İstikbâli İrşâd Eden Hâl Ehli

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Şubat, Sayı: 168

GERÇEK TAHSİL

«Tahsil tahsil ille de tahsil!..» deniliyor.

Herkes evlâtları için, nesiller için, milletin istikbâli için, dâimâ ve haklı olarak tahsilin ve ilmin altını çiziyor.

Yıllarca ömür, tonlarca para sarf ediliyor. Binalar, kampüsler, imkânlar ve daha neler neler…

Netice?

  • «Not vermedi» diye hocasını öldüren talebeler…
  • Sokakta şiddet, ailede şiddet, hastahânede şiddet…
  • Hapishâneler dolusu, tahsilli hak-hukuk çiğneyen insanlar…

Dînî tahsilde de sıkıntı çok:

Elhamdülillâh çok sayıda imam-hatipler ve ilâhiyatlar var. Buralarda Arapça öğretiliyor, dînî ilimler okutuluyor.

Netice?

  • Üzülerek öğreniyoruz ki bu okullarda, namaz kılma nisbeti çok düşük.
  • Takvâ, istikamet ve şahsiyet hususlarında büyük kusurlar var.

Demek ki;

Sadece zâhirî eğitim kâfî değil… Onunla birlikte mutlaka kalbî eğitim ve gerçek tahsil şart. Zira dünyaya gelişimizin gayesi, Cenâb-ı Hakk’a kulluk / لِيَعْبُدُونِ ve O’nu kalpte tanıyabilmek /لِيَعْرِفُونِ . Bu gaye, aynı zamanda, yüreğinden rahmet taşıran bir merhamet ve şefkat insanı olabilmeyi gerektirir.

Dolayısıyla;

Dâimâ inceden inceye tefekkür içinde idrâk etmeli:

Şu mutlaka lâzım dediğimiz tahsil nedir? Fakat faydasızlığı ispatlanmış olanlar değil, gerçek tahsil nedir?

Sokağımızı, ailemizi şiddetten kurtaracak gerçek kültür nedir?

Bizi cehâletten, câhiliyyeden kurtaracak; faydası sebebiyle ihtiyaç duyduğumuz ilim nedir?

Bunu yeniden ele almalı…

Evvelâ:

TATBİKAT ŞART

İlim; teoriden ibaret kaldıkça, tatbikata yansımadıkça, faydasızdır.

Okullarda, muallimler ve kitaplar vasıtasıyla tedris edilen dünyevî ilimlerde dahî, tatbikat mühim bir yer tutar. Her ilmin nazariyâtı yanında, tatbikatı ve uzmanlığı da olur. Her biri kendi mesleğinde, kendi sahasında uygulamalar yapar.

Meselâ;

Bir tıp talebesi, altı sene fakültede okur. Son yıllarında hocalarının yanında nice muayene ve tedavilere iştirak eder. Hastahânelerde çalışır. Ardından dört sene ihtisas yapar. Dâimâ tatbikat…

Bütün bu gayretleri neticesinde; insan vücudunun ancak bir kısmı, tıbbın sadece bir sahası hakkında uzman hekim olabilir.

Meselâ bir sporcunun, kendi branşı üzerinde devamlı antrenman yapması gereklidir. Nazariyat yetmez…

Bütün branşlar böyledir. Problem çözmeyen bir matematikçi, proje çizmeyen bir mühendis, dâvâ dosyalarıyla hemhâl olmamış bir hukukçu yetişemez.

Elbette;

İslâm kültürü de yaşayarak ve tatbik ederek öğrenilir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ı en zirve güzellikte yaşayarak ve yaşatarak öğretti.

Ayrıca;

İslâm kültürü; misal verdiğimiz meslekler ve ilim dalları gibi, sadece bir sahaya mahsus değildir. Hayatın her safhasını kaplar.

Ömür, med cezirlerle doludur. Gençlik ve yaşlılık, hastalık ve sağlık, zenginlik ve fakirlik, harp ve sulh ve daha nice farklı ahvalde nasıl yaşanacak ve Allâh’ın rızâsı nasıl tahsil edilecek? Peygamberimiz, 23 sene boyunca bu tahsili verdi. Böylece İslâm kültürünü, bir asr-ı saâdet medeniyetini meydana getirdi.

Bizim bugün ve her zaman bu kültüre ihtiyacımız vardır. Bu, yaşanan ve tatbik edilen tahsile ihtiyacımız vardır.

Dînî eğitimde bu tatbikata bir de mâneviyâtın katılması gerekir.

VECD İLE TATBİK ETMEK

Dînin, her sahada takvâ ile, ihlâs ve samimiyetle yaşanması gerekir. Eğer yaşanmazsa, böyle bir tahsilin âkıbeti; Cuma Sûresi’nde buyurulan; «Kitap yüklü merkepler» gibi olur.

Yahut böyle bir tahsilin âkıbeti; «ثَمَنًا قَل۪يلًا» «Allâh’ın âyetlerini, fânî ve süflî menfaatler karşılığında satanlar»ın fecî vaziyeti gibi olur.

Dînî tahsilde, rûhânî hayatın faaliyete geçmesi, duyuşlar bakımından da çok mühimdir.

Meselâ;

Hazret-i Mevlânâ, Selçuklu Üniversitesi’nin dersiâmıydı, yani ilmin zirvesindeydi.

Buna mukabil, Şems-i Tebrîzî, kendi hâlinde bir derviş idi. Mahdut bir ilmi vardı. Lâkin hikmetlerle doluydu.

Hazret-i Mevlânâ’ya nice sırları, hikmetleri ve mânevî derinlikleri, otuz yaşlarında karşılaştığı Hazret-i Şems öğretti.

Muzdaripler üşürken ısınamamayı, üşümeyi yani onların derdiyle dertlenmeyi, yani merhameti ve fedâkârlığı Hazret-i Mevlânâ’ya, Şems öğretti. O günden sonra Hazret-i Mevlânâ, sıcak odada bile üşümeye başladı.

İşte tasavvufun, dînî tahsildeki yeri burasıdır:

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yaşadı ve yaşattı. Sahâbe, O’nun rûhânî dokusundan istifâde etti. Tam bir in‘ikâs / duyguların gönülden gönüle yansıması hâdisesi gerçekleşti.

İnfâk âyetleri indiğinde, fakir suffe talebeleri;

“Bizim malımız yok ki infâk edelim?” demediler. O âyetlerin şümûlüne girmek, o tatbikatta mutlaka yer almak için dağlardan odun kestiler, sattılar, bedelini Peygamberimiz’e infâk olarak getirdiler. Yaşayarak, tadarak öğrendiler.

İbâdeti; huşû, vecd ve istiğrâk içinde yaşayarak öğrendiler.

İnsanlara hidâyeti ulaştırmaktan zevk duydular. Bir kardeşinin derdine derman olmaktan mânevî lezzet aldılar.

Esas tahsil budur.

Bu da kalbî merhaleler kat etmekle mümkündür.

Tasavvuf budur: Yaşayarak ve mânevî lezzetini tadarak öğrenmektir.

Yûnus Emre Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen;
Bu nice okumaktır.

Biz de bu hazin neticeler karşısında kendi kendimize sormalıyız:

Bu nice bir tahsildir? Bu nasıl ilimdir?

Tatbikatsız, istikametsiz, ruhsuz ve mâneviyatsız, bu nasıl dînî tahsildir?

Soralım da; Yesevîler, Edebâlîler, Taptuklar, Akşemseddinler, Üftâdeler gibi gönül muallimlerini, nice mânâ rehberlerini yetiştirmiş bir medeniyetin evlâtları olarak, bizler gerçek tahsili anlayalım ve öyle bir tahsilin îcaplarını yerine getirelim.

Ancak o takdirde; yeni Mevlânâlar, Yûnuslar, Edebâlîler, Osman Gaziler, Akşemseddinler, Fatihler, Ebussuudlar, Şâh-ı Nakşibendler, Hüdâyîler, Âkifler ve ehl-i Kur’ân Âsım’ın nesilleri yetişecektir.

NESİL GAYRETİ

Mevlânâ Hazretleri, bugün Afganistan’da bulunan Belh şehrinde doğmuştu. Korkunç Moğol İstîlâları sebebiyle, babasıyla beraber Anadolu istikametine hicret ettiler. Mevlânâ Hazretleri; Anadolu Selçuklu Devleti’nin sonunun yaklaştığı, Anadolu’nun Moğol orduları tarafından işgal edildiği, ızdıraplı bir devirde yaşadı.

Hazret-i Mevlânâ, ümitsizliği bir tarafa bırakarak geleceği işaret etti:

“Gece, neye gebeyse onu doğurur.” (Mesnevî)

Yani toplum nasıl bir nesil yetiştiriyorsa istikbal odur.

Bir mütefekkir şöyle demiştir:

Bir milletin istikbâlini görmek, kerâmet değildir. O toplumda gençliğin ne ile meşgul olduğunu görmek, istikbâli anlamak için kâfîdir.

Eğer gençlik nefsânî arzularının peşindeyse, o toplumun geleceği karanlıktır. Amma gençlik; rûhânî istîdatlarını inkişâf ettiriyor, güzel ahlâk ve fazîletlere meylediyorsa, mevcut hâl ne kadar vahim olursa olsun, o toplumda istikbal vardır.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ, Taptuk Emre, Yûnus Emre, Hacı Bektâş-ı Velî gibi zâtların, Yesevî dervişlerinin gayretleriyle, Anadolu o sıkıntılı günleri geride bıraktı. Gazâ ve nizâm-ı âlem arzusuyla dopdolu olan Osmanlı; dört yüz atlıdan meydana gelen bir aşîretten, 24 milyon kilometre kareye hükmeden bir cihan devletine ulaştı.

Mevlânâ Hazretleri’yle, Osman Gazi arasında geçen şöyle bir menkıbe anlatılır:

OTUZ ALTI FÂTİHA

Son Selçuklu Sultanı II. Alâeddin, değersiz bir kimseyi kendisine metbû addetmişti. Bu sebeple tertip ettiği ziyafette hazır bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, sultanın bu tercihini beğenmeyerek oradan ayrıldı; sarayın merdivenlerinde Osmanlı Devleti’nin kurucusu, velâyet sahibi bir bey olan Osman Gazi ile karşılaştı. Onu alıp tekkesine götürdü.

Burada istikbâlin büyük sultanı, genç Osman Gazi’ye Fâtiha-i şerîfe okumasını emir buyurduktan sonra mânevî bir âleme daldı. Sonra da bir uykudan uyanırcasına silkindi ve sordu:

“–Oğlum kaç Fâtiha okudun?”

“–18 Fâtiha okudum Efendim.”

Bu cevap üzerine Hazret-i Mevlânâ;

“–Bu yetmez.” diyerek 18 Fâtiha-i şerîfe de kendisi okuduktan sonra ona şu müjdeyi verdi:

“Oğlum, İslâm padişahlığı sana ve nesline mübârek olsun! Neslinden 36 âdil padişah gelecektir.” (Bkz. Târîh-i Atâ, c. 1, s. 18-19)

Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“İyi ağaçtan talihli dal çıkar.” (Mesnevî)

Nesillerin yetişmesi keyfiyeti; hocaların, muallimlerin ve anne-babaların kalbî ahvâline bağlıdır.

Hocanın keyfiyeti, talebesinin inkişâfına veya zayıf kalmasına sebep olur. Fudayl bin İyaz -kuddise sirruhû- bu hakikati şöyle dile getirir:

“Ben Allâh’a karşı bir suç işlediğimde, bunu merkebimin ve yardımcımın ahlâkının değişmesinden anlarım!” (Yani ben bir günah işlediğimde onların ahlâkı ve davranışları bozulur.)

Kalbî istikametlerine çok îtinâ gösteren Hak dostlarının irşadları da çok tesirli olur.

SONSUZ FEYİZ

Bu feyiz ve bereketi, Hazret-i Mevlânâ şöyle dile getirir:

“Hiç derede kuru toprak bulunur mu?” (Mesnevî)

Sâlihler içinde rû­hâniyet vardır; kabalık ve kuruluk yoktur. Bu sebeple onların irşâdı meyve verir. İstikbâle ulaşır. Bugün aradan asırlar geçtiği hâlde; Mevlânâların, Hüdâyîlerin, Şâh-ı Nakşibendlerin ve Geylânîlerin irşadları devam ediyor. Menkıbeleri ve eserleri irşâda devam ediyor. Türbeleri, feyiz ve rûhâniyete muhtaç nice mü’minlerle her gün dolup taşıyor.

Çünkü onlar samimîdir, yaşadıkları hakikatleri tebliğ ederler. Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.” (Mesnevî)

Hâl ile öğüt veren zâtlar; enerji tevzî eder, feyiz ve rûhâniyet neşrederler. Elbette hâl ile irşâd edenler de; sohbetler verirler, konuşurlar, hikmetli sözler söylerler. Fakat onlardaki asıl tesir; kalbîdir, hâl transferindedir.

Hazret-i Ömer bunu ne güzel anlatmıştır:

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Konuşmadan, halkın davetçileri olun!” buyurmuştu. Kendisine;

“–Yâ Halîfe! Konuşmadan davetçi olmak nasıl olur?” dediler. Dedi ki:

“–Hâliniz ve ahlâkınızla…”

Çünkü insanlar, sözden ziyade öze, yani karakter ve şahsiyete hayran olurlar.

İşte bu seviyeye gelmiş olanlar, sükût hâlinde dahî sohbet ederler. Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri gibi zâtların hâl ehliyle, sükût sohbetleri yaptıkları bildirilmiştir.

Hâl ve ahlâkın kemâle ermesi, takvâda derinleşmekle olur. Takvâya erenlere ise, âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere, Allah; bilmediklerini öğretir. Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Dervişin kulağı sak,
Hak’tan işitir sebak,
Deprenmeden dil, dudak;
Sözü işiten gelsin.

Sak: Uyanık, müteyakkız. Sebak: Ders.

Fakat hâl sahibi olmayan, anlattığı hakikati yaşamayanlar ise, ne söyleseler gönüllere giremezler. Hazret-i Mevlânâ bu hakikati, şöyle de ifade etmiştir:

“Söz; gönülden gelirse, muhatabın gönlüne kadar ulaşır. Fakat gönülden değil de dudaktan sâdır oluyorsa, o davet ancak, kulağa kadar ulaşır; gönle nüfûz etmez!” (Mesnevî)

Bu gerçeğin bir başka ifadesi:

“Kalbi ve hâli bir olmayan kimsenin; yüz dili bile olsa, o, yine dilsiz sayılır.” (Mesnevî)

ÖNCE KENDİNİ İNŞÂ

Tebliğ ve irşâd için, kişinin önce kendi derûnunu takvâ ile ihyâ etmesi gerekir. Kendisi himmete muhtaç iken başkasına yardımcı olmaya kalkan kişi; yüzme bilmediği hâlde, boğulan bir kişiye yardım etmeye kalkan bir kişinin faydasız ve gülünç hâline benzer.

Mevlânâ Hazretleri îkāz eder:

“Demircilik sanatını bilmeyen kimse, demirci ocağına yaklaşırsa; sakalını, bıyığını yakar.” (Mesnevî)

“Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkarsa, her yırtıcı kedinin lokması olur.” (Mesnevî)

Burada kanadı çıkmayan kuş, nefsiyle mücâhede edemeyen bir insandır. Yırtıcı kedi ise, onun yolunu gözleyen şeytandır.

Kanadı biraz çıksa dahî emniyette değildir. Burada kanadı çıkmak, ilim yolunda mesafe kat etmektir. Lâkin; ilim, irfâna dönüşmedikçe insana uhrevî bakımdan fayda vermez, faydalı ilim olmaz. Hazret-i Mevlânâ; ârif-i billâh olan Hak dostlarıyla, mâneviyatsız sadece kuru bilgi sahibi olan ilim ehlini şöyle ayırır:

“Su kuşları (yani mânâ ehli velîler) ile karada yaşayan kuşlar (sûret ehli, dünyaya gönül verenler) dış görünüşleri ile birbirlerine benzerler. Ama ruh ve maya bakımından su ve yağ gibi birbirlerine zıt düşerler. (Hemen birbirlerinden ayrışırlar.)

Her biri kendi aslına (yani su kuşu suya, kara kuşu toprağa) kuldur, köledir. Ey sâlik! Onlara karşı ihtiyatlı ol, çünkü onların dış görünüşleri birdir! (Rûhânî hayatları birbirinden uzaktır.)” (Mesnevî)

Mevlânâ Hazretleri’nin «su kuşu» teşbihi ile anlatmak istediği şudur: Uzun mesafeli uçuşlara kabiliyetli göçmen kuşlar; uzak diyarlara gidebilirler. Fakat sâir kuşlar böyle değildir. Dış görünüşleri benzese de biri ötelere yolculuk yapabilirken, diğeri yapamaz.

Çünkü;

“Her kanat denizi aşamaz.” (Mesnevî)

İnsan, hakkını ve haddini bilmelidir.

Bu «su kuşu» tabirini Haz­ret-i Mevlânâ, insan tabiatındaki ikili yapıyı anlatmak için de kullanır:

İnsanın zâhiri, dünyadaki sâir canlılara benzer. Türâbîdir. Fakat, onda ötelere kanat açmaya istîdatlı bir de rûhânî taraf vardır. İnsan; gaflete daldıkça, sadece toprak ve beden tarafına ihtimam göstermeye başlar. Rûhî ve kalbî ihtiyaçlarını ihmal eder. Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ îkāz eder:

“Can olmadıktan sonra beden, topraktan başka bir şey değildir.” (Mesnevî)

İnsan; bu hakikatleri bildiği ve öğrendiği hâlde, dünyaya, bedene ve toprağa yönelirse, tercihini ve temâyülünü o taraftan yana kullanırsa, bu da onun değersizliğini gösterir.

Zira;

“İnsana, aradığı şeye bakılarak değer verilir.” (Mesnevî)

Temâyülleri bir insanın aynasıdır.

Bu hususta insana yardımcı olacak en mühim destek, dostlarından gelir. Gerçek arkadaş, acı da olsa arkadaşına doğruyu söyler:

“İyi dostu olanın, aynaya ihtiyacı yoktur.” (Mesnevî)

Lâkin, insan kendisine hakikati söyleyen dostundan incinmemelidir.

HAKKI SÖYLEYENDEN İNCİNME!

Çünkü;

“Gerçekle yaralanan, kötü huydur.” (Mesnevî)

Ham nefs; kibir ve enâniyetinden dolayı, kendisine söylenen hayırlı telkinlerden rahatsız olur.

Salih -aleyhisselâm-; kavmine nice nasihatlerde bulunduğu hâlde, onlar kulak vermemişler ve azâba müstehak olmuşlardı. Mahzun peygamber, şöyle sitem etti:

“…Size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.” (el-A‘râf, 79)

Bir başka âyet-i kerîmede ise, nasihat karşısında kibirlenen insanın durumu şöyle anlatılır:

“Ona; «Allah’tan kork!» denilince benlik ve gurur kendisini günaha sevk eder.

(Ceza ve azap olarak) ona cehennem yeter!

O, ne kötü yerdir!” (el-Bakara, 206)

Hazret-i Mevlânâ; nasihatten hoşlanmayan gafilin hâlini, burnu kötü kokulara alışmış, bu sebeple, güzel kokulardan rahatsız olan kişilerin hâline benzetir. Nitekim bir kıssa ile; meslek itibarıyla pis kokulu malzemelere alışan bir debbâğın (dericinin), attarlar sokağından geçerken bayıldığını, ancak burnuna yine kötü kokan bir şey tutulmasıyla ayıldığını anlatır ve şöyle der:

“Mayıs böceği dâimâ pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilâcı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hâll ü hamur olmuştur.

Nasihatçiler de; kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılma­sı, iyileşmesi ve şifâ bulması için hikmetli güzel sözlerle, anberle, gülsuyu ile tedavi etmek isterler.

Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.

Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!.. Burnunu pisliğe sokma da mayıs böceği olma! İNSAN OL, İNSAN!..” (Mesnevî)

Bu noktada insan; kendisine hayrı söyleyen kişinin samimiyetine îtimat etmeli, nefsinin itirazlarını susturmalıdır. Şunu unutmamalıdır:

“Çoban eğer sürüye kahırla bağırsa bile, bil ki; bu bağırış, bütün sürüyü sevdiğindendir.” (Mesnevî)

Bu mânâda insan, dostun sahtesini ve hakikîsini iyi ayırt etmelidir. Kendisini; nefsânî arzulara meylettirenler, yanlışlara ve kötülüklere sürükleyenler, dost değildirler. Onlar, menfaatperest kişilerdir. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, îkaz buyurur:

“Sakın şu üç kişiyi istişâre meclisinize sokmayın:

  1. Cimriyi,
  2. Korkağı,
  3. Muhterisi…

Çünkü;

  • Cimri, sizi sıkıntı ve darlığa düşme ihtimaliyle korkutup iyilikten vazgeçirmek ister.
  • Korkak, büyük işlere karşı azminizi gevşetir.
  • Muhteris; âhireti unutturup da sizi dünyaya karşı ihtiraslı yaşamaya heveslendirir, nihayet kendisini de sizi de zulme dûçâr eder. Netice:

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğaşiye, 3)

Hazret-i Mevlânâ, gerçek dostu tanımak için şu ipuçlarını verir:

“Sıhhat ve selâmet çağında herkes dosttur. Ama dert çağında ve gam vaktinde Allah’tan başka dost nerede?!.” (Mesnevî)

Bu sebeple, dost seçimi çok mühimdir. Bilhassa ömür boyu hayat arkadaşlığı demek olan eş seçimi, çok mühimdir. Mevlânâ Hazretleri bu teşbihle, bunun ehemmiyetini bildirir:

“Ayakkabının biri ayağına dar gelirse, ikisi de işe yaramaz.” (Mesnevî)

İki ayak birbiriyle âhenk içinde iş görür. Biri aksarsa diğerini de durdurur yahut yavaşlatır. Dünya hayatı, ebediyet yolculuğuna hazırlık olduğuna göre; zevç ve zevcelerin birbirine ebedî yolculukta destek olacak, birbirinin koluna girecek vasıfta olmaları îcâb eder.

Bu sebeple, evlilikte Peygamber Efendimiz’in şu nebevî tavsiyesi mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır:

“Kadın, dört sebepten biri için nikâhlanır:

  • Malı,
  • Soyu,
  • Güzelliği ve
  • Dindarlığı.

Sen (diğerlerini geç), dindar olanı seç. (Aksi hâlde) sıkıntıya düşersin.” (Buhârî, Nikâh, 15; Müslim, Radâ, 53)

Cenâb-ı Hak; ümmetçe ve milletçe istikbâlimizi, muhteşem mâzîmizdeki gibi hayırlarla, zaferlerle ve fetihler ile müzeyyen eylesin!

Bizleri ve nesillerimizi sâlihler zümresine ilhak buyursun, sâlihlerle karşılaştırsın, sâlih amellerle meşgul eylesin!

Âmîn!..