât ise bir babaya bir de evlâdına baktı. Kendisine o çocuğun istikbâldeki hâli seyrettirilince de hayretler içinde şöyle dedi:

“Aman yâ Rabbi! Peder ne diyor, kader ne diyor!..”

Çünkü babasının “sen adam olamazsın” dediği çocuk, istikbâlde koskoca Osmanlı devletinin sadrâzamı olacaktı.

Velhâsıl, kudret kaleminin kime hangi vazîfeyi lâyık gördüğünü Cenâb-ı Hak ve O’nun bildirdiği kullarından başkası bilemez.

{

Şiirimizin son mısrâındaki;

“Yâr olur, ağyâr olur, serdâr olur, dildâr olur.”

ifâdeleri de bir mü’minin basîret ve firâset ehli olması gerektiğini vurgulamaktadır. Zira insan basîret ve firâset sâyesinde kimin kendisine hakikî dost, kimin düşman, kimin büyük bir şahsiyet, kimin de gönüllere taht kuran bir muhabbet ehli olacağını idrâk eder. Kâmil mü’minlere düşen, tıpkı bir insan sarrafı gibi olup, böylesine uyanık bir gönle sahip olmaktır.

Ra­sûl-i Ek­rem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

“Mü­mi­nin fi­râ­se­tin­den sa­kı­nı­nız; zi­ra o, Al­lâh’ın nû­ru ile ba­kar.” (Tir­mi­zî, Tef­sîr, 15)

Lâkin bu fi­râ­se­te, nef­si­nin gururundan sıyrılıp Al­lâh’ın nû­ruy­la ba­kan­lar nâ­il ola­bi­lir­ler. İslâm târihinde bu hâlin pek çok misâli vardır:

Haz­ret-i Enes -radıyallâhu anh-, ken­di ri­vâ­ye­ti­ne gö­re; bir ­gün Haz­ret-i Os­man -radıyallâhu anh-’a gi­der­ken yol­da bir ka­dın gö­rür. Ka­dı­nın gü­zel­li­ği ak­lı­na ta­kı­lır. Bu dü­şün­ce ile Haz­ret-i Os­man’ın ya­nı­na gi­rer. Onu gö­ren Haz­ret-i Os­man -radıyallâhu anh-:

“–Ey Enes! Göz­le­rin­de zi­nâ iz­le­ri ol­du­ğu hâl­de bu­ra­ya gi­ri­yor­sun.” der.

Bu söz kar­şı­sın­da şa­şı­ran Enes -radıyallâhu anh-, hay­ret için­de:

“–Al­lâh’ın Ra­sû­lü’nden son­ra da mı va­hiy ge­li­yor?” di­ye so­run­ca, Haz­ret-i Os­man -radıyallâhu anh-:

“–Ha­yır, bu bir ba­sî­ret ve doğ­ru bir fi­râ­set­tir.” bu­yu­rur.

Firâsetin şartı, yenilen lokmanın helâlliğine dikkat etmek ve kalbî hayâtı inkişâf ettirici bir takvâ hâlinde yaşayabilmektir. Bu sayede kalp, mânevî bir röntgen hâline gelir. Karşısındaki insanın iç hâli ona akseder.

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmuştur:

“Ey îmân eden­ler! Eğer Al­lah’tan it­ti­kâ eder­se­niz, O, si­ze bir fur­kan (iyi ile kö­tü­yü ayırt ede­cek bir ilim, fi­râ­set ve an­la­yış) ve­rir, gü­nah­la­rı­nı­zı ör­ter ve si­zi ba­ğış­lar. Çün­kü Allah, bü­yük lu­tuf sâhibi­dir.” (el-En­fâl, 29)

“…Takvâ sahibi olun ki Allah size (bilmediğinizi) öğretsin!..” (el-Bakara, 282)

Cenâb-ı Hak, cümlemizi uyanık bir kalbe sahip firâset ehli kullarından eylesin! Dostunu, düşmanını iyi seçebilecek bir kalbî olgunluk nasip buyursun! Sâlih ve sâdıklarla dostluğun huzur ve saâdeti içinde yaşatsın, sâlih ve sâdık kullarıyla haşretsin!

Âmîn…