İslâm Ahlâkının Temel Rükûnlarından – Nezâket ve Zarâfet

2011 – Temmuz, Sayı: 305, Sayfa: 032

İnsanoğluna iki cihan saâdeti için Allah tarafından lûtfedilmiş olan İslâm nîmetinin muhtevâsı, şâyet tek bir kelimeyle hulâsa edilecek olsaydı, herhâlde buna en lâyık kelime; “âdâb” olurdu. Çünkü insanın, mânen olgunlaşarak Hakk’a yakınlıkta ulaşabileceği en yüksek derece, ancak “âdâb”a riâyetle elde edilebilir.

Mânevî terbiye yolu olan tasavvufun temel harcı ve en mühim terakkî vâsıtası da “muhabbet”, onun en güzel tezâhürü ise “âdâb” yani her hususta “edebe riâyet”tir.

Dîn, en başta Allâh’a ve Rasûlullâh’a, daha sonra ise, kulu mânen irşâd eden mürşidlere, ana-babaya, din kardeşlerine ve bütün mahlûkâta edep ve muhabbeti emreder. Edep ve muhabbet olmadan mânen seviye kat edebilmek mümkün değildir.

Bu hakîkate işâretle Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Aklım kalbime sordu:

«–Din nedir?»

Kalbim de aklımın kulağına eğildi ve fısıldayarak:

«–Din, edepten ibârettir!» dedi.”

Rabbimiz, biz kullarını, gözlerin görmediği nîmetler ve idrâk ötesi güzelliklerle tezyin ettiği Cennet’ine dâvet ediyor. Fakat her dâvete, çağrılan yerin âdâbına uygun tarzda gitmek îcâb ettiği gibi, kesâfet dolu hantal bir kalple de o letâfet diyârına hicret edilemez.

Bu sebeple kalp, evvelâ mâsivâ kirlerinden arınacak, his ve fikir tohumları îman zemininde köklenip neşv ü nemâ bularak hâl ve davranışlarda ilâhî ahlâkın zarif meyvelerini verecek ki, kul, ebedî hârikalar meşheri olan Cennet’e lâyık hâle gelebilsin.

Yani Cenâb-ı Hak bizleri, selîm ve münîb bir kalp ve mutmainne mertebesine ulaşmış bir nefs ile Cennet’ine dâvet ediyor. Bu hâle kavuşmanın alâmetleriyse; incelik, zarâfet, gözyaşı, hâle rızâ, hayra hizmet, şerden kaçınmak, irşad, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkātına şefkat ve merhamettir. Hulâsaten; “tâzîm li-emrillâh ve şefkat alâ halkillah”, yani Allâh’ın emirlerine büyük bir huşû ve hürmetle itaat etmek ve O’nun bütün mahlûkātına şefkatle muâmele etmektir.

Kullarına çok merhametli olan Rabbimiz, bu hususlarda da bizleri başıboş ve rehbersiz bırakmamış, gönderdiği kitap ve peygamberlerle ebedî saâdet yurduna vuslatın yolunu aydınlatmıştır.

Bu mânâda -ne kadar şükretsek az ki- insanlık târihinin en nasipli bir zaman diliminde dünyaya gelmiş bulunuyoruz. Zira Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtap olup, Âlemler Sultânı’na ümmet olma şerefine mazhar olduk -elhamdü lillâh-…

O Kur’ân-ı Kerîm ki, onun ahlâkıyla ahlâklanmış bir mü’min, âdeta bir gül goncası gibi, mest edici hoş râyihasıyla, dâimâ ruhları okşar. Kur’ân ahlâkını lâyıkıyla hazmedip şahsiyetine mezcetmiş kâmil bir mü’minin her sözü, gönüllere rahmet tevzî eden pırlanta ifâdelerden müteşekkil olur. Onun mütebessim sîmâsı, İslâm’ın güleryüzünü aksettirir. Şahsiyet, karakter ve davranışları da dâimâ “ahsen, ecmel ve ekmel” kıvâmında olur. Kâmil bir mü’min, birbirini tamamlayan bu üç sıfatla mücehhez olmalıdır:

اَحْسَنُ / Ahsen, yani her işini en güzel bir sûrette îfâ ederek etrafına güzellikler tevzî etmelidir.

اَجْمَلُ / Ecmel, yani her hâl ve davranışı gönle huzur ve ferahlık verecek zarâfet ve letâfette olmalıdır.

اَكْمَلُ / Ekmel, yani her hususta olgunluk, mükemmellik, hattâ ihtişam sergilemelidir.

İslâm, lâyıkıyla idrâk edilip yaşandığı zaman, yeryüzünü zulüm ve ihtirasların muhârebe meydanı olmaktan kurtarmış, onu, îman, amel-i sâlihler, edep ve nezâket gibi davranış güzellikleriyle, âdeta huzur ve saâdet dolu bir bayram sahasına çevirmiştir.

Aşk ile yaşanan bir îmânın, lûtuf, bereket ve ihsânı olan nezâket, zarâfet ve rûhî derinlik; bu cihanda insanlığın da en bâriz şâhididir. Kâmil bir îman ile gönül gözü açılan her mü’min, zarifleşir, incelir, apayrı bir âlemin seyyâhı olur. Baktığı her şeyde ilâhî azamet tecellîlerini, kudret akışlarını ve muhteşem sır ve hikmet nakışlarını seyretmeye başlar. Bu rûhî derinliğe ulaşarak hakka ve hayra teşne, ilâhî güzelliklere âşinâ olabilenler, artık dâimâ güzeli arar, güzeli görürler.

Meselâ Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- bir köpek ölüsüne rastlamıştı. Etrafındakiler başlarını öbür tarafa çevirirken, o ise; “Ne de güzel dişleri var.” dedi.

Kalbi îman hassâsiyetleriyle açılıp derinleşen bir mü’min de, kâinat dershânesindeki her varlığın hâl lisânından anlar ve onların sessiz-sözsüz beyanlarından, hikmet dolu nice sohbetlere muhâtap olur. Zira artık onun nazarında her şey, ilâhî azametin bir vitrinidir.

Nitekim; Yûnus Emre Hazretleri; “Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü…” derken ve sarı çiçekle içli ve derin bir hasbihâle dalarken, varlıklardaki ilâhî kudret mührünü seyretmenin ulvî hayranlığıyla mest olmuş bir hâldeydi…

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında hizmetiyle meşgul olduğu hayvanâtın hazin hazin sesler çıkararak Hakk’a yalvarışlarına vâkıf olurken, bambaşka bir mânevî haz ve lezzet içindeydi.

Hüdâyî Hazretleri, hangi çiçeği koparmak için elini uzatsa, o canlıların kendi dillerince Hakk’ı tesbîh ettiklerini işitip hiçbirini koparmaya kıyamamıştı…

İşte kâmil bir îmânın kazandırdığı incelik ve zarâfet ufkuna ulaşan bir gönül, nâzenin bir bahar dalından, feryad hâlinde akan bir çağlayandan, içli içli şakıyan bir bülbülün terennümünden, pek derin sırlar ve müstesnâ hikmetler devşirir. Onun iç ve dış âlemi, nâdide güllerden daha zarif hâle gelir.

İslâm’ın hedeflediği ideal ve kâmil insan modeli de böyle bir “gönül insanı”dır. İslâmın hakîkatini lâyıkıyla hazmedip şahsiyet harcına katabilmiş bir gönül insanının bu ruh inceliği, her şeyden önce davranış güzelliği ve ince düşünceler şeklinde kendini gösterir. Bu itibarla “gönül insanı”;

ü Rikkat-i kalbiyye sahibi, zarif, latîf ve nâzik bir insandır. ü Sempatik, câzibe unsuru, muhabbet merkezi ve model insandır. ü Din kardeşlerinin sevinçlerini de kederlerini de paylaşan diğergâm insandır. ü Dâimâ muâhezeyi nefsine, müsâmahayı din kardeşine gösteren, yüksek karakterli insandır. ü Gördüğü kötülüklere bile iyilikle mukābele eden, âlicenap insandır. ü Cenâb-ı Hakk’ın Settâru’l-Uyûb sıfatından nasîb alarak din kardeşinin ayıbını örten, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış insandır. ü Yüreğini âdeta bir dergâh hâline getirerek günahkâra değil, günâha kızan, günahkârı yaralı bir kuş gibi tedâviye muhtaç gören, firâset ve merhamette zirveleşmiş insandır. ü Çehresi mütebessim, lisânı yumuşak, muâmelâtında halîm insandır. ü Affedici, fedâkâr, cefâkâr, çilekeş fakat rızâ makāmında bir insandır. ü Kırmayıp kırılmayan, incitmeyip incinmeyen insandır. Yani gönül kırmamak için dilini susturabildiği gibi, kırılmamak için kalbinin sızlanmalarını da susturabilen insandır. ü Son nefesle nihâyete erecek olan dünya imtihanının, ancak îman, amel-i sâlihler ve ahlâkî meziyetlerle tezyîn edildiği takdirde kabir karanlıklarının nûra, kıyâmet ıztıraplarının da ebedî bir bayram sürûruna döneceğini idrâk etmiş insandır.

Bütün insanlığa her bakımdan “üsve-i hasene” (en güzel örnek) olan Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de, bilhassa güzel ahlâk, edep, hayâ, nezâket ve zarâfet husûsunda, kâ‘bına varılmaz bir fazîlet zirvesi ve eşsiz bir numûne-i imtisâldir. O’nun hayatı, baştan başa nezâket ve zarâfet ifâdesi taşıyan örnek davranışlarla doludur.

Nitekim, her insanın rûhuna girecek bir damar bularak onun ebedî saâdete kavuşması için fedâkârca gayret eden Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir kimsede gördüğü hatâyı düzeltirken dahî, nezâket ve zarâfeti elden bırakmamış, o şahsa hitâben değil, umûma hitâben; “Bana ne oluyor ki, sizleri böyle görüyorum!..” buyurarak, kendilerine “galat-ı ru’yet / yanlış görme” izâfe etmişlerdir.1 Bunun gibi zarif üslûpları sâyesinde muhâtaplarını kırıp incitebilecek kaba söz ve davranışlardan tamamen uzak durmuş, dâimâ yumuşak ve hikmetli sözlerle ruhları okşamış, gönülleri fethetmişlerdir.

O Zarâfet Güneşi, kâmil bir mü’minin hâlini şöyle vasfediyor:

“Mü’min, bal arısına benzer. Temiz olan şeyleri yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve konduğu yeri ne kırar ne de incitir.” (Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147)

Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise de, Peygamber Efendimiz’in zarâfetini ne güzel aksettirmektedir:

“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in huzûruna, bey’at etmek için gitmiştik. Huzûr-i âlîlerinden ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana:

«–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü ondan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.» dediler.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Hilye-i şerîfelerde de nakledildiğine göre, Peygamber Efendimiz’in yüzünde nûr-i melâhat, sözlerinde fesâhat ve belâgat, hâl ve hareketlerinde ulvî bir nezâket, zarâfet ve letâfet vardı.

Zira O, ilâhî terbiye ile yetiştiği için Hakk’a kulluk edebinin müşahhas ve ideal bir numûnesi olmuş, güzel ahlâkı tamamlamak ve âlemlere rahmet olmak için gönderilmişti. O, ilâhî sanatın insanlıkta tecellî eden, emsalsiz mükemmellikte bir yaratılış hârikasıydı.

O Gönüller Sultânı buyuruyor ki:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ / “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Bizler de, Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in rûhî dokusundan ve güzel ahlâkından hâl ve davranışlarımız için ne kadar nasip alabilirsek, ukbâda da O Cennetlerin Efendisi ile beraber olabilme imkânına o nisbette kavuşabiliriz.

Şüphesiz ki O’nun güzelliklerine en çok yaklaşan ve âdeta mücellâ bir ayna gibi nebevî ahlâkın inceliklerini şahsiyetlerine yansıtabilenler, Peygamber vârisi ve âşığı olan Allâh’ın velî kullarıdır.

Onlar, ilâhî imtihan îcâbı insanda mevcut olan menfîlikleri tasfiye ede ede mânen yükselerek “mârifetullah” makāmına ulaşmış bahtiyar kullardır. Bu makama erdikten sonra onlardan sâdır olacak davranışların alâmet-i fârikası, yani en temel vasfı da, ancak “nezâket ve zarâfet”tir.

Zira Cenâb-ı Hak, Yüce Zât’ından lâyıkıyla ittikā ettikleri için muhabbet ve yakınlığına erdirdiği bu mübârek dostlarının, bizzat öğreticisi ve terbiyecisi olmuştur. Onlar, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in buyurduğu; “Ben’i Rabbim edeplendirdi, edebimi de güzel kıldı.”2 hakîkatinden pek çok tecellîlere mazhariyetle şereflenmişlerdir.

Bu ilâhî terbiye neticesinde beşerî âdâbın zirvesini teşkil eden “nezâket” ve “zarâfet”i davranışlarının temel vasfı kılmış bir velîye yakın bulunmak, şüphesiz ki bir mü’minin bu cihanda mazhar olabileceği en büyük nîmetlerden biridir.

Bizler de, ilâhî rahmete tevdî edilişinin on ikinci sene-i devriyesini idrâk etmekte olduğumuz Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri’ne fiilî yakınlığımızla böyle bir nîmete mazhar olanlardanız. Bizlere bahşedilen bu büyük ikrâm-ı ilâhî için Rabbimize nihâyetsiz hamd ü senâlar olsun.

Mûsâ Efendi Hazretleri’nin, nebevî ahlâktan müstesnâ hisseler taşıyan seksen üç yıllık nezih ve asîlâne hayatı, bizler için hiç eskimeyecek, gönüllerdeki aziz hâtırasını dâimâ muhâfaza edecek, sayısız nezâket ve zarâfet örnekleriyle doludur.

Zira o, oturuşundan kalkışına, sükûtundan konuşmasına, yürüyüşünden duruşuna, kılık-kıyâfetinden latîf nazarlarına kadar, her hâl ve hareketinde, edep, nezâket ve zarâfetin canlı bir timsâli idi. Bu hâl, onun âdeta alâmet-i fârikası ve tabiat-ı asliyesi olduğundan, tatlı tatlı esen bir meltem ve rahmet rahmet yağan bir yağmur gibi tabiî bir sûrette, sayısız incelik, rikkat ve nezâket tezâhürleri sergiliyordu.

Nitekim muhterem pederim, bir ihtiyaç sahibine nakdî yardımda bulunacağında, onu önce güzel bir zarfa koyar, üzerine de inci tanelerini andıran zarif el yazısıyla özene özene; “İkrâmımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” yazardı. Böylece âyet-i kerîmede buyrulan; “…Sadakaları Allah alır…” (et-Tevbe, 104) sırrına riâyetle, zarif bir üslûp sergilerdi.

Aynı zarâfeti, bir hediye verecekleri zaman da gösterir, onu en güzel bir şekilde paket yaptırır, büyük bir nezâketle, incitmeden, iltifat ederek ve gönül alarak takdim ederdi. Böylece merhum pederim:

“…Bir kul, elini sadaka vermek için uzattığında, o sadaka muhtâcın eline geçmeden önce muhakkak Allah Teâlâ’nın eline konmuş olur…”3 hadîs-i şerîfi mûcibince, verdiğini doğrudan doğruya Allâh’a verebilmenin vecd ve heyecanı içinde, ulvî bir edep ve nezâket gözetirdi.

Misâfirlerini karşılayıp uğurlarken de, bu nezâket ve zarâfeti gönül alıcı sözleriyle tezyîn ederek en üst seviyede gösterirdi. Çünkü onun nazarında her müslüman, sadece Allâh’ın kulu olmak bakımından dahî hürmete lâyık idi. Bir kimsenin makamı, mevkii ne olursa olsun, fakir olsun zengin olsun mühim değildi. Yalnızca Allâh’ın kulu olması, nezâket ve hürmetle muâmele görmesine kâfî bir sebepti.

Hizmetinde bulunanlardan bir kardeşimiz, onun bu gönül hassâsiyetinin bir misâlini şu şekilde ifâde eder:

“Üstâdımız Mûsâ Efendi, hediye vermeyi çok severlerdi. Sayısız hediye paketi hazırladığımız günler olurdu. Paketleri de son derece îtinâ ile hazırlattırırlardı. Paket yapmaktan iyice yorulduğumuz zamanlar;

«–Efendim, kendi hânenizde hizmet edenlere vereceğiniz hediyeleri paket yapmadan bir poşet içinde versek olur mu?» diye izin isterdik de;

«–Olmaz, onlara da güzelce paket yapıp verelim.» buyururlardı.”

Zira merhum üstâdımız herkese, kalp pencerelerinin Allâh’a açık olduğu ve rızâ-yı ilâhînin kimin duâsında gizli olduğunun bilinemeyeceği şuur ve idrâkiyle nazar ederdi.

Ayrıca onun hediye seçiminde gösterdiği incelik ve firâset de bambaşkaydı. Nitekim hediye vereceği kimse, takvâ ehli sâlih bir zât ise ona seccâde ve tesbih, ilim erbâbı veya yazar ise kalem-kitap, genç biriyse saat vs. göndererek mutlaka muhâtabının gönül dünyasını dikkate alır, herkese, aldığında muhakkak sevinip memnun olacağı bir hediye takdim etmeyi arzu ederdi.

Bir kimseye hitâb edecekleri zaman da, aslâ muhâtabına “Ahmet, Mehmet” diye yalnızca adıyla seslenmez, isminin yanına mutlaka iltifat edici ve gönül alıcı bir “bey, efendi, hacı, hanım, oğlum, kızım” gibi sıfatlar eklerdi. Bu kelimeleri telâffuzunda da ses tonuna -âdeta hoş bir râyiha gibi- kalplere huzur tevzî edecek bir muhabbeti zerk etmekten geri kalmazdı.

Muhterem babamızın bu husustaki hassâsiyetini şu ifâdelerinde de görmek mümkündür:

“Maalesef zamanımızda nezâket, zümrüd-i ankâ (ismi olup da kendisi olmayan, ender rastlanan bir varlık) hâline geldi. Herkes birbirine karşı hoyratça konuşuyor ve muâmele ediyor. Bunun ismine de «samimiyet» diyorlar. Kabalıkla samimiyetin ne alâkası var? Hâlbuki samimiyetten nezâket doğar. Fıtraten hoş ve nâzik olanlar müstesnâ, ancak bâzı altmış-yetmişini aşmış ve bugün pek azalmış bulunan İstanbul beyefendi ve hanımefendilerinde bu nezâket kâidesine uyanlara rastlayabiliyoruz. Hâlbuki hatırşinaslık, nezâketli olmak, İslâmiyetin ana rükûnlarından biridir.”

Hayatının her ânında müslüman şahsiyetinin nasıl olması gerektiğini hâl ve hareketleriyle sergileyen muhterem pederim, giyiminde de İslâm’ın zarâfetini temsil şuuruyla, son derece dikkatli olurdu. İştirak ettikleri sohbetlerde bu hassâsiyeti daha da artardı. Bulunduğu her mecliste en düzgün kıyâfetin kendilerinde olması, onun hem İslâm’ın vakārını temsil, hem de insanlara duyduğu hürmet duygusunun açık bir ifâdesi idi.

Onun engin nezâket, zarâfet, kadirşinaslık ve vefâsını gösteren bir başka misâl de, kendisinin tedâvisiyle meşgul olan bütün doktorlara, ayrı ayrı ve her sene bir hediye veya mektup göndermeleri idi. Bunu Medîne-i Münevvere’de bulundukları zaman bile aslâ ihmâl etmez, bizlere telefon ederek bu vazifeyi kendileri nâmına yapmamızı isterlerdi.

Nitekim doktorlarından biri, kendisini çok duygulandıran bu vefâ ve kadirşinaslığı şöyle ifâde etmişti:

“Ben bu kadar hasta tedâvi ettim. Hastalarımın bana tedâviden sonra teşekkür edip hediye verdikleri olurdu ama, bir sene sonra ve devam eden yıllarda bunu hatırlayıp da teşekkür eden insan, ilk defa gördüm.”

Mûsâ Efendi Hazretleri, hasta olduğunu duyduğu kardeşlerini ziyarete de ayrı bir ehemmiyet verir, gidemeyecek durumda olursa, yerine bir vekil göndererek o kardeşi için şifâ dileklerini bildirirdi.

Yine Kur’ân Kurslarına giderek, şefkatli bir baba gibi talebelerle bizzat meşgul olmak, muhterem üstâdımızın gönül dünyası için büyük bir huzur ve saâdet kaynağı idi. Oradaki hocalara, kursa gelmiş talebelerin, kendilerine ilâhî bir emânet olduğunu hatırlatır, onlara öncelikle İslâm’ın âdâbını öğretmelerini, büyük bir nezâket içerisinde tavsiye ederdi.

Çocukları sevindirmek, onlarla seviyelerine göre sohbet etmek, yetim olanlarına her sene malından ayrı bir tahsîsat ayırmak, onun çok ehemmiyet verdiği bir incelik idi.

Merhamet ve sehâvetin zirvesinde gezen gönlü, dâimâ âlem-i İslâm’ın ıztıraplarıyla elemli idi. Ulaşılması imkânsız mekânlarda müslümanların başına gelen her felâketin sıkıntılarını, kalben ve vicdânen onlarla birlikte yaşar, el uzatma imkânı olduğu durumda, bunu pek belli etmeden büyük bir ihlâs ile gerçekleştirir ve yalnız duâ ile iktifâ etmeyerek etrafını yardım seferberliğine sevk ederdi.

O zamanlar Afganistan’dan, Filistin’den, Azerbaycan’dan, Bosna’dan, Kosova’dan… gelen feryatlar, ilk onun hassas yüreğini kanatırdı. Târifsiz rûhâniyet meltemlerinin cevelân sahası olan rakik kalbi, İslâm’ın garipliğiyle mağmum, lâkin kader-i ilâhîye teslîmiyetin feyzi ile mütesellî idi.

Etrâfına dâimâ mânevî yolun güzellik ve inceliklerini aksettirmek isterdi. Hattâ vefâtına yakın ve en ıztıraplı zamanlarında bile;

“Yâ Rabbi, bana sıhhat ve kuvvet ihsan buyur da, köy köy dolaşarak kardeşlerimin hizmet ve irşâdında bulunayım!” diye duâ hâlinde olması da, bu hâlet-i rûhiyesinin en güzel bir tezâhürüydü.

Cenâb-ı Hak, bir asra yakın ömrünü rızâ-yı ilâhî yolunda ihyâ eden, Kur’ân ve Sünnet istikāmetinde dîn-i mübîne hizmeti kendisine şiâr edinen muhterem pederimizin, üstâdımızın, reh-nümâmızın gönül iklîminden gönüllerimize feyizli hisseler nasîb eylesin. Onun, Allah yolundaki kıymetli hizmetlerini devam ettirmeye bizleri muvaffak kılsın. Fânî firâkımızı, Firdevs-i Âlâ’sında Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in sohbet halkasında ebedî bir visâl ile neticelendirsin.

Âmîn…

Bu vesîleyle, merhum üstâdımızın azîz rûhu için bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs-ı Şerîf ikrâm etmelerini, muhterem kardeşlerimizden istirhâm ederiz.

Dipnotlar: 1. Buhârî, Menâkıb 25, Eymân 3; Müslim, Salât, 119; İbn-i Hibbân, IV, 534. 2. Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12. 3. Ali el-Müttekî, Kenzü’l-Ummâl, VI, 377/16134.