İslâm’da Aile (Kur’ânî Tâlimatlar 3)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Mart, Sayı: 169

İLK İNSAN, İLK AİLE…

Cenâb-ı Hak, önce ilk insan olan Âdem -aleyhisselâm-’ı topraktan yarattı. Âdem -aleyhisselâm- cennette her türlü nimet içinde olduğu hâlde, kendini yalnız hissetti. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem uykuda iken, ondan Hazret-i Havvâ’yı halk etti. Cüzden külle, küllden cüz’e bir akış ve temâyül başladı. Meleklerin kıydığı bir nikâh ile kurulan bu ilk aileden, insanlık vücûda geldi.

Âyet-i kerîmede bu hakikat şöyle dile getirilir:

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَث۪يرًا وَنِسَٓاءًۚ

“Ey insanlar! Sizi tek bir nefsten (Âdem’den) yaratan, ondan da eşi (Havvâ’yı) yaratarak (yeryüzünde) ikisinden birçok erkek ve kadın var eden Rabbinizden sakının!..” (en-Nisâ, 1)

Rabbimiz; insanın, Allah adına nikâh akdiyle kurulan huzur ve saâdet dolu aile yuvasında dünyaya gelip, yetişmesini murâd etti. Mukaddes aile yuvasında; anne-baba, zevç, zevce ve evlâtları karşılıklı hak ve vazifelerle birbirlerine zimmetledi.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz. (…)

  • Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür.
  • Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes’uldür…” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

Cenâb-ı Hakk’ın; evliliğe lutfettiği ayrı bir ikram da, nikâh sayesinde bir araya gelen iki insanın, daha önce iki yabancı iken, bir anda dünyanın birbirine en yakın iki ferdi hâline gelmeleridir. Kurdukları yuva; çoğu kere, ayrıldıkları baba ocağından, anne ocağından daha sıcak gelmeye başlar. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî bir tecellîsidir. Âyet-i kerîmede bu tecellî, ilâhî bir nimet olarak şöyle bildirilir:

وَمِنْ اٰيَاتِه۪ٓ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُٓوا اِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةًۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir.

Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (er-Rûm, 21)

Hayatın her safhasını tanzim eden İslâmiyet, elbette aile husûsunda da insana mühim tâlimatlar vermiştir.

İki insanın muhabbetle bir araya geldiği ailede; huzur ve saâdet için, güzel ahlâka riâyet en büyük zarûrettir. Rabbimiz, ailede «güzel geçinme»yi ve «sabrı» emretmiştir:

وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَاِنْ كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسٰى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّٰهُ ف۪يهِ خَيْرًا كَث۪يرًا

“…Hanımlarınızla iyi geçinin, onlara güzel muâmelede bulunun. Onlardan hoşlanmasanız bile, umulur ki sizin hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah birçok hayır takdir eder.” (en-Nisâ, 19)

Aile yuvasında sevinç ve mutluluk için duâlar etmemiz de Kur’ânî tâlimatlardandır:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا
وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ

“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla!..” (el-Furkān, 74)

Âyet-i kerîme; göz nûru evlâtlar için, göz nûru hanımların yetişmesinin şart olduğunu bildirmektedir. Peygamberimiz, kız evlâtların güzelce yetiştirilmesiyle alâkalı müjdeler vermiştir.

Aile demek; nikâh demektir, iffet demektir. Erkeğin de kadının da şerefi ve kıymeti, nikâh ile akdedilen ailede gerçekleşir.

İffet, insana mahsus bir keyfiyettir. İffetsizlik ise, insanlık haysiyetinden uzaklaşmaktır; hayvanlar gibi sorumsuz, pis, rezil ve pespâye bir hayat sürmektir. Üstelik hayvanlara; akıl, vicdan ve ruh gibi husûsiyetler verilmemiştir. Bu sebeple onlar; bu yaşayışlarından dolayı suçlu gösterilemezler. Ya insan?

Câhiliyyede, asil aileler nikâh müessesesini muhafaza ediyordu. Lâkin toplumda iffetsizlik hâkimdi.

CÂHİLİYYEDE ve ÂHİRZAMANDA KADIN

  • Câhiliyyede kadın alınıp satılan ve kiralanan bir metâ hâlindeydi.

Dikkat edilirse; câhiliyyedeki bu çirkin ahval, âhirzamanda da benzer şekilde zuhur etmektedir.

Günümüzün modern câhiliyyesinde de;

  • Kadınlar; aileden, evlilikten ve annelikten soğutularak, sokağa ve dış dünyada kendini teşhir etmeye özendirilmektedir. Sanki nâdîde bir çiçek, kaldırımlarda ayaklar altında ezdirilmekte ve çiğnetilmektedir. Bu ne kadar hazin bir fâciadır. Maalesef bugün nice kadınlar; şehvetlerinin esiri olmuş kalabalıkların, mütecâviz nazar ve tavırlarının insafına terk edilmektedir.

Heyhat!

Üzerine her türlü kirin döküldüğü bir çöp tenekesine düşen bir pırlanta, ne kadar talihsizdir.

Kadın bir vitrin malzemesi yapılmaktadır. Tezgâhlarda, reklâmlarda ve sekreterliklerde kadınlar kullanılıyor. Kadınların câzibe unsuru, istismâr edilmektedir.

Hâlbuki kadının fazîleti, kendisini başkalarına deşifre etmemesine bağlıdır. İffet ve hayâ sayesinde, bir kadın; sadece mahremlerine deşifre olur, hârice karşı şifre olur.

Böylece onun câzibesini ticârî bir metâ hâline getirerek sömürmeye kalkacak kişilere karşı ise, hicâbın ve tesettürün muhafazası altında korunmuş olur.

Câhiliyyede;

  • Kız evlâtlar, diri diri toprağa gömülürdü.

Tâbiîn âlimi Katâde’den gelen rivâyete göre câhiliyye devrindeki Arap kabîlelerinin kız çocuklarını diri diri gömüp öldürmelerinin sebebi;

“Kız çocuklarının sağ bırakılıp büyüdükleri takdirde, esir edilip ırz ve nâmuslarının ayaklar altına alınması ve fakirlik korkusu” idi.

Bu duruma düşmemek için, kız çocuklarını daha küçükken öldürüp onların yerine köpek besledikleri kaydedilmektedir. (Taberî, Tefsîr, VIII, 68, [el-En‘âm, 140])

Modern câhiliyyede de;

  • Annelik horlanmakta; dünyaya bir evlât getirmek, vücut güzelliğini bozacak bir zarar olarak görülmekte; evlâtlar da yük sayılmaktadır. Bu anlayışın neticesinde, kürtaj ile nice evlâtlar ana rahminde katledilmektedir. Hem de bu cinayet, bir kadın hakkıymış gibi müdafaa edilmektedir. Kürtaj cinayeti, -anne veya evlâdın hayâtî zarûreti gibi tıbbî mecburiyetler dışında- asla mâsum addedilemez!

Hâlbuki, belki de yük görülen o evlât; annesi için hayatının ileriki yıllarında merhametli bir yardımcı, âdetâ bir baston olacaktır.

Bu cinayetin uhrevî mes’ûliyeti de çok büyüktür. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَاِذَا الْمَوْءُ۫دَةُ سُئِلَتْۙ ﴿8﴾
بِاَيِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْۚ ﴿9﴾

“Diri diri toprağa gömülen kıza hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda; (her nefis, ilâhî huzûra ne getirmiş olduğunu bilecek ve kendisini bekleyen âkıbeti görecektir.)(et-Tekvîr, 8-9)

Câhiliyyede olduğu gibi; günümüzde de çocuğa bakmanın zor geldiğini söylediği hâlde, onun yerine sanki bir evlât büyütürmüş gibi köpek besleyenler çoğaldı. Bu da insan fıtratına zıt bir tenâkuzdur.

Câhiliyyede;

  • Kadınların mîrasta hiçbir payları yoktu. Hattâ kadının kendisi mîras malı gibi devrolurdu.

Günümüzün câhiliyyesinde ise;

Mîrasta; bazı bölgelerde örf bahane edilerek kadının payı gasp edilmekte, hakkını dile getirmesi dahî engellenmektedir. Bazı Avrupâîleşmiş bölgelerde ise; eşitlik bahane edilerek, şer‘î ölçüler çiğnenmekte ve erkeğin hakkı gasp edilmektedir.

Câhiliyyede;

Evlenen kadınlar; mehirleri gasp edilerek, iftiralara uğratılarak, sayısız kere boşayıp geri alınarak ve zıhâr gibi çirkin sözlere muhatap kılınarak horlanırlar, haksızlıklara uğratılırlardı.

Günümüz câhiliyyesinde de;

Kadına şiddet ve tâciz gündemdedir. Bıçaklanan, yaralanan ve öldürülen kadın haberleri gazeteleri doldurmaktadır. Boşanmalar artmakta, evlâtlar sokakta kalmaktadır. Batıda; aile çökmüş, nüfus azalmaya yüz tutmuş, kadın ve erkekler evlilik dışı çirkinliklerin girdabında boğulmaktadır.

Hâlbuki şanlı mâzî ortadadır. 1400 senelik tarihimizde kadına şiddet ve tâcizden bahsedilemez; bilâkis, onun şeref ve haysiyetini koruma vardır.

İslâmiyet; değil insana ve kadına, hiçbir varlığa şiddete müsâmaha etmez. Hayvanâta eziyete müsaade etmez. Bir ağacın dahî şiddetle silkelenmesine râzı olmaz.

İslâm; şefkat, merhamet, zarâfet ve nezâket dînidir.

ŞİDDET YOK, RAHMET VAR!

Medeniyetimizde, kadın el üstünde tutulur. Bilhassa anne, en çok ihtimam gösterilmesi gereken kıymettir. Nitekim bir şahıs, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir?” diye sorduğunda Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı vermişlerdir:

“–Annen, sonra annen, daha sonra yine annen, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban.” (Müslim, Birr, 2)

Yine hadîs-i şerifte, buyurulur:

“Cennet annelerin ayakları altındadır!” (Ahmed, III, 429)

Bu şeref babalara değil, annelere ikrâm edilmiştir. Sâliha anneler, ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

Sadece anneler değil. Hadîs-i şerifte kız evlâtlara ve kız kardeşlere de ihtimam emredilmiştir:

“Her kim üç kız çocuğunu veya kız kardeşlerini himaye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lütuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse cennetliktir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121/5147; Tirmizî, Birr, 13/1912)

“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyâmet günü o kimseyle ben yan yana bulunacağız.” (Müslim, Birr, 149)

Birçok örf-âdette, erkek çocuğu üstün tutma gibi bir yanlış yapılır. Peygamberimiz bundan da men ederek şöyle buyurmaktadır:

“İkram ve ihsanlarınızla çocuklarınıza eşit muâmelede bulunun! Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım.” (Heysemî, IV, 153; İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, IV, 69)

Çünkü kız evlâtlar;

Ailenin iffetidir, bereketidir, rahmetidir. Onlar ailesinin hanımı ve çobanı olacak, evlâtları yetiştirecek. Onları hayra sevk edecek.

Bütün bu telkinlere rağmen; toplumda, kadınlara nezâket göstermeyenler oldu. Onları da Peygamber Efendimiz şöyle îkaz buyurdu ve terbiye etti:

“Sizin en hayırlınız, ailelerine en güzel muâmelede bulunanınızdır!..” (İbn-i Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55)

“Kadınları dövmeyiniz!.. Kadınlarını döven kimseler, sizin hayırlınız değildir.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 42; İbn-i Mâce, Nikâh, 51)

Şu kıssa Peygamberimiz’in hanımlara hassâsiyetle ve nezâketle muâmeleyi emretmesinin en güzel ifadesidir:

Yolculukların develer üzerinde yapıldığı devirlerde, develeri çöl ritimleriyle coştururlardı. Böyle bir seferde; Enceşe adlı hizmetkâr, kasîde söyleyerek develeri hızlandırdı. Fakat bu süratli gidiş; deve üzerindeki mahfazada bulunan hanımları sarsacak, rahatsız edecekti. Peygamberimiz;

“Yâ Enceşe! Dikkat et, camlar kırılmasın!” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 95; Ahmed, III, 117)

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Bana dünyanızdan;

  • Sâliha kadın ve
  • Güzel koku sevdirildi;

Namaz da gözümün nûru kılındı.” (Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10; Ahmed, III, 128, 199)

Sevdiren Cenâb-ı Hak’tır. Demek ki Cenâb-ı Hak; sâliha hanımı seviyor ki, Rasûlü’ne de sevdirmiştir.

Sâliha hanıma en güzel misal, Hazret-i Hatice Vâlidemiz’dir.

Peygamber Efendimiz’e en büyük desteği veren bu muhtereme Vâlidemiz, O’na ilk îmân eden şahsiyet olma şerefiyle de bahtiyar olmuştur. Eşsiz sadâkatiyle; boykot yıllarında, bütün mal ve mülkünü, yoksul ve çaresiz müslümanlar için sarf etmiş ve o günlerde Hakk’a irtihâl etmişti. Fahr-i Kâinât Efendimiz; onu kaybettiği sene öyle üzüldü ki, sahâbe-i kiram o yıla; «hüzün senesi» dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; risâlet ömrü boyunca nice iptilâlar çemberinden geçmiş, lâkin en çok Hazret-i Hatice’nin vefat ettiği senede hüzünlenmişti. Çünkü Hazret-i Hatice, Peygamber Efendimiz’in maddî ve mânevî en büyük destekçisi olmuştu.

Peygamber Efendimiz, Hazret-i Hatice Annemiz’i ömür boyu unutmadı. Dâimâ fazîletlerini senâ etti. Öyle ki bir kurban kestirse; ondan, muhtereme Vâlidemiz’in akrabalarına mutlaka bir ikram gönderirdi.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, sâliha hanımı methederek, misaller verir:

  • Hazret-i İsa’nın annesi Meryem Vâlidemiz’in adı; Kur’ân-ı Kerim’de müstakillen ve oğlu ile beraber, 34 yerde geçmektedir. Rabbimiz; «İffetini koruyan Meryem» buyurarak onu medh u senâ etmektedir.
  • Firavun’un karısı olmasına rağmen, Hazret-i Musa’yı muhafaza eden ve risâletinden sonra da ona îmân eden Âsiye Vâlidemiz’i de Rabbimiz mü’minlere misal olarak göstermektedir. (Bkz. et-Tahrîm, 11)
  • Hazret-i Şuayb’in kızı Sâfûrâ Vâlidemiz’in firâseti, Belkıs’ın Hazret-i Süleyman vesilesiyle hidâyeti yine Kur’ân’da zikredilen sâliha hanım nümûneleridir.
  • Hadîs-i şeriflerde de Firavun’un ağır işkencelerine rağmen Allâh’a gönülden îmânın ulvî heyecanını yaşayarak şehîd olan Mâşita Hatun misal verilir. (İbn-i Mâce, Fiten, 23/4030)

ZULÜM YOK, ADÂLET VAR!

İslâm’da şiddet ve zulme uğrayan bir hanım; ailesi ve çevresinden çare bulamaz ise, mahkemeye müracaat edebilir. Kadı; haksızlık eden zevci evvelâ ihtâr ve îkaz eder, tekerrürü hâlinde fesih kararı verir. Evlilik sona erer.

Kur’ân-ı Kerim’deki «Mücâdile» (mücadele eden, hakkını arayan kadın) Sûresi; adını, beyinin kendisine zulmetmesi üzerine, Efendimiz’e müracaat eden bir hanımdan alır. Yine Bakara, Nisâ, Nûr ve Talâk Sûrelerindeki birçok âyette; kadınlara yapılan haksız ve incitici muâmeleler men edilmiş ve hakları muhafaza edilmiştir.

Buna rağmen, İslâm’ın hanımlar hakkındaki nizamına niçin ilişiyorlar?

Toplumu ve nesli ifsâd etmek için…

İslâm’da en kuvvetli bağı ifade eden aileyi ifsâd etmek için bundan bir asır evvel yapılan menfî neşriyâtı M. Âkif şöyle tenkit eder:

Biz ki her mevcûdu yıktık, gāyesiz bir fikr ile;
Yıkmadık bir şey bıraktık… Sâde bir şey: Âile.
Hangi bir bünyânı mahvettik de ıslāh eyledik?
İşte vîran memleket! Her yer delik, her yer deşik!

Bunların tâmîri kābil… Olsa ciddiyyet, sebât;
Lâkin, Allah etmesin, bir düşse şâyet, âilât,
En kavî kollarla hattâ kalkamaz imkânı yok.
Kim ki, kalkar der, onun hayvan kadar iz‘ânı yok!

«Âilî bir inkılâb olsun!» diyen me’yûs olur;
Başka hiçbir şey kazanmaz, sâde bir ………. olur.
Çünkü «çıplak» inkılâbâtın rezâlettir sonu…
Ey denî kundakçılar, biz sizde çok gördük onu!

Âkif’in dediği gibi; bizde aile en güçlü müessese idi. Batılılaşma; toplumun münevver kesimlerini tahrip etmişse de, toplum, ailelerin nezâheti sayesinde kendini muhafaza edebiliyordu.

Bilâkis;

Şiddet ve tâciz ilk defa batıda başladı. Bunun sebebi de; kadının metâ hâline getirilerek, insafsız sokaklara itilmesi ve vitrine edilmesidir.

Batıda eşitlik iddiası altında kadın, erkeğe karşı kışkırtılıyor. Hâlbuki mütefekkirlerin dediği gibi;

Batıda; kadın da yok, erkek de yok, insan da yok, sadece ruhsuz ve materyalist bir sistem var. O sistemi ancak ekonomi ve hukukla korumaya çalışıyorlar. O sistem çökünce, asıl tahribat o zaman ortaya dökülecek.

Batının bozuklukları, maalesef bizim toplumumuza da sızdı. Son asırlardaki batıya özenti, taklit ve yabancılaşmanın böyle çirkin neticeleri oldu.

Günümüzdeki kadına şiddet vak‘aları bir bir incelense; birçoğunda, erkeklerin İslâm’ın haram kıldığı içki, uyuşturucu ve kumar gibi illetlere müptelâ olarak şiddete yöneldikleri görülecektir.

Birçok vak‘anın, insan fıtratındaki kıskançlığı ve intikam duygusunu tahrik edici başka birtakım günahlar ve fısk u fücurla alâkalı olduğu görülecektir.

Birçok vak‘ada, tarafların arasında bir nikâh bağının dahî olmadığı görülecektir.

Avrupa’dan ithal ve taklit kanunlar, sonu gelmeyen boşanma dâvâları ve erkeklere boşandığı hanıma zorla ömür boyu nafaka ödetmek gibi problemler de meselenin adlî diğer sıkıntılarıdır.

Buna rağmen aile içi şiddetten Müslümanlığı mes’ul göstermeye kalkmak, insafla bağdaşmaz. Bunlar kasıtlı hücumlardır.

Bizler Kur’ân ve Sünnet’in tâlimatları istikametinde güzel ahlâkı yaşamalı ve yaşatmalıyız.

Fert ve ailede huzuru arıyorsak, elbette mânevî sebepleri de murâkabe etmeliyiz.

Devrimizde ailelerin dikkat etmediği gizli bir menfî tesir de yenilen lokmalarla alâkalı şu husus:

DIŞARIDAN YEMEK

  • Ailece dışarıda yemeye alışmak… Hazır yemekler… Motosikletlerle evlere yemek taşınması.

Evvelâ böyle gıdâları yiyenler düşünüyorlar mı:

  • Bu yemekler acaba nasıl insanlar tarafından, hangi hâl ile pişirildi?
  • Gerek maddî ve gerekse mânevî olarak; temiz mi, helâl mi?
  • Abdestli mi, kirli mi?

Hâlbuki gıdâ çok mühim. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ne, ziyaret ettiği bir yerde bir derviş tarafından yemek ikrâm edildi. Hazret yemedi. Buyurdu ki:

“–Bizim bu yemeği yememiz münasip değildir. Çünkü o, öfke ve gaflet ile pişirilmiştir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş!”

Dış dünyanın hâli ortada. O dünyadan evlerimize taşıdığımız gıdâların ailelerimize menfî tesir edeceğinden endişe duymalı değil miyiz?

Dışarıdan gelen yemek çok güvenilir de olsa, şurası unutulmamalı:

Türkçemizde, eve «ocak» denir. Ev, bir aşın pişirildiği ve birlikte huzurla yendiği mekândır. Az veya çok, fakir veya zengin o sofranın evde hazırlanmasında; ülfet, hizmet, tevâzu, kanaat, iktisat ve bereket gibi sırlar tecellî eder.

Evlerin «ocağını söndürmek», hayra alâmet değildir.

Batı kültürünün istîlâsının yansıması olan diğer menfîlikleri, aile ve toplumumuzdan uzak tutmamız lâzımdır.

Bizim medeniyetimizde çok güçlü olan aile saâdetini tekrar hatırlamamız elzemdir:

HUZUR İKLİMİ

Eski İstanbul’da ve birçok yerde konaklarda, köşklerde, büyükçe evlerde kalabalık aileler; göz göz odalarda mahremiyete hürmet, tevekkül, kanaat ve nezâhet içinde yaşarlardı. En küçük bir şiddet, tâciz ve merhametsizlik yaşanmazdı.

Evliliklerde namzetlerin küfüv olmasına çok dikkat edilir, boşanma o toplumda neredeyse bilinmezdi. Zira boşanma, hadîs-i şerifte; «Cenâb-ı Hakk’ın en çok buğzettiği helâl» olarak vasfedilmişti.

Başa gelen sıkıntılar; takdîr-i ilâhî olarak, sabır ve tahammül ile karşılanırdı. Hanımıyla geçinme problemi yaşayan bir fert; mahkemeden evvel, aile büyüklerine, dergâh gönüllü âlim ve ârif şahsiyetlere danışır, onların rûha ferahlık veren tavsiye ve nasihatleriyle huzura kavuşurdu.

Evlenen kız evlâtlara;

“–Kızım, beyaz gelinliğinle bu eve gelin olarak giriyorsun. Bu evden de ancak bembeyaz ve lekesiz bir kefenle çıkacaksın. (Yani ömrünü hayırlı bir şekilde ailende geçirecek, ayrılık ihtimalini gönlüne dahî getirmeyeceksin.)

Kızım, şikâyeti unutacak, velev ki ağzından kan gelse bile; «Kızılcık şerbeti içtim.» diyeceksin.” gibi hüsn-i muâmele, sabır ve tahammül telkinlerinde bulunulurdu.

Damatlara da;

“‒Evlâdım, hanımın, sana Allâh’ın bir emânetidir. Ona karşı ne kadar hayırlı ve kerem sahibi olursan, Allah katında o kadar hayırlı bir kul olursun!” diye telkin edilirdi.

Buna mukabil; gelinlere de aileler kendi kızları gibi davranır, onları incitmezlerdi.

Günümüzde ise; maalesef nefsânî tercihlerle yola çıkılan, namzetlerin küfüv olmasına riâyet edilmeyen aile yuvalarında, çok fazla aile içi huzursuzluk ve boşanma yaşanmaktadır.

Maalesef en küçük bir huzursuzluk yaşayan hanım ve beylere de gerek anne-babaları tarafından gerekse çevreleri tarafından; sabır yerine isyan, sebat yerine kararsızlık, ülfet yerine ayrılık telkin edilmektedir. Maalesef günümüzde kız evlâtlara;

“–Kendini küçük düşürme! Altta kalma! Kendini ezdirme!..” gibi avâmî telkinlerde bulunulmaktadır. Bu ifadeler yuvaların zedelenmesine sebebiyet vermektedir.

Hanımların dış dünyada gayr-ı İslâmî şartlarda çalışmasına ve sözde «ekonomik hürriyete sahip» olmalarına uğraşılması da bu menfî neticenin sebepleri arasındadır.

Mâzîmizde nâdir de olsa boşanan veya beyinin vefatıyla dul kalan hanımlara da mahalleler, sahip çıkardı. Eytâm ve erâmil (yetimler ve dullar) vakıfları vardı. Yetimlere öyle sahip çıkılırdı ki; erkek evlâtlar meslek sahibi yapılır, yetim kızlar ise çeyizleri hazırlanıp, evlendirilirdi.

Bizim medeniyetimizde hanımlara ve büyüklere muhabbet ve hürmet belli günlere tahsis edilmemişti. Her gün anneler günüydü, her fırsatta annelerin eli öpülür, hizmetlerinde kusur edilmezdi.

Evlilikte; anne ile kayınvâlide, baba ile kayınpeder her iki tarafça aynı tutulur, ayırt edilmezdi. Her iki taraf için de anneler ve babalar, öz muâmelesi görürdü. Kardeşler arasında da öz veya üvey diye bir uçurum asla olamazdı.*

Bizim medeniyetimizde;

Senede bir gün değil, her gün babalar günüydü, aile büyüklerine tam bir ihtiram arz edilirdi. Senede bir evlilik yıldönümü değil, her gün hanımlara muhabbet ve hürmetle muâmele etme günüydü. Sevgi; pahalı hediyelerle, dünyevî ziynetlerle değil, gönülden gelen iltifat, güzel ahlâk ve hoş muâmele ile gösterilirdi.

Eski düğün davetiyelerinde bile bir asâlet vardı. Okuduğum böyle bir davetiyenin ibâresi hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle idi:

“Kıymetli oğlumuz Mehmed Bey ile Hüseyin Beyefendinin kıymetli kerîmeleri arasında icrâ edilecek velîme merasimini, yüksek huzurlarınızla şereflendirmeniz müsterhamdir.”

Evlenecek hanım kızın isminin dahî setredildiği, sade, zarif, mütevâzı ve hürmetkâr bir davet…

Günümüzde ise bazı davetiyelerde;

“Evleniyoruz, mutluyuz!” tarzında şımarık ifadelerle karşılaşılıyor. «Gövde gösterisi» mânâsında aşırı lüks ve müsrifâne, mübâlâğalı yaldızlı kartlar, zarflar…

Öyle ki; bu israfa harcanan meblâğ ile, muhtemelen bir fakirin düğünü yapılabilir.

Yine;

  • Lüks mekânlarda şatafatlı düğünler,
  • Sadece zenginlerin davet edilmesi,
  • Şer‘-i şerîfe uymayan hâller,
  • Patlatılan havâî fişekler… Hâkezâ bunlar bize yabancı bir dünyanın, egoizm, hodgâmlık, savurganlık ve enâniyet ihtivâ eden menfîlikleri… Sanki aşağılık duygusunu bastırma hareketleri…

Böyle başlayan bir yuvada, huzursuzluk yaşanmasına hayret edilir mi? Ne tedbir aldın ki ne bekliyorsun?

Hâlbuki İslâm, cemiyeti muhafaza için Kur’ânî tâlimatlar vermiştir:

İFFETLİ TOPLUM

Dînimiz evvelâ cemiyete iffeti emretti. Erkeğin de kadının da iffetli olmasını, ebedî felâhın şartı kıldı.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O (felâha eren mü’minler), iffetlerini korurlar.” (el-Mü’minûn, 5)

İnsanın şeref ve keremini muhafaza eden dînimiz; zinâyı yasakladığı gibi, ona yaklaşmayı da men etti:

“Zinâya yaklaşmayın!..” (el-İsrâ, 32)

Dînimizde; zinâ, sahih nikâh dışındaki her türlü münasebettir. Günümüzde ise; sadece evli olanların, aile müessesesine ihânetine zinâ denilir, gibi sakat bir anlayış vardır. Adı; flört, sevgililik (!), beraber yaşamak gibi farklı isimlerle değiştirilmeye çalışılsa da, bütün gayr-i meşrû beraberlikler; zinâdır, haramdır; ferde, aileye ve topluma zehir saçar.

Hattâ, hadîs-i şerifte; zinâya götüren haram bakışlar «göz zinâsı», nâmahreme dokunuşlar «el zinâsı» olarak vasfedilmiştir.

Cenâb-ı Hak, iki cins arasına bir câzibe kanunu koymuştur. Maddî ve mânevî tedbirler alınmazsa, bu karşılıklı cezbin istenmeyen hâdiselere sebebiyet vermesi kaçınılmazdır.

Bilhassa kadın; nikâh için kendisine talip olunacak taraf olduğu için, erkeğe göre cemal sahibidir. Vücut hatları da câzibeli yaratılmıştır. İki cins arasındaki bu irtibatın, sadece nikâh bağına mahsus kalabilmesi için, dînimiz birtakım tedbirler almıştır:

İFFET ve HUZUR TEDBİRLERİ

  • Erkeğin ve kadının; avret mahallerini, vücut hatlarını belli etmeyecek şekilde bol kıyafetlerle örtmeleri, hanımların dışarıya çıktıklarında ev elbiselerinin üzerine ayrıca cilbab da giymeleri farzdır.
  • Erkeğin nâmahrem kadınlara, kadınların da nâmahrem erkeklere gözlerini dikip bakmamaları emredilmiştir.
  • Kadınların teberrücden yani söz ve davranışlarında cinsî câzibelerini göstermeye çalışmaktan uzak durmaları, kadın ve erkeğin lâubâlî karışık ortamlarda bulunmamaları şarttır.
  • Nâmahrem kadın ve erkeğin, kapalı bir mekânda yalnız kalmamaları lâzımdır.
  • Dînimiz, iffetsizliği irtikâp edenlere ağır cezalar da koymuştur.

Bu hususlardaki Kur’ânî tâlimatlar şöyledir:

TAKVÂ ELBİSESİ!

“Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi… İşte o daha hayırlıdır…” (el-A‘râf, 26)

(Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.” (en-Nûr, 30)

Erkek, gözünü koruyacak, hanım da bedenini teşhirden sakınacak.

Kur’ânî tâlimatlar şöyle:

“Mü’min kadınlara da söyle:

  • Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini esirgesinler.
  • Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler.
  • Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.

(…) (Allâh’ın belirttiği mahremlerinden) başkasına ziynetlerini göstermesinler.

  • Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar. (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler.)

Ey mü’minler! Hep birden Allâh’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (en-Nûr, 31)

“Evlerinizde oturun, eski câhiliyye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın! Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin! …”
(el-Ahzâb, 33)

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (el-Ahzâb, 59)

Tesettür, kadının şerefini muhafaza eden bir hikmet ihtivâ eder. Câhiliyyede de, zamanımızdaki nefsânî toplumlarda da, kadına cinsî câzibesini teşhir etmesi husûsunda baskı yapılmaktadır. Modalar, reklâmlar ve zehirli neşriyat ile açılıp saçılmak; hürriyetmiş, bir kadın hakkıymış gibi çarpıtılarak teşvik edilmektedir. Hâlbuki bu, şeytânî ve nefsânî bir istismardır. Şehvetlerinin zebûnu olan kişiler, elbette böyle bir «serbestiyet»i desteklerler.

Bu hususta çıplaklığı, açık saçıklığı bir hak gibi takdim ederek, örtünen mü’mine hanımlara, kendi iradesi olmayan, baskı altında kalmış bir insan muâmelesi yapmaya kalkıyorlar.

Bir mütefekkir şöyle diyor:

“Güya sanat için soyunan kadına alkış tutanlar; Allah için örtünen hanımefendilere neden zulmederler, takvâsı sebebiyle kendini deşifre etmeyen hanımları niçin küçümserler?”

Hâlbuki; İslâmiyet’te kadının güzelliği, dış dünyada tesettür ile şifrelenmekte ve sadece beyine deşifre olmaktadır. Böylece kadın; dış dünyaya çıktığında, cinsiyetiyle değil, şahsiyetiyle var olmaktadır.

Genç veya yaşlı, cemal sahibi olan veya olmayan her kadın; tesettür şifresi altında, ilâhî emri tatbik etmenin huzuru içinde, kem gözlerden ve kalbinde hastalık olan gafillerin tasallutundan muhafaza olmaktadır.

Devrimizde İslâm düşmanları; kadının üzerine titreyen, onu şefkatle koruyan bu dînî hükümleri kadına bir haksızlık olarak ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Aslında kadının istismârına karşı ortaya çıkmış olan feminizm de, «kadın erkek eşitliği» gibi sloganlarla, İslâm’a hücum etmektedir.

Hadislerin uydurma olduğunu, âyetlerin de «yerel ve tarihsel» olduğunu ileri sürerek, İslâm’ın içini, tıpkı Hıristiyanlık’ta olduğu gibi boşaltmaya çalışan modernistler de böylelerinin ekmeğine yağ sürmektedir.

EŞİT DEĞİL, HER BİRİ KENDİ KIYMETİNDE…

İslâm’ın nazarında;

Erkek ve kadın, yaratılış bakımından farklıdır. Onlar; eşit değildirler, birbirlerini tamamlarlar ve her birinin kendi sahasında kıymeti vardır.

Ancak; îman, ibâdet ve Allâh’a kulluk hususlarında erkeğin kadına, kadının erkeğe bir rüçhâniyeti yoktur. Üstünlük takvâ iledir.

Kadın; hissî, nârin ve hassastır. Zira o annedir, annelik namzedidir. Şefkat âbidesidir. Evlâdı için uykusuz, aç ve susuz kalabilir. Hattâ yavrusu, denize düşse tereddüt etmeden arkasından atlayabilir. Bu yapısı sebebiyle; iç dünyası hassastır, akıl ve mantıktan ziyade, his ve vicdan temellidir.

Bu sebeple dînimiz; kadının dış dünyanın sert meşgaleleriyle muhatap olmasını arzu etmez.

İslâm; kadını, ailesinin sultanı, yuvasını ayakta tutan sâliha bir hanımefendi olarak yüceltir.

Evlâtların eğitim gördüğü ilk sınıf, anne yüreğidir. « اَلْاُمُّ مَدْرَسَةٌ / Anne bir mekteptir.» sözü de bu hakikatin bir ifadesidir.

Maalesef günümüzde; annelik, ev hanımlığı gibi mukaddes vazifeler istihfâf edilmekte, kadınların dünya menfaati için dış dünyada çalışması terviç edilmektedir.

Hanımlar; elbette ki, kendi fıtrat ve şahsiyetleriyle mütenâsip vazife ve hizmetlerde çalışabilirler. Hanımlara mahsus kız mektepleri, kursları, yuvalar, dikiş, nakış yerlerinde hizmet edebilirler. Fakat asıl kıymetlerini buldukları mekânları kendi hâneleridir ve mukaddes vazifeleri, hanımlık ve anneliktir.

İslâm’da bir kadın, hayatı boyunca; babası, beyi, kardeşi ve evlâdı gibi erkeklere zimmetlidir. Onun, maîşetini temin etmek veya evin geçimine yardımda bulunmak mecburiyetinde bırakılması; ona tanınan bir hürriyet değil, ona yüklenen bir eziyettir.

Beyler ve hanımlar arasında da huzur için, şu beş şart zarûrîdir:

HUZURLU EVLİLİKTE BEŞ ŞART

Muhabbet: Muhabbetin menşei, bir ismi de Vedûd olan Cenâb-ı Hak’tadır.

İki taraf da Allah rızâsına uygun bir şekilde aralarındaki muhabbeti artırmaya gayret etmeli, kendilerini sevdirmeye çalışmalı, birbirlerinin rûhuna girecek bir damar bulmalıdır.

Sadâkat: Bey ve hanım birbirine dürüst ve sâdık olmalıdır. Zor zamanlarda, taraflar; şikâyet ve bezginliğe düşmemeli ve fedâkârlık göstermelidir.

Karşılıklı saygı: Bey ve hanım arasında;

  • Samimiyet olmalı, lâubâlîlik olmamalıdır.
  • Vakar olmalı, kibir olmamalıdır.
  • Tevâzu olmalı, zillet olmamalıdır.

Evlilikte gönül âhengine de îtinâ edilmelidir.

Sabır: İki insanın hayat arkadaşlığında; mutlaka tahammül gerektiren zamanlar, sıkıntılı anlar olacaktır. Taraflar, böyle zamanlarda birbirlerinin güzel huyunu düşünmelidir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Bir mü’min, hanımına buğz etmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61)

Evlilikte taraflar arasında meydana gelebilecek münakaşaların, evlâtlara vereceği zarar düşünülmeli, İslâm âdâbı ve ahlâkı ile olgun bir tavır sergilenmelidir. Evlâtlar asla anne-babalarının kavga ve sert sözlerine şahit edilmemelidir.

Mes’ûliyet: Taraflar, birbirlerine karşı olan vazifelerini ihmal etmemelidir. Peygamberimiz; hanımların beyleri, beylerin hanımları üzerindeki haklarını îlân etmiştir.

Unutulmamalıdır ki, esas hayat âhirettir. Aile huzuru da, insanın uhrevî hazırlığına hizmet eder. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (et-Tahrîm, 6)

Bir anne ve babanın evlâtlarına bırakacağı en güzel mîras, onlara İslâmî bir karakter ve şahsiyet kazandırmasıdır.

Halîfe Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’e veziri şu teklifte bulundu:

“–Efendim, beytülmalden aldığınız tahsisâtın kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da, bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!.”

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- bu teklife şu mânidar cevabı verdi:

“–Eğer geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. (Yani benim yolumdan gelirlerse, onlara mal bırakmama ihtiyaç yok.) Zira Cenâb-ı Hak;

«…Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A‘râf, 196) buyurmuştur.

Yok, sâlih değil de sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerim’de;

«Mallarınızı sefihlere vermeyiniz!..» (en-Nisâ, 5) buyurulmuştur. Bu ilâhî nehye rağmen, sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım?!.” (Ebu’l-Ûlâ Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II-III, 769-770)

Ne güzel bir şuur!..

Yâ Rabbî!.. Biz de Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi; Sen’den hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği niyâz ederiz. (Müslim, Zikir, 72)

Ailelerimizi, hanımlarımızı ve evlâtlarımızı bizlere iki cihanda göz nûru eyle!..

Âmîn!..

____________________

Dipnot:

* Mâzînin o güzîde kıymetlerinin günümüzde tekrar yaşanmış, fakat artık hayal ötesi denilebilecek nâdir bir nümûnesi:

Uygur bir gelin, evlenirken şu şartı koşar:

“–Kayınvâlidemle bir arada kalacaksam kabul ederim.”

Hâlen huzurla kayınvâlidesiyle beraber oturan bu gelin hanıma; latîfe kabîlinden de olsa başka bir eve çıkacakları söylendiğinde, hemen gözyaşlarına boğulmaktadır.