İslâm’da Hamd ve Şükür (Kur’ânî Tâlimatlar 12)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Aralık, Sayı: 178

AZLAR

Hazret-i Ömer’in yanında bir kişi;

“–Yâ Rabbî! Beni azlardan eyle!” diye duâ ediyordu.

Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Bu nasıl duâ?” diye sordu.

O kişi de şöyle cevap verdi:

“–Duydum ki Allah Teâlâ;

وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ

«Kullarımdan şükredenler azdır.» buyurmuş. Ben, beni işte o «azlar»dan kılmasını istiyorum.”

Hazret-i Ömer bu cevabın karşısında hayret ve tevâzu ile;

“–Herkes Ömer’den daha bilgili!” dedi.

Âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi, şükrün hakkını verebilen kullar azdır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın insan üzerinde hesapsız nimetleri vardır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi.

Allâh’ın nimetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız!

Doğrusu insan, çok zâlim (ve) çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)

Hakikaten;

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nimetleriyle perverde olmaktadır.

  • Var olması,
  • Sâir mahlûkattan değil de insan olarak yaratılması,
  • Ahsen-i takvîm yani en güzel sûrette yaratılması,
  • Akıl, ruh ve sıhhat gibi mânevî nimetlerle de taltif edilmesi,
  • Sâir mahlûkattan daha üstün, daha temiz ikramlar ve nimetlerle rızıklandırılması,
  • Diğer birçok mahlûkātın etiyle, sütüyle, yumurtasıyla insanoğluna bir gıdâ malzemesi olması…

Bunların hepsi insana meccânen verilmiş nimetlerdir.

İnsan dünyaya, sıfır sermâye ile, yani hiçbir bedel ödemeden gelir. Cenâb-ı Hak, ona imtihanda kullanacağı her şeyi bilâ-bedel lutfeder ve ondan bir şey ister:

KULLUK ve ŞÜKÜR

Yaratılış sebebimiz, Allâh’ı tanımak ve O’na kulluk etmektir. Hayatımızı O’nun tâlimatlarıyla yaşamamızdır. Bu emir ve tâlimatları yerine getirmemiz, bir taraftan da Rabbimiz ve Hâlıkımız’a karşı vefâ borcumuzdur.

Bu nimetler meccânen verilmiştir. Fakat, veriliş gayesine muvâfık kullanılıp kullanılmadıklarına dair her nimet için hesap sorulacaktır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

Bir mü’min; kulluk vazifelerini elinden geldiğince edâ ettiğini düşünse dahî, nâil olduğu nimetlerin şükrünü tam mânâsıyla îfâ ettiğini asla iddia edemez. Çünkü secdede bir ömür geçirse dahî, mazhar olduğu onca nimetten hangi birinin hakkını ödemiş olabilir ki?

VİCDAN BORCU

İnsan, teşekkürün gerekli olduğunu vicdânen de kabul eder. Nitekim bize bir buket çiçek hediye eden kimseye, teşekkür etmemeyi büyük bir kusur addederiz.

Bir çiçek demeti alıp bize getirene; vicdânen göstermek mecburiyeti hissettiğimiz o şükran hissini, evvelâ o çiçekleri yoktan var eden Rabbimiz’e göstermemiz îcâb etmez mi?

Çünkü eğer Cenâb-ı Hak; bu kâinâtı rengârenk çiçeklerle donatmasaydı, biz ruhlarımızı okşayan enfes kokularla dolu o türlü türlü güzelliklerden tamamen mahrum kalacaktık.

Bize bir bardak su verene, teşekkür etmezsek, ayıp olur diye düşünürüz; ya suyu muhteşem atmosfer filtrelerinde arıtıp, berrak, tatlı ve tertemiz şekilde bize ikrâm eden Rabbimiz’e şükretmezsek, bunun adı ne olur? Çok çirkin bir hamlık, duygusuzluk, nâdanlık ve küstahlık olmaz mı?

Hak dostlarından Mehmed Emîn Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:

“…Bir nefeste iki nimet vardır (birincisi nefesi alabilmek, ikincisi aldığı nefesi verebilmek). Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır.”

Bu sebeple, sır ve hikmetlerde derinleşen ve Cenâb-ı Hakk’a dost olabilme ufkunda mesafe kat edebilen ârif kullar; dâimâ sâlih amellerle meşgul oldukları hâlde, istiğfârı da asla dillerinden düşürmezler ve şöyle derler:

سُبْحَانَكَ مَا شَكَرْنَاكَ
حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ

“Sana hakkıyla şükredemedik ey Meşkûr / ey her varlığın şükrettiği Allâh’ım!”

Rasûlullah Efendimiz, en güzel kulluğu edâ ettiği ve gelmiş geçmiş bütün zelleleri dahî affedildiği hâlde, geceler boyu ibâdet ediyordu. Buna hayret edilip, hikmeti sorulduğunda ise;

“Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyuruyordu. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386)

Şükrü edâ edebilmenin zorluğunu ve ancak ilâhî yardımla müyesser olabileceğini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu hadîs-i şeriflerinden de anlamaktayız:

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir gün Muâz bin Cebel -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elinden tutarak ona şöyle buyurmuştur:

“–Ey Muâz! Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Ey Muâz! Sana her namazın sonunda;

اَللّٰهُمَّ اَعِنّ۪ى عَلٰى ذِكْرِكَ
وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

«Allâh’ım! Sen’i zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!» duâsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

SADECE LİSANLA DEĞİL

Şükür, sadece dille;

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ اَلشُّكْرُ لِلّٰه

“Allâh’a hamdolsun, Allâh’a şükürler olsun.” deyivermekle tamam olmaz.

Muhammed Es‘ad Erbilî Hazretleri şükrü şöyle tarif eder:

“Şükür, sadece lâfzen; «Yâ Rabbî Sana şükürler olsun!» demek değildir. Bilâkis Allâh’ın kendisine lutfettiği nimetlerin hepsini yaratılış maksadına uygun olarak kullanmaktır. Şükrün en makbulü ise sârî olan, yani din kardeşlerine fayda veren (içtimâî) ibâdetlerden (ve hizmetlerden) ibarettir.”

Bişr-i Hâfî Hazretleri bu husûsu şöyle îzah buyurur:

“Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur.

Çünkü;

Gözün şükrü; bir hayır gördüğü zaman onu almak, şer görürse onu örtmektir. (Harama bakmamaktır.)

Kulağın şükrü; bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır. (Kulağı haramlardan korumaktır. Kur’ân ve benzeri güzel seslere kulak vermektir.)

Ellerin şükrü, onlarla hakkı olandan başkasını tutmamaktır. (Hayırlı hizmetler etmek ve infakta bulunmaktır.)

Midenin şükrü; helâl ile gıdâlanmak, (akıl ve kalbin şükrü) ilim ve hilm ile dolu olmaktır;

Ayakların şükrü de, iyilikten başkasına gitmemektir.

Kim böyle yaparsa hakikaten şükredenlerden olur.”

Mânevî terakkî sonsuz olduğu için, şükrün de yüksek mertebeleri vardır.

Allah için dost olan Şakîk-i Belhî ile İbrahim bin Edhem Hazretleri’nin, birbirlerini irşâd için yaptıkları bir gönül sohbeti esnasında Şakîk-i Belhî Hazretleri sorar:

“–Geçim husûsunda ne yaparsınız?”

İbrahim bin Edhem;

“–Bulunca şükreder, bulamayınca sabrederiz!..” der.

Şakîk-i Belhî Hazretleri;

“–Bunu, Horasan’ın köpekleri de yapar!” deyince, bu defa İbrahim bin Edhem sorar:

“–Ya siz ne yaparsınız?”

Şakîk-i Belhî Hazretleri şu cevabı verir:

“–Bulursak şükredip infâk eder, bulamadığımızda yine şükredip sabrederiz.”

ŞÜKRÜN HER NEV‘İ

Her nimetin şükrü evvelâ kendi cinsindendir.

Meselâ sahâbe-i kiram hazerâtı; hidâyetin ve sahâbî olmanın şükrünü îfâ edebilmek için, her şeylerini Allah yolunda fedâ ettiler. İslâm nimetini; dünyada insanların bulunduğu her yere ulaştırmak için, hiçbir meşakkatten kaçınmadılar, hiçbir tehlikeden korkmadılar, bezginlik göstermediler, yorulmadılar. Bu yolda; tâ Çin’e, Semerkant’a, Kayravan’a, Afrika’nın içlerine gittiler, hidâyet kandili oldular.

Zengin sahâbîler, servetlerini Allah yoluna sarf ettiler. Fakir sahâbîler de dağdan odun toplayıp, üç-beş kuruş kazandılar yine infâk ettiler.

Dâimâ hamdi yaşadılar. Zira Rabbimiz bizden dâimâ hamd istiyor. Her Fâtiha’nın başında;

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.”

Bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“…Onların duâları; «Bütün hamd ü senâlar, âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.» diye son bulur.” (Yûnus, 10)

Başta hamd… Sonda hamd…

Peygamber Efendimiz her fırsatta, Cenâb-ı Hakk’a hamd ederdi. Bütün hutbelerine, hitâbelerine hamdele ile başlardı. Yemek, abdest ve günlük meşgalelere varıncaya kadar her fırsatta, Cenâb-ı Hakk’a verdiği nimet, afiyet ve imkânlar için hamd ve şükrederdi.

Hamd ve şükrün zıddı ise, Cenâb-ı Hakk’ın gazap ettiği «Nankörlük»tür.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Eğer şükrederseniz, elbette size olan (nimetlerimi) artırırım.

Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!” (İbrâhîm, 7)

İnsanın bu dünyadaki imtihanı, ana hatlarıyla ikiye ayrılır:

Nimetlere şükür ve meşakkatlere sabır…

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” (Beyhakî, Şuab, VII, s. 127)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şükür ve sabrın birbirine olan üstünlüğü hakkında şöyle buyurur:

“Şükürle sabır birer binek hayvanı olsalardı, hangisine daha önce bineceğimi kestiremezdim.”

İçinde yaşadığımız asır, geçmiş zamanlara göre, büyük bolluklar ve nimetler devridir. Musluğu çevirince su hem de sıcak su akıvermekte, düğmeye basınca ışık yanmakta, ne ocak için ateş yakma meşakkati, ne çamaşır için meşakkat var. Geniş nakliye imkânlarıyla, her türlü sebze ve meyve mahallene kadar gelmekte. Hemen her şey geçmişe göre kat kat kolay ve rahat.

Fakat; ham ve gafil nefis için, rahat ve bolluklar, nankörleşme tehlikesi ihtivâ eder. Menfaatine ve arzularına düşkün nefis, ulaştığı her nimeti kendisinin bir hakkı gibi görme gafletine düşer. «Bunun bir ikrâm edeni var. Onun benden istedikleri var.» diye düşünmeyi istemez. Muvakkat nimetleri ebedî zanneder. Esas ebedî nimetlerin yurdu olan cennete hazırlık ise, hamd ve şükür ister. Gayret ve mücâhede ister.

Nefsin bu husûsiyetlerinden dolayı; tasavvufta, mücâhede ve riyâzat vardır. Nimetlerden istifâdeye bir ölçü koymak vardır. Mubahlardan dahî kifâyet miktarı istifâde edip, gerisini bir âhiret sermâyesi olarak infâk etmek vardır.

HAKLARIN ÖDENMESİ

Şükür borcumuzun îfâsı, bir bakıma üzerimizdeki hakkın ödenmesidir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ

(Hüsrandan kurtulacakların bir vasfı da şudur ki:) Onlar, hakkı birbirlerine tavsiye ederler…” (Bkz. el-Asr, 3)

Üzerimizdeki hakları beş kısımda mütalâa edebiliriz:

Birincisi; bizi İslâm nimetiyle perverde eden Cenâb-ı Hakk’a şükretmemizdir. Her nimeti bize nasîb eden Cenâb-ı Hak’tır.

Her yediğimiz gıdâyı, besmeleyle yemeye başlamalı, tefekkür derinliğinde yemeli ve hamdeleyle bitirmeliyiz. Ondan hâsıl olan kuvveti de, Rabbimiz’in râzı olmayacağı bir fiile sarf etmemeliyiz. Yani o enerjiyi ancak ibâdetler ve Allah yolunda hayırlı hizmetlerde kullanmalıyız.

Rabbimiz’in bizlere en büyük nimeti ise, bizleri îmâna eriştirmesi ve Rasûlullah Efendimiz’e ümmet eylemesidir.

Hakların ikincisi; Rasûlullah Efendimiz’in hakkıdır.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki;

Merhameti en yüksek Peygamber. Ümmetine, bir anne-babanın evlâdına olan şefkatinden daha şefkatli bir Peygamber. O müstesnâ şefkatiyle buyurdu ki:

“Sakın (günah işleyerek) mahşer gününde yüzümü kara çıkarmayın! (Beni mahcup etmeyin!)” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

O’nun hakkını ödemek, ancak O’na itaat ve ittibâ ile, yani Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında bir hayat yaşamakla mümkündür. Rabbimiz buyurur:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Allah Rasûlü’ne itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

Üçüncüsü; din kardeşinin, kardeşi üzerindeki haktır. Kardeşlik hukukudur.

Bu dünyada herkes birbirine muhtaçtır. Kimse; «Ben müstağnîyim / başkasına ihtiyacım yok.» diyemez. Çünkü ihtiyaçlar da, maddî ve mânevîdir.

Hulâsa edersek;

  • Zengin, fakirden mes’uldür. Yani fakir, zengine zimmetlidir. Dünyada fakir, zengine muhtaçtır. Âhirette ise zengin fakirin duâsına muhtaçtır. Fakire verdiği sadakanın ecrine muhtaçtır.
  • Hâli-vakti yerinde olan, garip ve kimsesizden mes’uldür.
  • Kuvvetli olan, zayıftan mes’uldür.
  • Sıhhatli olan, hastadan mes’uldür. Dünyada hasta, sıhhatli insanın yardımına muhtaçtır. Kıyâmette, o zor günde ise; o sıhhatli insan, hastanın duâsına muhtaçtır.
  • Bilen bilmeyenden mes’uldür. Bilmeyen dünyada, bilen kişilerin öğretmesine muhtaçtır. Bilenler de o mes’ûliyeti yerine getirmiş olmak için o kişilerin duâsına muhtaçtır.

Bu haklar yerine getirildikçe, kardeşlik bağları da kuvvetlenir.

Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri de şöyle buyurur:

“Veren kişi, alana bir teşekkür edâsı içinde ikrâm etmelidir. Çünkü alanın nasibi, dünyevî bir ihtiyacının giderilmesi; verenin nasibi ise ilâhî rızâ ve âhiretteki sonsuz lütuflardır. Böyle olunca, veren daha kârlı durumdadır. Onun için muhatabına teşekkür etmelidir.”

Dördüncüsü; mahlûkātın hakkıdır. Zira Rabbimiz, mahlûkātı bizler için halk etmiştir. Onlar bize emânettir. Onlardan istifâde ederken, zulüm ve acımasızlıktan uzak durmak îcâb eder.

Kapımızdaki kedi, köpek, kanadı kırık bir kuş… Her birine merhamet göstermeli, mahlûkāta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmalıyız.

Zira onlar, Cenâb-ı Hakk’ın el-Bârî (bir örnek olmaksızın yaratan) ve el-Musavvir (en güzel sûrette tasvîr eden, şekil veren) isimlerinin tecellîleridir.

Bu sebeple;

Gördüğümüz her hayvanda, Rabbimiz’in sanatını tefekkür edeceğiz, bu mahlûkāta mûnis ve müşfik davranacağız ve yine Cenâb-ı Hakk’a şükredeceğiz.

Beşincisi; eşya ve mülk husûsunda hakkı yerine getirebilmek…

اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ

“Mülk, Allâh’ındır.”

İnsan bu dünyaya mülk ile gelmediği gibi, bu dünyadan da mülk ile gidemez. Demek ki insan, dünya hayatında sadece bir emânetçidir.

Öyleyse;

Bize bol maddî imkân emânet edilmişse, onu kullanırken, Süleyman -aleyhisselâm-’ı tefekkür edip örnek alarak, kalbi maddiyâta kasa yapmayacağız. İsraftan ve pintilikten sakınacağız. Kendimize harcarken kifâyet miktarını aşmayıp, artanı Allah yolunda infâk etmenin gayreti içinde olacağız.

Eğer rızkımız dar ise, Eyyûb -aleyhisselâm-’ı düşünüp örnek alacağız. İlâhî taksîme rızâ ve teslîmiyet göstereceğiz. Şikâyet ve isyandan uzak duracağız.

Varlıkta da yoklukta da, her iki hâlde de en güzel şekilde şükür ve sabırla bize eşsiz bir nümûne olan -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e benzemeye çalışacağız ve şükredeceğiz.

Bir veznedarın, kendisine emânet edilen paralara gönül bağlaması ne kadar abestir. Onun tek vazifesi, paraların gerçek sahiplerinin verdiği vazifeyi yerine getirmektir.

Biz de dünyada bize imtihan için emânet tevdî edilmiş maddî imkânlara kalbî alâka göstermeyeceğiz. Mülkün gerçek sahibinin istediği yere kullanarak, onları âhireti kazanma malzemesi hâlinde istihdâm edeceğiz.

Bunların neticesi, dünyanın geçici seraplarına kanmamak, onlardan müstağnî olabilmektir.

Zira en büyük nimet olan Kur’ân-ı Kerim’de; âhiret karşısında, dünya hayatının durumu şöyle tarif edilir:

اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰيهَا

“Sadece bir akşam vakti veya kuşluk zamanı…” (Bkz. en-Nâziât, 46)

Demek ki, âhiretin zorlukları karşısında, bütün bir ömür, insana tek bir günün çok azıcık bir kısmı kadar gelecek.

Bu itibarla;

Zamanı israf etmemeli. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği ömre bir teşekkür hâlinde yaşamalı. Bunun yolu da ömrü şerîatın muhtevâsı içinde yaşamaktır. Ömür, hakkında en çok aldanılan ve âhirette en büyük pişmanlıklara düşülen bir nimettir.

Âyet-i kerîmede ömür nimetinin ehemmiyeti şöyle beyan buyurulur:

“Onlar orada şöyle feryâd ederler:

«–Rabbimiz! Bizi çıkar, (daha önce) yaptığımız (kötü amellerin) yerine sâlih ameller işleyelim!»

(Onlara şöyle denilir:)

«–(Evvelâ) size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi?

(İkinci olarak) size (Peygamber, Kur’ân ve ihtiyarlık alâmeti gibi nice) îkaz edici de gelmedi mi?

(O zaman niçin inanmadınız?)

Şimdi tadın (azâbı)! Zâlimlerin yardımcısı yoktur!»” (Fâtır, 37)

Demek ki; ömrü isrâf etmek, ebedî hayatı isrâf etmek ve kaybetmektir.

ŞÜKRE MÂNİ OLAN VESVESELER

Gafil insan, dâimâ hayatındaki kısmen noksan olan tarafa teksif olur ve hep onun endişesiyle meşgul olur. Bu şikâyetçi hâl yüzünden, aslında sayısız nimetlerin içinde olduğunu unutur.

Meselâ bir tek uzvu ağrısa, muntazaman çalışan diğer uzuvlarının şükrünü ihmâl edecek derecede, şikâyetlere kapılır.

Biraz rızık darlığı yaşıyor diye; hep fakirlikten şikâyet eder, meselâ sıhhatinin, aile huzurunun ve îman selâmetinin şükrünü unutur. Bu da nankörlüktür.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Şüphesiz Biz ona (insana, doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör!” (el-İnsân, 3)

Ancak bu serbestlik değildir! Çünkü tercihlerin sonunu bilmek lâzımdır. Şükredici olmanın mükâfâtı, cennetlerdir. Nankörlüğün sonu ise ebedî azap…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesiyle sahâbe toplumunda; öyle bir ufuk açılmıştı ki, onların hiçbiri dünyevî hâlinden şikâyet etmezdi. Onların bütün derdi, uhrevî idi. Onların yegâne endişeleri;

“‒Acaba Allah benden râzı mı?”

“‒Acaba, âhirette Rasûlullah Efendimiz’le beraber olabilecek miyim?” hakikatiydi.

Yıllar evvel, âmâ bir talebemiz dedi ki:

“–Efendim, size bir sual sormak istiyorum:

Şükür mü zordur, sabır mı zordur?

Dedim ki:

“–Duruma göre değişir. Şükrün de zor olduğu zamanlar olur, sabrın da zor olduğu zamanlar olur.”

Delikanlı teşekkür etti. Kendi suâline, kendi cevabını da şöyle ifade etti:

“–Hocam, ben âmâyım. Fakat şunu söyleyeyim; zannederim şükür daha zordur.

Nasıl olsa dünya, gelip geçiyor. Sayılı günler, öyle veya böyle bitiyor. Sabretmek zor değil…

Fakat insan olarak gelmek, müslüman olarak gelmek, ümmet-i Muhammed olarak gelmek… Bunca nimetin şükrü zordur ve ağırdır hocam…”

Ne kadar olgun bir cevap!..

Bir Hak dostu da gafletten kurtulup dâimâ hamd, şükür ve rızâ hâlinde, huzurlu bir kulluk hayatı yaşamamız için şu tavsiyelerde bulunur:

“Zaman zaman hastahânelere giderek hastaları ziyaret et! O muzdaripler gibi hastalıklara müptelâ olmadığını ve üzerindeki sıhhat nimetini düşünerek hâline şükret!

Zaman zaman hapishânelere giderek oradaki mahkûmların bin bir ızdırapla dolu zindan hayatlarını tefekkür et! Cinayetlerin bir anlık gaflet veya cinnet neticesinde işlendiğini, diğer taraftan mazlum olarak hapse düşüp o cefâya katlananların da bulunduğunu, onların yerinde kendinin de olabileceğini düşün! Allah Teâlâ seni bu hâle düşmekten muhafaza ettiği için O’na şükret! Oradakilerin selâmeti için sen de duâ et!

Sonra kabristanlara git, oradaki mezar taşlarından hâl lisânı ile yükselen sessiz feryatları dinle! Ömür nimetini kaybettikten sonra pişman olmanın hiçbir fayda vermeyeceğini düşünerek vakitlerinin kıymetini bil! Mezarda yatanlar için bir Fâtiha oku ve bundan sonraki günlerini; hamd, şükür, zikir ve Allah yolunda gayret ile değerlendir!”

Nitekim ecdâdımız; kabristanları şehir içlerinde ve bilhassa cami önlerinde yapmışlardır ki, orada sık sık kendi istikballerini tefekkür etmelerine vesile olsun. Böylece, o kabirleri her gördüklerinde dünya hayatının fânîliğini yakînen hissetsinler de âhireti unutmasınlar. Gençliklerine, sıhhatlerine, güç-kuvvetlerine aldanıp kendilerini dünyada kalıcı zannetmesinler. Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirsinler. Asıl gerekli olan âhiret sermâyesini bir an evvel tedârik etmenin gayretine girsinler.

Bu şuurla olgunlaşan Osmanlı insanı; sıradan insanından, muhteşem sultanlarına kadar, dâimâ hamd ve şükür içinde yaşadı. En zirve zaferlerle dahî enâniyete kapılmadı.

Tarihten bir misal:

Mâlûmdur ki, Barbaros Hayreddin Paşa; Preveze’den sonra esir düşman kadırgalarını önüne katarak muhteşem donanmasıyla Haliç’e girmişti. Kanunî ve vezirleri de bu ihtişamlı manzarayı Sarayburnu’ndan seyretmekteydiler. Paşalardan biri heyecanla;

“–Sultanım, dünya böyle bir manzarayı acaba kaç kere seyretti? Sizler ne kadar fahretseniz (övünseniz) azdır!” dedi.

Ulu hakan Kanunî’nin cevabı ise şöyle oldu:

“–Paşa! Bize; fahretmek mi, yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yüce Rabbimiz’e hamd ile şükretmek mi düşer?!.”

İşte ecdâdımızı maddî ve mânevî zirvelere taşıyan yüksek kıymetlerden biri de bu hamd ve şükür, bu hiçlik ve tevâzu idi.

Yâ Rabbî!.. Milletimizi yeniden o müstesnâ aslî hüviyetine kavuştur!..

Bizleri ve nesillerimizi bu dünyada nimetlerin şükrünü îfâya gayret eden, âhirette de hesabını kolayca verebilen bahtiyar kullarından eyle!..

«Kullarımdan şükreden azdır!» buyurarak, zorluğuna dikkat çektiğin bu şükür ve sabır vazifesinde, bizlere yardım ve inâyetini eksik eyleme, yâ Rabbî!..

Lütuflarını bol bol verdiğin gibi, şükür ve sabrı da üzerimize yağdır yâ Rabbî!..

Âmîn!..