İstikâmet

1999 – Nisan, Sayı: 158, Sayfa: 020

İstikâmet, umûmî mânâsıyla bir hedefe tezatsız, tereddüdsüz ve devamlı olarak yönelip ilerlemek demektir. Ancak tasavvuf ıstılâhında, yaratılışdaki mâsûmiyet ve sâfiyeti tahrîb ve hasara uğratmadan muhâfaza edebilmektir.

Kalbî hayatın korunması neticesinde nefs, edebe; kalb ise, rûhâniyet ve ahlâk-ı Muhammediyye’ye yaklaşır. Sırlar ayân olmağa başlar. Allâh -celle celâlühû- gâyelerin gâyesi hâline gelir. Mâsivâ, gücünü kaybeder. Mü’min, “vâsıl-ı ilâllâh”, yâni Hakk’a ulaşma keyfiyetini gerçekleştirmeye medâr olacak bir muhtevâya dâhil olur.

Böyle bir davranış mükemmelliğinin en müşahhas örneği âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan Fahr-i Kâinât -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz olduğu halde bu keyfiyeti gerçekleştirmenin güçlüğünü belirtmek üzere o büyük varlığa karşı bile { Fe’stekım kemâ ümirte} hıtâb-ı ilâhîsi vârid olmuştur.

Nitekim bu âyet-i kerîmeden şu keyfiyetin güçlüğüne işâret mânâsı çıkaran Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, yüce bir mes’ûliyyetin ilâhî ağırlığı karşısında birgün:
“-Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı…” buyurdular.

Sahâbî:

“-Yâ Rasûlallâh! Seni oradaki peygamber kıssaları mı kocattı?” diye sordular.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“-{Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!} âyeti…” (Hûd, 112) buyurdu.

Gerçekten de Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in o güne kadar bir tek ak teli bulunmayacak derecede simsiyah olan mübârek saç ve sakallarında bu âyetin inzâlinden sonra artık aklıklar görülmeye başlamıştır.

Müfessirler, bu âyet-i kerîmeyi hulâsa olarak şöyle açıklarlar:

“Ey Nebî! Kur’ân ahlâkı ve ahkâmı mûcibince hareket edip bilfiil müşahhas bir istikamet örneği olman gerekmektedir ki, böylece hakkında hiçbir şüpheye ve tereddüde yer kalmasın! Sen, müşrik ve münâfıkların laflarına bakma, onları Allâh’a havâle et! Gerek umûmî, gerek husûsî vazîfelerinde tam emrolunduğun gibi hakkıyla istikâmette ol, sırât-ı müstakîmden ayrılma! Sana vahyolunan emrin îfâsı ne kadar ağır olursa olsun, o emrin teblîğ, icrâ ve tatbîkinde hiçbir mânîden yılma! Rabbin senin yardımcındır.”

Bu münâsebetle Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anh- demiştir ki:

“Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- için bu âyet-i kerîmeden daha şiddetli bir itâb-ı ilâhî vâkî olmamıştır.”

Diğer taraftan âyet-i kerîmedeki bu itâb-ı ilâhî, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in şahsında bütün ümmete de râcîdir. Esasen Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘i ihtiyarlatan da, bu emrin mü’minlere râcî olması dolayısıyla onlar hakkındaki endişeleridir. Zîrâ O:

“(Ey Habîbim! Sen,) sırât-ı müstakîm üzeresin!” (Yâsîn, 4) beyânıyla müeyyeddir.

O halde Hakk’a vâsıl olmak için istikâmetten başka yol olmadığı gibi, her husûsda istikâmeti muhâfaza etmek kadar yüksek bir makam ve onun lâyıkıyla yerine getirilmesi kadar zor hiçbir emir yoktur.

İşte bu zorluk dolayısıyladır ki, hergün defalarca okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde bu emir bir duâ-niyâz ve dolayısıyla bir îkâz hâlinde ümmete takdîm edilmiştir.

İstikâmet talebinin “ihdinas….” sûretinde Fâtiha Sûresi’nde yer alması ve onun da bir mü’mine günde en az kırk defa niyâz tarîkıyla tekrarlattırılmış olması da, istikâmeti lâyıkıyla muhâfaza etmenin güçlüğüne bir delîldir.

Sırât-ı müstakîm, Kur’ân-ı Kerîm’deki ifâdelere nazaran Allâh’ın yolu, dosdoğru yol, uygun yol, Allâh’ın kitâbı, îmân ve îmâna bağlı olan şeyler, İslâm ve İslâm şerîati, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in ve ashâbın büyüklerinin yolu, sünnet ve cemâat yolu, sâlihler yolu, şehîdler yolu, dünyâda ve âhırette seâdet yolu, cennet yolu v.s. mânâlarla ifâdelendirilmiştir.

Buna göre sırât-ı müstakîm, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine nîmet verdiği has kulların yoludur. Bu kullar, başta peygamberler, sonra sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerdir. İstikâmet ehli de, onların izinden gidenlerdir.

Sırât-ı mütakîm, hiçbir yerinde meyil, eğrilik ve yamukluk bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru yol demektir.

Sırât-ı müstakîm, Allâh’a giden yoldur. Allâh Teâlâ buyurur:

“(Sırât-ı müstakîm), göklerin ve yerin sahibi olan Allâh’ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allâh’a döner.” (eş-Şûrâ, 53)

Sırât-ı müstakîmde bulunmak, Allâh’a hakkıyla kulluktur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O’na (Allâh’a hakkıyla) kulluk edin; işte sırât-ı müstakîm budur!” (Âl-i İmrân, 51)

“Kim Allâh’a sımsıkı bağlanırsa, muhakkak ki sırât-ı müstakîme iletilmiştir.” (Âl-i İmrân, 101)

Sırât-ı müstakîm, En’âm Sûresi’nde şöyle târif edilir:

“De ki: Geliniz, Rabbinizin size neleri harâm kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakîrlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; -sizin de onların da rızkını biz veririz-, kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allâh’ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte şu size anlatınlanları Allâh vasıyet etti. Umulur ki, düşünüp anlarsınız.”

“Erginlik çağına erişinceye kadar yetîmin malına, sadece en güzel bir niyet ve maksadla yaklaşın; ölçü ve tartıyı adâletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. (Bir kimsenin leh veya aleyhinde söz)söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahî olsa adâleti gözetin; Allâh’a verdiğiniz sözü tutun! İşte Allâh size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti.”

“Şüphesiz benim sırât-ı müstakîmim (dosdoğru yolum işte) budur; ona tabî olun! (Başka) yollara tâbî olmayın ki sizi O’nun yolundan ayırır!..” (Âyet, 151-153)

Kul, muhabbetullâhı, Allâh’dan gayri her şeye âid muhabbet ve bağlılığın üstüne çıkarmadıkça sırât-ı müstakîme lâyıkıyla ulaşamaz. Bunun için de Allâh’ı, O’nun zât-ı ulûhiyyetine âid vasıfları itibarıyla bilmek, yâni mârifetullâh şarttır. Buna göre sırât-ı müstakîm, mârifetullâhdır. Zîrâ mârifetullâha erip de bu mânâda hayatını bütünüyle bu inancın îcâbına göre tanzîm eden, nefsinin şerrinden ve şeytanın desîselerinden uzaklaşır ve yalnız Hakk’ın rızâsını taleb hâlinde yaşar. Kalbi ilâhî lutuf tecellîlerine mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul, artık gözün gördüğü, kulağın işittiği zâhirî iklîmin ötesine mânevî bir pancur açmış ve bütün bir kâinât da kendisine hikmetli ve azametli bir kitâb hâline gelmiş olur.

Ehl-i mârifetten Ebû Saîd el-Harraz -kuddise sirruh-, rü’yâsında iblîsi görmüş ve ona asâsıyla vurmak istemişti. İblîs dedi ki:

“Ey Ebû Saîd! Ben o asâdan korkmuyorum. Çünkü o asâ, zâhirdir. Benim korktuğum şey, âriflerin kalb semâlarından doğan mârifet güneşinin nûrânî şualarıdır ki, onunla mâsivâyı yakar, kül eder.”

Ancak hâlinde istikâmet olmayan bir mürîdin gayreti boşunadır. O yolda harcadığı himmetler kendisine fayda sağlamaz. Zîrâ, Hakk yolunda istikâmet, en büyük kerâmet olarak görülmüştür.

Bir kavle göre de, sırât-ı müstakîm, ibâdette ifrât ve tefrîte düşmeden itidali muhâfaza ile Hakk yolda sebât etmektir. Emrolunanı, emrolunduğu gibi ve en mükemmel şekilde yapmaktır. Nitekim cimrilik gibi saçıp savurmak, yâni isrâf da mezmûmdur.

İbretlidir ki ashâbın bir kısmı, her şeyden kesilip ömür boyu gece-gündüz olmak üzere ibâdet hâlinde ve zürriyetsiz bir şekilde yaşamak için Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e mürâcaat ettiler. Allâh rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de onlara itidali emretti.

Bilmelidir ki, Hazret-i Peygamber-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, bütün hayatını belli bir program dâhilinde ve beşerî tâkat çerçevesi içerisinde yaşamıştır ki, başkalarına emsâl olsun. Yoksa O’nun sadece nûr-i nübüvvetle tâkat getirilebilen amelleri, kimseye misâl değildir. O’nun günleri, Allâh’a ibâdet, âile hakkına riâyet, nefsin hakkı olan istirâhat ve insanlığa karşı ilâhî vazîfelerini îfâ edici ictimâî münâsebetler içinde geçmiştir. Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bütün bunları en güzel bir şekilde tanzîm ve ümmetine de takdîm ve teklîf buyurmuşlardır.

O halde Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in bu tanzîm, takdîm ve teklîfinin dışına çıkarak üzerimize düşen vazîfelerin bazılarında gevşeklik ve ihmâlkârlık, bazılarında da aşırılık göstermek, aslâ doğru değildir. Yâni kendi enfüsî ölçülerimize değil, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in bize sunduğu hayât düstûrlarına uygun olarak yaşayışımızı tanzîm etmeliyiz.

Bu nükteyi Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri ne güzel açıklar. Birgün kendisine sordular:

“-Nefsin istediklerini mi yapalım, istemediklerini mi?”

Hazret-i Pîr şöyle cevap buyurdu:

“-Bu ikisinin arasını tesbît oldukça zordur. Nefs, bu isteklerin rahmânî mi yahut şeytânî mi olduğunu bilebilmek husûsunda insanları ekseriyâ yanıltır. Bunun içindir ki, yalnızca Allâh’ın emrettiği yapılır, nehyettiği yapılmaz. Hakîkî kulluk budur.

Allâh Teâlâ buyurur:

“(Ey Habîbim!) De ki: İşte benim yolum! Kendimi ve bana tâbî olanları Allâh’a basîret üzere dâvet eyliyorum.” (Yûsuf, 108)

İnsanlığın ekseriyetle maddeye ve kuvvete râm olup nefsin sultasında zulmete büründüğü devirlerde taraf-ı ilâhîden müstesnâ yaratılışlı sâlih insanların bir kısmı peygamberler olarak vazîfelendirilmişlerdir. Ümmetlere örnek olacak olan bu mübârek elçiler, başlıca şu üç vazîfe ile me’mûr olmuşlardır:

a. Allâh’ın âyetlerini okuyup teblîğ etmek,

b. Kitâb ve hikmeti öğretmek,

c. Nefisleri tezkiye ederek temizlemek, yâni kulları istikâmetlendirmek.

Âdem -aleyhisselâm- ile başlayan bu mübârek hidâyet silsilesi, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘de kemâlini bulmuştur.

Münkirleri acze, mü’minleri hayrete düşüren Kur’ân-ı Kerîm ile Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in sûret ve sîretinin bir tezâhürü olan sırât-ı müstakîm, bütün insanlığa nümûne-i imtisâl olarak sunulmuştur.

Sırât-ı müstakîm, yâni istikâmet, bir amel-i sâlihler manzûmesidir.

Amellerin sâlih olması ise, iki şarta bağlıdır:

1. “Tâzîm li-emrillâh”, yâni emr-i ilâhîyi huşû ve hakkıyla îfâ edebilmek,

2. “Şefkat li-halkıllâh”, yâni bütün yaratılanlara yaratandan ötürü sevgi, şefkat ve merhamettir.

Diğer bir ifâde ile istikâmet, Allâh Rasûlü’ne muhabbeti tâze tutarak örnek şahsiyetinden nasîb almak, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmak, Kur’ân ve sünnetin rûhâniyeti ile yaşamak, nefsânî dünyâ zevklerinden uzaklaşıp ibâdet, kulluk ve mârifet sırlarına vukûfiyet kazanabilmektir.

İnsanın doğruyu ve istikâmeti tesbît için iç dünyâsını dâimî bir sûrette murâkabe (kontrol) altında tutması zarûrîdir. Bu murâkabe neticesinde amellerin rızâ-yı ilâhîye bağlı olarak gerçekleşme keyfiyetinden inhirâf, ihlâssızlıktır ki, bu hâl, amellerin Allâh indindeki makbûliyyetini sıfıra müncer kılar. Bu sebepledir ki amellerin muhtevâ itibarıyla ilâhî emre mutlak mutâbakatı yanında onların varlık sebebi olarak ilâhî rızâyı gözetmek keyfiyetinin de korunması gerekir. Yoksa bunun aksi olan ihlâssızlık, amelleri kuru bir hamallık derekesine indirir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bile, yaşayışında ihlâs ve istikâmeti muhâfaza edebilmenin sıkıntısı içinde idi. Halîfe-i müslimîn olunca, hutbede:

“-Ey cemâat! Şâyet Allâh yolundan inhirâf eder, yâni eğrilirsem ne yaparsınız?!.” dedi.

Bunun üzerine bir bedevî ayağa kalkıp:

“-Ey halîfe! Merak etme, eğrilirsen, seni kılıçlarımızla doğrulturuz!” deyince, Halîfe Hazret-i Ömer, bundan memnûn oldu ve şükretti:

“Elhamdülillâh yâ Rabbî! Bana, yanıldığımda beni doğrultacak bir cemâat nasîb ettin!” dedi.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kalbinde nifâk alâmeti bulunanları, ümmetin selâmeti bakımından sadece Huzeyfe -radıyallâhu anh-‘a bildirmiştir. Bunu bilen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, kendisinden endîşe ederek birgün Huzeyfe -radıyallâhu anh-‘a:

“-Yâ Huzeyfe! Allâh aşkına söyle; bende nifâk alâmeti var mıdır?” diye sordu.

Hazret-i Huzeyfe de:

“-Yâ Halîfe! Yalnız sana te’mînat veririm; sende nifâk alâmeti yok!..” dedi.

Hasan-ı Basrî -radıyallâhu anh-, talebesi olan muhaddis Tâvûs’a:

“-Yâ Tâvûs! Hadîs öğretmek sana gurûr veriyorsa, bu ilmi okutmaktan vazgeç!” dedi.

Gazâlî Hazretleri, üçyüz talebeye ders verirken:

“-Ben bu kadar talebeye ders vermekle Allâh rızâsında mıyım, yoksa şöhrete mağlûb olarak uçurumun kenarında mıyım?!.” diye büyük bir endîşeye kapıldı.

Bundan sonra Gazâlî Hazretleri, mal ve mülkünü kifâyet mikdarına indirdi. Bir müddet dersi bıraktı ve inzivâya çekilip Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde yaşadı. Böylece Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in rûhâniyeti tecellî etti ve huzûra kavuştu. Nihâyet geçirdiği ihtilaçlardan kurtulmuş olarak: {Hamdolsun huzûra erdim.} dedi. Artık bambaşka bir Gazâlî olarak ortaya çıktı.

Yavuz Sultan Selîm Han, zaferlerden zaferlere nâil olduğu Mısır seferinden dönerken İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen ordusunu Çamlıca’nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul’a girmedi. Nefsine mağlûb olmamak için binbir endîşeye bürünerek lalası Hasan Can’a:

“-Lala! Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul’a girelim. Fânîlerin alkışları, zafer takları ve iltifâtları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” dedi.

Nihâyet akşam olup her yer karardıktan sonra gizlice ve alâyişsiz bir şekilde şehre girdi.

Kalb, ilâhî nazara mekândır. İbâdetlerin fazîleti, kalbin berraklığına göredir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O gün, ne mal fayda verir, ne de evlâd! Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ!.” (eş-Şuarâ, 88-89)

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, kalb-i selîmle ilgili şu misâli verir:

“Yûsuf -aleyhisselâm-, seferden gelen bir dostuna:

“Bana ne hediye getirdin?” diye sorar.

Dostu cevaben:

“Sende mevcûd olmayan nedir? Ancak senin cemâlinden daha güzel bir şey olmadığı için sana bir ayna getirdim ki, her vakit sendeki cemâl tecellîlerini onda müşâhede eyleyesin!..” dedi.”

Hakk Teâlâ Hazretleri ise, her şeyden münezzehtir. Bütün güzelliklerin asıl hâlıkı ve asıl müsebbibidir. O’nun yüksek huzûruna kalb-i selîmi muhâfaza ederek gitmek îcâb eder ki, O’nda eşsiz ve sonsuz cemâl ve esrâr tecellîleri müşâhede olunsun!..

Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Hiç şüphesiz ki Allâh Teâlâ, sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz; ancak kalblerinize nazar eder.”

Allâh’ım! Bizleri sırât-ı müstakîme ulaştır; hidâyet eyle! Kendilerine nîmet verdiğin peygamberlerin, sıddîkların, şehîdlerin ve sâlihlerin o vuslat seâdeti ve lutfuyla dolu yoluna tâbî kıl! İstikâmetten ayırma! Gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin hüsrâna çıkan helâk ve kahır dolu süflî yollarından muhâfaza eyle!

Âmîn!.