İslâm Âlimlerinin Medeniyete Hizmetleri

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2011 Ay: Kasım Sayı: 62

Efendim; ilim nedir ve İslâm âlimlerinin medeniyete ve insanlık âlemine ne gibi hizmetleri olmuştur? Bu hususta neler söylemek istersiniz?

İlmin menşei, Hak Teâlâ’dır. Bütün ilimler, Cenâb-ı Hakk’ın bu kâinâta koymuş olduğu kâideleri tespitten ibârettir. Mesela tıp ve biyoloji, insan vücuduna; botanik, bitkilere; astronomi, semâya; psikoloji ve pedagoji, insan rûhuna koymuş olduğu kâidelerin tespitinden ibârettir.

Cenâb-ı Hakk’ın kuldan istediği ise, eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra zihnen ve kalben intikal ederek, ilâhî azamet ve kudret akışlarında sergilenen ibret ve hikmetleri idrâk etmesi ve böylece mârifetullâh’a ulaşması yani Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilmesidir. Hâsılı ilmin nihâî gâyesi, bilgileri zihne depo etmek değil, bu kâinattaki sır, hikmet ve muammâları çözmektir.

Bu dünyaya gelenler niçin geliyor, buradan gidenler nereye gidiyor? Üstümüzde asılı duran gök kubbeyi; dağlarıyla, okyanuslarıyla koskoca yeryüzünü hangi kudret nasıl ve ne için inşâ etmiştir? Kimdir ve bundan murâdı nedir? İşte esas ilim, bu gibi sorulara gönül âlemimizi tatmin edecek cevaplar veren, kula Hâlık’ını tanıtan ilimdir.

Bu sebeple denilebilir ki, insanı ibret ve hikmete götürmeyen, kâinattaki ilâhî sanatı temâşa ile mutlak sanatkâra ulaştırmayan ilim, gerçek ilim değildir.

Nitekim böyle bir ilmi, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; اَلْعِلْمُ لاَ يَنْفَعُ yani “fayda vermeyen ilim” olarak ifâde buyurmuş ve ondan Allâh’a sığınmıştır.

İslâm dîni, ilk emri olan “Oku” (el-Alak, 1) hitâbıyla, ilme büyük değer verdiğini göstermiş ve mensuplarının, kula Rabbini tanıtan, bu âleme geliş ve bu âlemden gidişin hikmetini kavratan, insanı duygu derinliği ve tefekküre sevk eden, maddî-mânevî bütün ilimlerde vukûfiyet sâhibi olmalarını telkin ve teşvik etmiştir.

Nitekim hristiyan Batı âleminde, ilim adamlarının hunharca katledildiği; hastaların, “Rûhuna şeytan girmiş!” denilerek diri diri yakıldığı o karanlık ortaçağ dönemlerinde, müslümanlar üniversiteler kurmakta ve dünyanın her tarafından gelen talebelere dînî ilimlerin yanısıra, fizik, tıp, matematik, astronomi vb. sahalarda Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametini tefekküre sevk eden bir eğitim vermekteydiler. Yani maddî ilimlerle mânevî ilimler birbirine mezcedilerek okutulmaktaydı. Bu vesileyle ilimde büyük bir bereket hâsıl oldu.

Bu gelişmenin seyrini göstermesi açısından, Dünya’nın dönüyor olduğu hakikatini İslâm âlimlerinin eserlerinden ve onlardan 7 asır sonra öğrenerek dile getiren Galileo’nun (1564-1642) durumu, dikkate değer tipik bir misaldir. Zira o, bu gerçeği etrafındakilere söylediğinde kilise çevreleri, İncil’deki bilgilerle çeliştiği için kendisine müthiş bir tepki göstermişti. Hattâ onu:

“–Ya söylediğinden vazgeçersin, ya da seni öldürürüz!” diyerek tehdîd etmişlerdi. Doğruyu söylediği için ölümle tehdîd edilen Galileo ise, çâresiz bir şekilde:

“–Dediğiniz gibi olsun!” derken, hakkındaki hüküm sebebiyle sadece sessizce:

“–Siz dönmüyor deseniz de Dünya dönüyor!” diye mırıldanmaktan başka bir şey yapamamıştı.

İşte, Batı âlemi ilmî bakımdan bu aşağı seviyelerde iken, İslâm âlemi her sahada göz kamaştırıcı bir seviyeye ulaşmıştı. Yetiştirmiş olduğu dev şahsiyetlerle insanlığa huzur ve saâdet getiren bir fazîletler medeniyeti inşâ etmişlerdi. Zira onlar, ilim ve tekniği bir zulüm vasıtası değil, bilakis bütün insanlık için hakka, hayra ve fazilete hizmet edecek bir vasıfta geliştirmişlerdi. İşte İslâm âlimlerinin, ilim, teknik ve medeniyetin gelişmesine yapmış olduğu katkılardan birkaçını, ana başlıklar hâlinde şöyle hülâsa edebiliriz:

TIP:

İbn-i Sînâ’nın (980-1037) tıbba birçok yenilikler getiren Kanun adlı kitabı, İslâm dünyasında olduğu kadar, Avrupa’da da temel kitap olarak kullanılmıştır. Nitekim bu eserin 400 sene Avrupa üniversitelerinde ders ki­tabı olarak okutulması, bunun en büyük delilidir.

İbn-i Sînâ gibi, tıp alanında elliden fazla eserin sahibi olan Zekeriya Râzî (864 – 925), cerrahlığı müstakil bir ilim hâline getiren büyük operatör Zehravî (936-1013), tecrübeye dayalı cerrâhîyi başlatan İbn-i Zühr (1091–1161) ve diğer müslüman âlimlerin eserleri de Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuş, kitaplarına müracaat edilmeden tedaviye cesaret edilememiş ve yüzyıllarca onlardan daha değerli eserler ortaya konulamamıştır.

Yine “küçük kan dolaşımı”nı Avrupalılardan 300 sene kadar önce İbn-i Nefis (1213-1288) isimli bir müslüman keşfetmiş, İbn-i Sînâ’nın Kanun’una yaz­dığı şerhte bunu teferruatlı bir şekilde anlatmıştır.

MATEMATİK

Sıfırı ilk defa kullanan Harezmî (780-850), el-Kitâbü’l-Muhtasar fî Hisâbi’l-Cebri ve’l-Mukābele” (Cebir ve Denklem Hesabı Üzerine Özet Kitap) isimli eseriyle ilk cebir kitabını yazmış ve böylece cebir ilminin temellerini atmıştır.

Matematik alanında Avrupa’ya hocalık yapan müslüman âlimlerden bi­ri de Battânî (858-929)’dir. Battânî, Jacques Risler’e göre, trigonometrinin gerçek mânâda mûcididir.

Müslümanların bu alandaki hizmetlerini Fransız profesör E. F. Gauter şu sözlerle ifâde etmektedir:

“Yal­nız cebiri değil, diğer matematik ilimlerini de, Avrupa kültür çevreleri müslümanlardan almış olduğu gibi, bugünkü Batı matematiği, gerçek­ten İslâm matematiğinden başka bir şey değildir.”

ASTRONOMİ

Müslüman âlimler, Bağdat, Kâhire, Kurtuba, Semerkand, Buhara ve diğer İslâm merkezlerinde kurdukları rasathânelerle yerin ölçümü üzerinde de çalışmışlar ve Dünyaʼnın yuvarlak olduğunu keşfetmişlerdir. Bunun yanında yıldızların belli zamanlardaki yerlerini gösteren “zîç”ler, yani hesap cetvelleri yapmışlardır. Meselâ Battânî, Güneş yılının uzunluğunu 365 gün, 5 saat, 46 dakika ve 24 saniye olarak he­saplamış, yıldızların birçoğunun yerini tespit etmiştir. Battânî’nin Zij adı verilen eseri üç defa Latince’ye çevrilmiş ve kendisinden 550 sene sonra gelen Polonyalı meşhur astronomi bilgini Nicolaus Copernicus, yazmış olduğu eserinde Battânî’nin söylediklerini tekrar etmekten öteye gidememiştir.

Yine Güneş lekelerinden ilk bahsedenler de müslümanlardır.

Ahmed Fergânî (?-861), Yâsin Sûresiʼnin 38. âyetinde haber verildiği üzere Güneşʼin de kendine göre bir hareketinin bulunduğunu, ilim tarihinde ilk defa keşfeden âlimdir. Kendi devrine kadar gök cisimlerinin hareketi biliniyordu. Ancak o, Güneşʼin de bir yörüngesinin bulunduğunu ve kendi ekseni etrafında döndüğünü ilk defa keşfetmiştir. Güneşʼin yarıçapının uzunluğunu -yaklaşık da olsa- ilk olarak kendisi hesaplamıştır.

Yine Fergânî; ekliptik meyli, yani Dünyaʼnın merkezinden geçip kuzey ve güney kutuplarını birleştirdiği farz edilen ve günümüzde 23 derece 27 dakika olarak hesaplanmış olan çizgideki eğimi ilk defa tespit etmiş, ayrıca enlemler arasındaki mesâfeyi de hesaplamıştır. Astronomi ilmindeki bu müthiş keşifleri sebebiyle Ayʼdaki kraterlerden birine onun ismi verilmiştir.

FİZİK

Ebû’l-‘İz İsmail el-Cezerî (1136-1233), mühendislikte mekanik hareketlerden faydalanmayı anlatan bir kitap yazarak, eseriyle sibernetiğin kurucusu olmuştur.

Ord. Prof. İsmail Hakkı İzmirli, “İslâm Mütefekkirleri ile Garb Mütefekkirleri Arasında Mukâyese” adlı eseri­nde, yer çekiminin ispatının Newton’tan önce Râzî tara­fından yapıldığını söylemektedir.

KİMYA

Kimya denince akla Câbir bin Hayyân (721-815) gelir. Câ­bir, kurduğu özel laboratuvarında maddelerin atomik yapısını gösteren tespitler yaparak, belirli kütlelerin belirli kütlelerle reaksiyona girdiğini söylemiştir. Atom hakkında söylemiş olduğu şu sözler, ancak asırlar sonra anlaşılabilmiştir:

“el-Cüz’ü lâ yetecezzâ, yani maddenin bölünemeyen en küçük parçasında (atomda) yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. Atom parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç ortaya çıkar ki bir anda Bağdat’ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allah Teâlâ’nın kudret nişanıdır.”

Doktor olduğu kadar büyük bir kimyager olan Râzî de sülfirik asiti ve saf alkolü elde etmiştir.

Havan topu, Fatih Sultan Mehmed’in (1432-1481) keşfidir. İlk roketi yapanlar da müslümanlardır.

COĞRAFYA

Ekvatorun uzunluğunu, Abbâsi Halîfesi Me’mûn (786-833) zamanında Ahmed bin Mûsâ (?-878), kardeşleriyle birlikte Sincan’da ve Kûfe’de yaptıkları ölçümler ve hesaplar sonunda, % 2,5’luk bir yanılma ile 39 bin km. olarak hesaplamışlardır.

Coğrafyanın ilim hâline gelmesini sağlayanlar da müslümanlardır. Dünyanın pek çok ülkesini köşe-bucak dolaşan Evliyâ Çelebi (1611-1682), 29 sene hiç durma­dan bir kıtadan diğerine yolculuk eden İbn-i Battuta (1304-1369)’nın seyahatnâme­leri, birer tarih ve coğrafya hazinesidir.

Kristof Kolomb (1446-1506), Amerika’nın varlığını müslümanlardan, özellikle İbni Rüşd’ün kitaplarından öğrendiğini kaydeder.

Bîrûnî (973-1048) asırlar önce Amerika’nın varlığından söz etmiş, Pîrî Reis (1465-1554) Kitâb-ı Bahriye isimli eserinde, Avrupa’nın haritasını çizmiştir. Ayrıca Pîrî Reis’in Dünya haritası, bugün dahî tarih ilminin çözemediği hâdiselerden biridir. Bu haritada “Grönland Adası”, aslına uygun olarak üç parça hâlinde gösterilmektedir. Hâlbuki bu, ancak insanoğlunun Ay’a ayak basması ile tespit edilebilmiş bir hakîkattir.

İdrisî (1100-1166), günümüzden 800 küsur sene önce, zamanımızın dünya ha­ritalarına benzer haritalar çizebilmiştir.

BOTANİK VE ZOOLOJİ

İbn-i Baytar (1190-1248), ortaçağın en büyük botanikçi ve eczacısı olmuş, 1400 civarında bitki ve ilacı anlattığı Kitâbü’l-Câmi’ fi’l-Edviyyetü’l-Müfrade adlı eseri, 19. yüzyıla kadar Avrupa’da kaynak kitap olarak kullanılmıştır. Yine Kemâlettin Demirî (1349-1405), 1069 hayvanı incelediği Hayâtü’l-Hayevân isimli kitabıyla zoolojiye büyük bir zenginlik kazandırmıştır. İbn-i Avvamʼın (12. yüzyıl), Kitâbü’l-Felâha (Ziraat Kitabı) da, ortaça­ğ boyunca bütün dünyada sahasının en mûteber eseri olarak kendini kabul ettirmiştir.

TARİH VE MİMARÎ

Tarih felsefesinin en seçkin sîmâlarından olan İbn-i Haldun (1332- 1406), sosyoloji ilminin kurucusu olarak anılmakta, Mukaddime’siyle bugün bile ilim dünyasına ışık tutmaktadır.

Mimarî denilince de dünyada ilk akla gelen, muhteşem eserleriyle hâlâ gönüllerde yaşayan Mimar Sinan (1489-1588)ʼdır.

Velhâsıl, burada saydıklarımız, muhtelif ilim dallarında mühim hizmetleri bulunan büyük ilim adamları­mızdan sadece birkaçıdır. Bütün bu misallerden sonra şunu çok net olarak ifâde edebiliriz ki, bugünkü insanlık, ilim, teknik ve medeniyette ulaştığı seviyeyi, bir bakıma İslâm kültür ve medeniyetine borçludur. Bugünkü müslümanlar olarak bize düşense, mâzimizdeki iftihar tablolarını sadece okuyup dinlemekle yetinmemektir. Bugün de her sahada İslâmʼın ihtişâmını sergileyecek yeni iftihar tabloları meydana getirebilmenin gayreti içine girebilmektir.

(Yâ Rabbi!) Ancak Sana kulluk ederiz ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) âyet-i kerîmesi mûcibince; gayret kuldan, muvaffakıyet Cenâb-ı Hak’tandır.