İslâm’da Vefâ (Kur’ânî Tâlimatlar 7)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Temmuz, Sayı: 173

 

VEFÂ YOKUŞU

Mehmed Âkif, kızının nikâh akdine çok sevdiği ahbâbından olan Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi de davet etmişti. Yaşlı Hocaefendi bu davete biraz geç geldi ve gecikme sebebi olarak da, Vefâ Yokuşu’ndan çıktığını söyledi. Merhum Âkif, tebessüm ederek düşündürücü ve nükteli şu mukabelede bulundu:

“Hangi Vefâ Yokuşu’ndan bahsediyorsun Hoca Efendi? Nesl-i hâzır (şimdiki nesil) o yokuşu çoktan düzledi…”

İstanbul’da Eminönü sahilinden Süleymaniye’ye doğru çıkılan yokuşa, burada Ebu’l-Vefâ Hazretleri’nin dergâhı ve türbesi bulunduğu için Vefâ Yokuşu denilmiştir.

İnsânî hasletlerin dumûra uğradığı, vicdanların kuruduğu, insanların gitgide diğergâmlıktan hodgâmlığa yani fedâkârlıktan bencilliğe meylettiği günümüzde vefâ kelimesi, âdetâ lügatte bir kelime ve sırf İstanbul’da bir semt adı olarak kalmış bulunmaktadır.

Mehmed Âkif; bugünkü toplumumuzu görse, kim bilir bu vefâsızlık ve duygusuzluk tablosu karşısında nasıl feryat ederdi.

Lâkin vefâ kelimemize de vefâ göstermemiz ve onu medeniyet mîrâsımızın ziyana uğratılmaması gereken bir kıymeti olarak muhafaza etmemiz lâzımdır.

Vefâ, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen değerin bir nişânesi ve bir dostluk borcudur.

Vefâ; başta Rabbimiz olmak üzere, üzerimizde hakkı bulunan her varlığa karşı, insânî, vicdânî ve îmânî borcumuzu ödeme gayretinde olmamızdır.

Vefâ, İslâm şahsiyetinin temel fârikalarından biridir. Peygamberlere, velîlere ve fazîlet sahibi kimselere ait bir husûsiyet olarak, beşerî hayata seviye kazandıran mânevî bir haslettir.

Vefâ duygusuna sahip olmayan kimseler; ancak kendini, zevkini ve menfaatini düşünen bencil ve nâdan kimselerdir.

Vefâ, lügavî olarak borcu ödemeyi ve bir sözü yerine getirmeyi ifade eder. Vefânın en zarûrî kısmı budur. Âyet-i kerîmede buyurulur:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَوْفُوا بِالْعُقُودِۜ

“Ey îmân edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getiriniz (sözlerinize vefâ gösteriniz!)…” (el-Mâide, 1)

Bir başka âyet-i kerîmede ise, birre / hayrın kemâline ulaşmanın şartlarından biri olarak vefâ gösterilir:

وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُواۚ

(Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki) … Antlaşma yaptığı zaman (ahde vefâ gösterir) sözlerini yerine getirir…” (el-Bakara, 177)

Bu ilâhî tâlimatlar, sadece beşerî mukavele ve muâhedelerle mahdut değildir. Zira insan ezelde, Cenâb-ı Hakk’a da kulluk sözü vermiştir.

Bu sebeple bir mü’minin vefâ göstermesi gereken ilk varlık, Cenâb-ı Hak’tır. Zira insanı en güzel şekilde yaratan, onu türlü nimetlerle perverde eyleyen Allah Teâlâ’dır.

Cenâb-ı Hak; âyet-i kerîmede, âdetâ insanın vefâsızlığına sitem ederek şöyle buyurur:

يَٓا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَر۪يمِۙ ﴿٦﴾ اَلَّذ۪ي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَۙ ﴿٧﴾ ف۪ٓي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَٓاءَ رَكَّبَكَۜ ﴿٨﴾

“Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan; seni, istediği bir şekilde (şekilsizlikten çıkarıp en güzel sûrette) birleştiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8)

Cenâb-ı Hakk’a vefâ; O’na muhabbet, mârifet ve ibâdet ile yönelmemizdir. Sâlih amellerle O’na yaklaşma gayretinde olmamızdır. O’nu unutmamamız ve dâimâ zikretmemizdir.

O’nun nimetlerini râzı olmadığı yerlerde kullanmamaktır. Bilâkis her hâlükârda O’na şükretmektir.

Hâsılı, O’na lâyık bir kul olmaya bütün gayretimizi sarf etmektir.

«Şükür, nimetin cinsinden olur.» düstûrunca; İslâm ve hidâyet nimetine vefâ, o hidâyeti başka muhtaçlara ulaştırma hizmetiyle edâ edilir.

Ashâb-ı suffe, İslâm nimetine vefâ hissiyle dünyanın dört bir yanına gitti. Semerkant’a, Çin’e, Kayravan’a ve İstanbul’a hidâyet elçileri oldular.

Cenâb-ı Hak, Habîbi’ne de vefâ göstermemizi emretmektedir. Zira, Rasûlü’ne itaat etmek, Allâh’a itaat demektir. (Bkz. en-Nisâ, 80) Rasûlullah Efendimiz’e ittibâ etmek, Cenâb-ı Hakk’a muhabbetin gereğidir ve Allah Teâlâ’nın da bizi sevmesinin ve bize mağfiret etmesinin vesilesidir. (Bkz. Âl-i İmrân, 31)

RASÛLULLAH EFENDİMİZ’E VEFÂ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dâimâ ümmeti için yaşamıştır. Yirmi üç senelik risâlet ömründe; nice çile çemberlerinden geçmiş, ümmetini cehennem ateşinden korumak için, her türlü zahmet ve meşakkate tahammül etmiştir. Bir an olsun yorulmamış, bezginlik ve yorgunluk göstermemiş, dâimâ ümmetinin hidâyetiyle sevinmiş, ümmetinin huzura kavuşmasıyla dinlenmiştir. Açları doyurmak, O’na kendi açlığını unutturmuştur.

Vefâtından sonra da amellerimiz O’na arz olunmakta; güzel amelleri gördüğünde hamd edip, kötü amelleri gördüğünde istiğfâr eylemektedir.

Âhirette de Peygamber Efendimiz; şefaatiyle ümmetinin kurtuluşu için secdelere kapanacak, Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunacaktır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bütün bu fedâkârlıkları ve iyiliklerine karşılık, bir mü’minin de Peygamber’ine vefâkâr olması lâzımdır. Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılmalı, O’na dâimâ salât ü selâm getirmeli ve O’nun ahlâkından hisse almaya gayret etmelidir.

Yani O’na lâyıkıyla ümmet olmaya cehd ü gayret sarf etmelidir. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Hutbesi’nde;

“Sakın (günah işleyerek) mahşer gününde yüzümü kara çıkarmayın! (Beni mahcup etmeyin!)” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimize vefânın fârikası, O’nun emânetine vefâdır. Peygamberimiz Vedâ Hutbesi’nde ümmete emânetini şöyle îlân buyurmuştur:

“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz:

  • Biri, Allâh’ın kitâbı Kur’ân;
  • Diğeri Rasûlü’nün sünneti…” (Muvatta’, Kader, 3)

Cenâb-ı Hakk’ın ve Rasûlullah Efendimiz’in bize vefâ tâlimatlarından biri de, mü’min kardeşe vefâdır.

MÜ’MİN KARDEŞE VEFÂ

İslâm, mü’minleri birbirine kardeş kıldı ve bu kardeşliği kan bağından daha üstün eyledi.

Bu muhteşem kardeşliğin zirvesini, ensar ve muhâcirler arasında temâşâ ederiz. Evlerini, mallarını, iş ve güçlerini terk edip, İslâm için Medine’ye hicret eden muhâcirlere; Medineli ensar öyle kucak açtı ki, evlerini, tarlalarını, neleri varsa her şeylerini onlarla bölüşmek üzere ortaya koydular. Lâkin muhâcirler de, müstağnî / gözü tok davrandılar, karşılıksız yardım almak istemediler, hizmetlerde yardımcı olarak ensârın ihsanlarına mukabelede bulundular.

Kardeşe vefâ ile müslüman toplumunda herkes birbirine zimmetli idi. Herkes diğerinin maddî-mânevî hâlinden kendini mes’ul addetti. Fedâkârlık ve îsâr yaşandı.

Hazret-i Huzeyfe’nin anlattığı şu hâdise de, ashâbın son nefeste bile sergilediği ulvî ahlâk ve vefâyı aksettirmesi bakımından ne kadar câlib-i dikkattir:

Yermuk Muharebesi’nde idik. Çarpışmanın şiddeti geçmişti. Ok ve mızrak darbeleri ile yaralanmış olan müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermekteydiler. Bu arada ben de bin bir güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum. Fakat ne çare, bir kan gölü içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleriyle dahî zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek:

“–Su istiyor musun?” dedim.

Belli ki istiyordu, çünkü dudakları hararetten âdetâ kavrulmuştu. Fakat cevap verecek mecâli yoktu. Sanki göz işareti ile de muzdarip hâlini îmâ ediyordu.

Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki yaralıların arasından İkrime’nin sesi duyuldu:

“–Su! Su!.. Ne olur bir tek damla olsun su!..”

Amcamın oğlu Hâris; bu feryâdı duyar duymaz, kendisinden vazgeçerek göz ve kaş işaretiyle suyu hemen İkrime’ye götürmemi istedi.

Kızgın kumların üzerinde yatan şehidlerin aralarından koşa koşa İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime elini kırbaya uzatırken Iyaş’ın iniltisi duyuldu:

“–Ne olur bir damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!..”

Bu feryâdı duyan İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyaş’a götürmemi işaret etti. Hâris gibi o da içmedi.

Ben kırbayı alarak şehidlerin arasında dolaşa dolaşa Iyaş’a yetiştiğim zaman kendisinin son sözlerini işitiyordum. Diyordu ki:

“–İlâhî! Îman dâvâsı uğruna canımızı fedâ etmekten asla çekinmedik. Artık bizden şehâdet rütbesini esirgeme. Hatalarımızı affeyle!”

Belli ki, Iyaş artık şehâdet şerbetini içiyordu. Benim getirdiğim suyu gördü, fakat vakit kalmamıştı… Başladığı kelime-i şahâdeti ancak bitirebildi.

Derhâl geri döndüm, koşa koşa İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne göreyim; İkrime de şehid olmuş!

Bari amcamın oğlu Hâris’e yetişeyim, dedim.

Koşa koşa ona geldim. Ne çare ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslim eylemişti… Ne yazık ki kırba, dolu olarak üç şehîdin ortasında kaldı.

Huzeyfe -radıyallâhu anh- o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle anlatır:

“–Hayatımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde; bunların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli hâlleri, yani son nefeslerini de hayatlarındaki gibi fazîlet içerisinde vermeleri ve; «Ancak müslüman olarak ölünüz.» (Âl-i İmrân, 102) âyet-i kerîmesinin şuuru ile hayata vedâ edebilmeleri, gıpta ile seyredip hayran olduğum en büyük îman celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı…”

Ümmete vefâyı öğreten Fahr-i Kâinât Efendimiz’dir.

Akabe bey‘atlerinde Medineli heyetin içerisinde bulunan Ebu’l-Heysem bin et-Teyyihân;

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü, bizimle Sen’in kavmin arasında anlaşma var. Biz bu şekilde Sana söz verince anlaşmayı ortadan kaldırıyoruz. Biz Sana bey‘at edip söz verdikten sonra; Allah Sana tekrar kavmine dönecek güç ve kuvveti verirse, Sen’in onlara dönüp bizi bırakmandan endişe ederiz.” demesi üzerine, Sevgili Peygamberimiz tebessüm etti ve ona şu cevabı verdi:

“‒Kanınız kanım, mezarlığınız mezarımdır. Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Düşmanlarınız düşmanım, dostlarınız dostumdur.” (Ahmed, III, 461)

Tarih; Allah Rasûlü’nün sözüne sâdık kaldığına, kendisine kucak açanlara karşı hiçbir zaman vefâkârlıktan ayrılmadığına, kendisine yapılan iyiliği asla unutmadığına şahitlik etti. Bir gün Mekke’yle beraber bütün Arap Yarımadası’na hâkim olmasına rağmen, doğduğu ve büyüdüğü şehir olan Mekke’ye geri dönmedi. (Müslim, Zekât, 133) Söz verdiği gibi vefât edinceye kadar hep Medine’de ikāmet etti, orada vefât etti ve oraya defnedildi.

Peygamberimiz için en mühim mesele, İslâm’ın istikbâli ve tebliği idi. Bu hususta hizmet eden herkese de büyük vefâ gösterdi.

Habeşistan hicretinin üzerinden yıllar geçmişti. Bir defasında Habeşistan hükümdarının elçileri, Rasûl-i Ekrem’in huzûruna geldiler. Hazret-i Peygamber bunlarla yakînen ilgilendi, hattâ onlara bizzat hizmet etti. Ashâbın bu hizmeti kendilerinin yapabileceğini söylemeleri üzerine, Peygamber Efendimiz’in verdiği şu cevap çok mânidardır:

“Bunlar Habeşistan’a göç etmiş olan ashâbıma yer göstermiş, ikrâm etmişlerdir. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.” (Beyhakî, Şuabu’l-îmân, VI, 518; VII, 436)

Mü’minler arasındaki sadâkat ve vefâ; ashâbın izinden giden, onlara ihsân üzere tâbî olan ecdâdımızın hayatında da dillere destan misallere sahiptir.

Meselâ tarihimizdeki büyük kahramanların muvaffakiyetlerinin ardında, onlara büyük bir vefâ ve sadâkatle bağlı nice bahadırlar vardır.

Bir misal verelim:

Yavuz Sultan Selim Han; meşhur celâdetine rağmen, aynı zamanda çok hassas ve ince ruhlu bir insandı.

Devlet ve memleketin içinde bulunduğu karışıklığı sona erdirmek için, kardeşi Şehzade Korkut ile harp etmek zorunda kalmıştı. Korkut bu mücadelede vefât etti. Yavuz Han, ittihâd-ı İslâm uğruna kardeşini kaybettiği için çok üzüldü.

Daha sonra Korkut’un hizmetinde olup da esir alınan kişiler, Padişah’a arz edildi.

Korkut’un sâdık adamlarından Piyale Paşa’ya Yavuz şunları söyledi:

“–Seni, büyük bir fazîlet olan sadâkatin sebebiyle, affediyorum! Bu sadâkatinin mükâfâtı olarak da seni istediğin makama tayin edeyim. İstersen vezirim ol!”

Yavuz’un bu teklifi, eşsiz bir vefâ idi.

Lâkin; Piyale Paşa da, kendi kâ‘bına varılmaz vefâsını şöyle îlân etti:

“–Sultanım, madem fakire iltifat ediyorsunuz; Korkut’a bir türbe inşâ ediniz de, beni de ona türbedâr tayin ediniz. Bundan sonra benim vazifem Şehzade Korkut’un türbedârı olmaktır!..”

ANNE-BABAYA VEFÂ

Vefâ; iyiliğini gördüğümüz kişileri unutmamaktır. İnsanlık içinde en büyük iyiliklerini ve fedâkârlıklarını gördüğümüz kimseler, anne-babalarımızdır.

Evlâtlarına İslâm şahsiyetini mîras bırakan sâliha anne ve babalar, ömürlük teşekküre lâyıktır.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; altı yaşlarında annesi ile birlikte Medine’ye, babasının kabrini ziyarete gitmişti. Dönüşte, Ebvâ köyünde annesi de vefât etti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sûretle anneden de öksüz kalarak hizmetçileri Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- ile birlikte Mekke’ye döndü.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatı boyunca dadısı Ümmü Eymen’e vefâ gösterdi. Onu sık sık ziyaret eder ve kendisine; «Anne!» diye hitâb ederdi. Onun için;

“Annemden sonra annem! Bu, benim ev halkımdan sağ kalan tek kişidir!” diyerek iltifat eder, hürmet ve muhabbet gösterirdi.

Bahâüddîn Nakşibend -kuddise sirruhû- Hazretleri de;

“Benim kabrimi ziyaret etmek isteyenler, önce annemin kabrini ziyaret etsin.” buyurarak, annesi için sadaka-i câriye olma gayretinde olmuştur.

Abdurrahman (Molla) Câmî Hazretleri de der ki:

“Ben annemi nasıl sevmem ki; o beni bir müddet cisminde, uzun bir zaman kollarında, ölünceye kadar da kalbinin şefkat köşesinde taşımıştır. Ona hürmetsizlik göstermekten daha kötü bir şey bilmiyorum!..”

Büyük İslâm hukukçusu Ebû Hanîfe Hazretleri, en yüksek dînî makam olan Bağdat kadılığını, halîfenin sû-i istimal edebileceği endişesiyle reddetmişti.

Halîfe ise bu ret karşısında onu hapsetmişti. Bunun üzerine o koca imam demiştir ki:

“‒Bu hâlimden sakın annemin haberi olmasın! Zindan bana ağır gelmez, fakat annemin üzülmesine dayanamam!”

Peygamber Efendimiz, akrabalarına da eşsiz bir vefâ sergilerdi.

AKRABAYA VEFÂ

Huneyn Gazâsı’nda zafer elde edilmiş, ele geçirilen ganîmetlerin yanında çok sayıda da esir alınmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, esirler arasında süt kardeşi Hazret-i Şeymâ’nın da bulunduğu haberi geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemen onu yanına getirterek ridâsını çıkardı ve Hazret-i Şeymâ’nın altına serdi. Bâdiyede beraber büyüdükleri bu kıymetli süt kardeşe, büyük bir vefâ gösterip şefkatle muamele ederek;

“–Hoşgeldin!” dedi. Eski günleri hatırladı ve gözleri yaşla doldu. Anne ve babasını sordu. Şeymâ, onların vefât etmiş olduklarını bildirdi. Allah Rasûlü diğer akrabaları hakkında da bilgi aldı. Daha sonra da;

“–İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur! İstersen, sana mallar verip kabîlenin yanına göndereyim? Senin için bunu da yaparım.” buyurdu. Şeymâ;

“–Sen bana mal ver ve beni kavmimin yanına gönder.” dedi ve ardından müslüman oldu. Allah Rasûlü; Şeymâ Hatun’a ve aile halkından sağ olanlara, deve ve davarlar verdi. (İbn-i Hişâm, IV, 101; Vâkıdî, III, 913)

Peygamberimiz; aralarında akrabalarının bulunduğu Hevâzin’den alınmış, kendi payına düşen esirleri âzâd etti. Ashâbına da bunu tavsiye etti. Onlar da âzâd ettiler. Böylece binlerce harp esiri, hiçbir karşılık alınmadan iade edildi. Allah Rasûlü’nün vefâ hissi sayesinde binlerce insan ihyâ edildi, îmâna ve hürriyete kavuşturuldu.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ilk sütannesi olan Süveybe’ye duyduğu vefâ hisleri de çok muhteşemdir. Nitekim Süveybe, sık sık Efendimiz’i ziyarete gelir, Allah Rasûlü de ona hep izzet ve ikramda bulunurdu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Hatice ile evlendikten sonra Hazret-i Hatice de Süveybe’ye hürmet ve ikramda bulunmuştur. Efendimiz’in Medine’ye hicretinden sonra Ebû Leheb tarafından âzâd edilen Süveybe’ye, Peygamber Efendimiz; Hayber’in Fethi’nden sonra ölünceye kadar bakmış, onun bütün ihtiyaçlarını karşılamıştır. Süveybe’nin vefat haberi kendisine ulaşınca da ikrâm etmek için yakınlarını soruşturup, araştırmıştır. (İbn-i Abdilber, İstîâb, I, 27-28)

Efendimiz’in hiç unutmadığı ve dâimâ vefâ gösterdiği şahsiyetlerden biri de Hatice Vâlidemiz idi.

Âişe Vâlidemiz, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hatice Vâlidemiz’e gösterdiği vefâkârlığı şöyle anlatır:

“Peygamber Efendimiz’in hanımlarından hiçbirini, Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu hiç görmedim. Fakat Rasûl-i Ekrem, onu sık sık yâd ederdi. Bir koyun kesip eti taksim edildiğinde, çoğu zaman Hatice’nin dostlarına da gönderirdi. Bazen (dayanamayıp) Allah Rasûlü’ne;

«–Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı!» derdim.

Fahr-i Kâinât Efendimiz;

«–O, şöyle şöyleydi…» diye husûsiyetlerini sayar ve;

«Evlâtlarım ondan oldu.» derdi.” (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 20; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 74-76)

Bir gün Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe ile beraberken huzûr-i saâdetlerine ihtiyar bir hanım gelir. Allah Rasûlü ona adını sorar. O da; «Cessâme el-Müzenî» diye cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, «çirkin» mânâsına gelen bu adı, «güzel» mânâsındaki yeni bir isimle değiştirerek;

“Hayır; senin adın «Cessâme» değil, Hassâne el-Müzenî’dir.” buyurur. Sonra da ihtiyar kadına hâlini hatırını sorar, pek çok iltifatlarda bulunur. Yaşlı hanım gittikten sonra Allah Rasûlü’nün ona gösterdiği ihtiram, ilgi ve alâkası dikkatinden kaçmamış olan Hazret-i Âişe merak ederek;

“‒Bu yaşlı hanım kimdi yâ Rasûlâllah?” diye sorar. O da;

“‒Hatice’nin arkadaşı olup onun sağlığında bize gelip giderdi. Şüphesiz ahde güzel bir şekilde vefâ göstermek îmandandır.” buyurur. (Hâkim, Müstedrek, I, 20)

Maalesef incir çekirdeğini doldurmayacak bahanelerle boşanmaların çoğaldığı devrimizde, bey ve hanımların birbirine vefâyı unuttuklarını görüyoruz. Vefânın zıddı; bencilliktir, nâdanlıktır ve acımasızlıktır. Neticesi de parçalanan aileler, ortada kalmış çocuklar olmaktadır.

ECDÂDIN EMÂNETİNE VEFÂ

Vefâsızlığın acı bir manzarası da İslâm ülkelerindeki mazlumlara karşı yaşanan duygusuzluktur. Hadîs-i şerifte müslümanların birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve merhametleri; bir bedenin uzuvlarına benzetilmiştir. Bir uzuv ateşlense, nasıl bütün vücut, o ızdırâbı paylaşırsa; müslümanlar da kardeşlerinin yaşadıkları mâtem ve acıları yüreklerinde hissetmelidirler.

Günümüzde İslâm beldeleri, mâtem ülkeleri hâline geldi. Binlerce müslüman ölüyor, yüz binler evsiz, yurtsuz, aç ve bî-ilâç kalıyor. Bu, onlar için de imtihan, bizim için de imtihan… Onlar için, sabır ve tahammül imtihanı; bizim için ise mü’min kardeşe ensâr olabilme, vefâ gösterebilme imtihanı…

Vatan da vefâ bekler. Toprağı vatan yapan, onun uğrunda dökülmüş ecdâdın şehâdet kanıdır. Arkadan gelen nesillere düşen vazife de, canları ve kanları pahasına o vatanı korumaktır.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!

diyen Mehmed Âkif de bu hakikati terennüm etmiştir.

İşte gasp edilmiş Kudüs ve Filistin… O İslâm beldeleri tâ Hazret-i Ömer zamanında fethedilmişti. Haçlıların işgalinden de Salâhaddîn-i Eyyûbî ve devamında Selçukluların gayretleriyle kurtarıldı. 1799’da Napolyon; Filistin bölgesini işgal etmek istediğinde, Cezzar Ahmed Paşa ve askerleri, bu mağrur kumandana hayatının ilk mağlûbiyetini tattırdılar.

Lâkin Birinci Dünya Savaşı’nı müteâkip; Osmanlı’nın parçalanmasıyla, artık İslâm dünyası başsız kaldı. Filistin işgal edildi.

Hâlbuki Sultan II. Abdülhamid Han, Osmanlı’nın bütün dış borçlarını ödeme mukabilinde Filistin’den toprak isteyen Teodor Hertzel’e;

“–Ben Filistin’den bir karış dahî toprak satmam! Zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim ise, oraları kanlarını dökerek kazanmış ve mahsuldâr kılmıştır. Şehid kanları ile alınan vatan parçası, para ile satılamaz! Biliniz ki, ben canlı bir beden üzerinde sizin yapmayı plânladığınız hâin ameliyata asla müsaade etmem!” demiş ve bu tehlikeyi bertaraf etmek için çok ciddî tedbirler almıştır.

Bütün mahzun ve mazlum İslâm coğrafyası bizden vefâ ve duâ beklemektedir.

Tarihten bir ibret levhası:

Plevne, Rus muhasarası altında kalınca, Gazi Osman Paşa, üç ay mukavemet etti. Fakat beklenen yardımlar gelmeyince, muhasarayı huruç harekâtı ile yarmaya karar verdi. Bunun üzerine Osman Paşa hıristiyan halkın temsilcilerini çağırdı. Kaleden çıkılması meselesini açarak;

“–Ben, sizi muhafaza etmek için sizlerden cizye (vergi) aldım. Fakat sizi bugün muhafaza etme gücüm kalmadı. Bu cizyeleri size iade ediyorum.” dedi. Bu hakkāniyet ve vefâ karşısında hıristiyan halkın temsilcileri duygulanarak;

“–Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz? Biz de sizinle geleceğiz.” dediler, hakikaten huruç harekâtına binlerce Bulgar katıldı.

Yâ Rabbî!.. Bizleri ahdine sâdık ve vefâkâr kullarından eyle!.. Başta anne-babalarımız, hocalarımız, vatanımızı bize emânet eden şühedâ ecdâdımız olmak üzere; üzerimizde hakkı olan herkese vefâ ile mukabelede bulunmayı bizlere müyesser eyle!..

Âmîn!..