İnsan Denilen Muammâ

Yıl: 2006 Ay: Temmuz Sayı: 17

Cenâb-ı Hak, imtihan maksadıyla yarattığı dünya hayatını zıtlar üzerine tesis etmiştir. Bu sebeple güzel de bulunacaktır, çirkin de; hayır da bulunacaktır, şer de… Bu dünyanın bir parçası olarak yaratılan ve bu tezatlar arasında kalan insanoğlu da, kendi nefsine yerleştirilen takvâ ve fücur, hayır ve şer duyguları arasında her ân imtihandan geçmektedir. Bu sayede kimileri gönül âlemini güzelleştirmekte ve hayra meyletmekte; kimileri de iç dünyasını çirkinleştirerek şerrin, yani kötülüğün bendesi hâline gelmektedir.

Mevlânâ Hazretleri, her insanın içinde mevcud olan bu farklı husûsiyetleri şu şekilde tasvir etmektedir:

“İnsanın iç dünyası bir ormana benzer. Orada hayır ve şerrin her çeşidi bulunur. Allâh’ın sana lütfu olan «Ona, Rû­hum­dan (kud­re­tim­den bir sır) üf­le­dim» (el-Hicr, 29) âyetinden haberin varsa, bu ilâhî nefesten feyz alıyorsan, insan; yani ondaki bu karışık, acâyip duygu ve hissiyât karşısında uyanık ol!..

İnsanın hissiyat dünyasında kurtluk, domuzluk gibi nice hayvanın şahsiyet ve temâyülü ile temiz-pis, güzel-çirkin binlerce huy vardır. Bunların hangisi gâlip gelirse, insanoğlu, ona göre yönlenir şekillenir. İnsan varlığında hangi huy hâkimse hüküm, buyruk onundur. Bir mâden karışımında da altın, bakırdan fazla ise o karışım altın sayılır.

İnsanda an olur kurtluk gibi yırtıcılık zuhûr eder. Bir an olur, insan, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel hâline dönüşür. İyilikler de, kinler de gizli bir yoldan gönüllerden gönüllere gider. Hatta anlayış, bilgi, hüner; insandan, emri altında bulunan hayvanlara bile geçer.

Azgın, serkeş at, sahibinin hissiyâtına râm olarak rahvan yürümeye başlar. Ayı mutî olur. İnsanlardan köpeğe bir heves, bir arzu geçer de köpek, hizmetkâr olur ya av avlar, yahut çoban olur koyun güder, ya da bekçilik eder.

«Ashâb-ı Kehf»e sadâkat gösteren köpeğe onlardan bir hâl geçti ki, sonunda Kur’ânî bir ifâde kazandı.[1] Lût ve Nûh -aleyhimesselâm- hanımlarına ise fâsıklardan hisler aktı, iç dünyaları karardı, zindana döndü ve cehennemlik oldular.[2]

İnsanın gönlünde zaman zaman birbirine zıt huylar baş gösterir. O insan bazen şeytan olur, bazen de zıddı olan melek!.. Bazen canavarlaşır, bazen de yoksula, yetime, çâresize gönlünü açan sıcak bir kucak olur.”

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de insanların muhtelif tabiatlarda yaratılmasının tâ Hazret-i Âdem’in hilkatinden başladığını beyân etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Allâh Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan ya­ratmıştır. Bu sebeple Âdemoğullarının, o topraklara izâfeten bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz ve siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki bir renkte; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (yâni muhtelif istîdâd, husûsiyet ve karakterde) dünyâya gelmiştir.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 16; Tirmizî, Tefsîr, 2/2955; Ahmed, IV, 400)

Meşhur hadis âlimlerinden İbn-i Kayım el-Cevziyye, bu hâdîs-i şerifi şerh ederken, insan nefsinin hakikatini şöyle izah etmektedir:

“-Sübhânallâh! Nefiste iblisin kibri, Kâbil’in hasedi, Âd kavminin azgınlığı, Semûd kavminin tuğyânı, Nemrûd’un cür’eti, Firavun’un haddini aşarak Tanrılık iddiâsı, Hâmân’ın taşkınlık ve alçaklığı, Kârûn’un zulüm ve fesâdı, Bel’am’ın hevâsı, Ashâb-ı Sebt’in hîlekârlığı, Velid bin Muğîre’nin inadı ve Ebû Cehil’in cehâleti vardır.

Yine insan nefsinde hayvan hasletleri de vardır. Meselâ karganın hırsı, köpeğin aşırı iştihâsı ve oburluğu, Tâvûs’un kendini beğenmişliği, mayıs böceğinin necâsetle ülfeti, kelerin âsîliği, devenin kini, kaplanın sıçraması, aslanın cesareti, farenin fâsıklığı, yılanın zehir saçması, maymunun lüzumsuz ve lâubâlî hareketleri, karıncanın toplama ihtirâsı, tilkinin kurnazlığı, sırtlanın hileli uykusu…

Lâkin riyâzât ve mücâhede bütün bu menfî vasıfları ıslah edip insanı bu kötü hasletlerden kurtarır.” (İbn-i Kayyım el-Cevziyye, el-Fevâid, Beyrut 1986, s. 98)

Zîra âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“…Nef­se ve ona bir­ta­kım kâ­bi­li­yet­ler ve­rip de iyi­lik ve kö­tü­lük­le­ri­ni il­hâm ede­ne ye­min ede­rim ki, nef­si­ni kö­tü­lük­ler­den arın­dı­ran (tez­ki­ye eden) kur­tu­lu­şa er­miş, onu kö­tü­lük­le­re gö­men de zi­yân et­miş­tir.” (eş-Şems, 7-10)

Tasavvufun en girift hakikatlerini büyük bir maharet ve rahat bir ifâdeyle dile getiren Yûnus Emre, insanın iç dünyasındaki med-cezirleri ne güzel şiire dökmektedir:

Hak bir gönül verdi bana, hâ demeden hayrân olur

Bir dem gelir şâdî olur, bir dem gelir giryân olur

 

Bir dem sanırsın kış gibi, şol zemherî olmuş gibi

Bir dem beşâretten doğar, hoş bağ ile bostan olur

 

Bir dem çıkar Arş üzere, bir dem iner tahte’s-serâ

Bir dem sanırsın katredir, bir dem taşar ummân olur

 

Bir dem cehâlette kalır hiç nesneyi bilmez olur

Bir dem dalar hikmetlere Câlinus u Lokmân olur

 

Bir dem gelir İsâ gibi ölmüşleri diri kılar

Bir dem girer kibr evine Firavn ile Hâmân olur[3]

 

İnsanın iç dünyasında derin bir şekilde yaşadığı bu tezatlar, toplum hayatında da kendini gösterir. Bir taraftan imanın kemâl ve huzuru içinde yaşayan gönül erleri, diğer taraftan da küfrün girdaplarında kaybolanlar aynı toplumda hayatiyetlerini devam ettirirler.

Bu iki uç nokta arasında, her seviye ve mizaçta insanın yer aldığı toplum hayatı da, âdeta en mûnisinden en vahşisine kadar her türlü hayvanın barındığı bir ormana benzemektedir. Ki burada bulunan insanların kimi tilki gibi kurnaz, kimi sırtlan gibi yırtıcı, kimi karınca gibi muhteris bir mal biriktirici, kimi de yılan gibi zehir akıtıcıdır. O ormandaki mahlûkâtın kimi okşayarak ısırır, kimi sülük gibi kan emer, kimi önden güler arkadan kuyu kazar. Kimisi de tavşan ve kelebek vesâire gibi kendi hâlinde ve diğerlerine zararsız bir hüviyete sâhiptir.

Kendini mânevî bir terbiye ile nefsinin esâretinden kurtaramamış, dolayısıyla sağlam bir karakter inşâ edememiş bir insan, çevresindeki sefih huyların çemberi içindedir. Kiminde bir hayvanın, kiminde ise birkaç hayvanın karakteri hâkimdir. Üstelik, iç dünyâları sûretlerine ve davranışlarına da aksettiğinden, o karakterleri sezmek, gönül ehli için zor değildir.

Aslında birbirlerine zıt karakterlerin barındığı bir dünyada yaşamak, pek çetin bir imtihandır. Bu imtihanın bedeli ise Cennet ve Cemâlullâh’tır. Bu sebeple insanoğlu, bu imtihânı aşmaya mecburdur. Zîrâ dünya imtihânını geçerek ilâhî vuslata nâil olmak, aynı zamanda insanın yaratılış gâyesini teşkil eder. Bunun için de onun, kötü sıfatlardan sıyrılıp ulvî vasıflara ve faziletlere sahip olması, yani insanlık şeref ve haysiyeti ile yaşaması gerekir.

Âdeta her ferdi, bir hayvanın karakterine bürünmüş bulunan böyle bir toplum içinde yaşayan insanlar, her zaman dikkatli ve uyanık olmak zorundadırlar. Zira insan, her zaman kendisine yakınlık gösterip, onun hayır ve iyiliğini isteyecek sâlih ve sâdık insanlarla beraber olamaz. Sâlihlerin sohbetine sık sık devam etmiş tâlihli insanlar nâdiren varsa bile, onların birliktelikleri de zaman ve mekân şartları ile sınırlıdır. İnsanoğlu, hem böyle hayırhâh insanların nâdir oluşu ve hem de onlarla beraberliğinin sınırlı bulunması sebebiyle menfî karakterli insanlarla beraber nasıl yaşanacağını öğrenmelidir. Nitekim tarihî bir hakikat olarak Firavun’un sarayında yetişen Hazret-i Mûsâ ve yine isyankâr Firavun’un mü’mine hanımı Asiye vâlidemiz, yüksek takvâları sebebiyle, aslî hüviyet ve îmanlarını muhâfaza etmişlerdir. Geçtikleri pek çok bâdire ve meşakkatler, onların imanlarını zaafa uğratmamış, aksine takviye etmiştir.

Diğer taraftan içten ve dıştan devamlı sûrette menfî telkin ve tesirlere muhatap olan insanların, her an teyakkuz hâlinde bulunması gerekir. Aksi hâlde bu hususta gösterilen küçük bir gaflet ve başıboşluk, bazen beraberinde büyük maddî-mânevî felâketleri getirebilmektedir. Allâh’ın gadap ve rızâsının, kişinin hangi amelinin neticesinde tecellî edeceği belli olmadığı için, her hareketimizde bu nezâketi gözetmemiz şarttır.

Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, evindeki kedisine bîgâne kalarak onun ölmesine sebep olan bir kadının, geç vakitlere kadar ibadetle meşgul olmasına rağmen cehennemlik olduğunu haber vermiştir. Bu misalde görüldüğü üzere, basit bir şey gibi görülen mahlûkâta karşı merhamet duygusunun dumûra uğraması, bir âbid insanın ayağını kaydırmıştır. Öyleyse insanın, Allah’ın vermiş olduğu imkân ve ihsanları, mahlûkâtın en küçüğünden en büyüğüne kadar gerektiği miktarda tevzî etmesi zarurîdir.

Son nefes teslim edilene kadar devam eden ömür safahâtı, kaygan bir zeminde araba kullanmak gibi tehlikeli bir yolculuktur. Bazen anlık gafletler, insanı, cennete bir karış mesafe kalmasına rağmen acıklı bir azâba götürebilmektedir. Tarihte bunun pek çok misâli vardır. Nitekim Kârun, bir zamanlar sâlih bir kul iken, zamanla alabildiğine zenginleşmiştir. Hatta Kur’ânî ifâdeyle hakkında:

“…Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı…” (Kasas, 76) buyrulmuştur.

Fakat bu mal ve servet, kendisine hayır ve huzur getirmemiştir. O, bu malın şükrünü îfa etmesi gerekirken malına güvenmiş ve o zenginliğe istinâd ederek Hazret-i Mûsâ’ya meydan okumaya cür’et etmiştir. Bu gurur ve şımarıklık ise, kendisini helâk etmiştir. (Bkz: Kasas, 76-82)

Yine Hazret-i Musa devrinde yaşamış Bel’am bin Baûrâ[4] da, mânevî dünyasının zirvesindeyken hevâsına meyletmiş ve bu yüzden o da helâke dûçar olmuştur.

Kârun, servet ihtirasının şımarıklığında, Bel’am ise sahip olduğu pek çok mânevî nîmetlere rağmen hevâsının sarhoşluğu içinde kendilerine yazık etmiş oldular. İşte bu sebeple insan, her an uyanık bir hayat sürmeye gayret etmeli, kendisini “garanti altında” ve “kesinlikle kurtulmuş” bir varlık olarak görmemelidir. Çünkü Peygamberler dışında hiçbir kula bu teminat verilmemiştir. Bu yüzden hayatı boyunca takvâ üzere, yani sanki mayınlı bir arazide yürüyormuşcasına titiz, dikkatli ve ihtiyatlı yaşamalıdır.

* * *

Nasıl ki, her varlık, hayatını kendi istidatlarına uygun bir vasatta devam ettirirse, insan da bu kâidenin dışında değildir. Gıdâsı ve teneffüs sahası, çiçek özlerinin içindeki âlem olan bir bal arısını, alıştığı dünyânın dışında ya­şatmak mümkün olmadığı gibi, bunun zıddına, mizâcı pislikle gıdâlanan bir fareyi de gül bahçesinde barındırmak mümkün de­ğildir. Yüksek ruhlar, hakîkat-i Muhammediyye’den akseden füyûzâtla gıdâlandıkları gibi, habîs ve fâsık ruhlar da habâset­le tatmîn olurlar. Sefâletlerini, saâdet zannederler.

Bu gerçekten hareketle diyebiliriz ki, bir topluma kurbağa karakterli kimseler hâkim olursa, ortalık bataklığa döner. Yılan ve çıyan ruhlu insanlar hâkim olursa, bütün bir millet zehirlenir, terör ve anarşi başlar. Lâkin gül tabiatlı, merhamet, şefkat sâhibi, gönül insanları hâkim olduğunda ise, bütün memleket bir gülistân olur; toplum, gerçek huzur ve saâdete kavuşur.

Günümüzde menfî tesirlerin toplumu kasıp kavurduğu, bu tesirlerin neticesiyle kötü mizaçlı ve ahlâksız insanların sayısının gitgide çoğaldığı bir hengâmda insanların kendini, yakınlarını ve çevresini muhafaza etmek için çok daha gayretli olması şarttır. Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen Ashâb-ı Kehf misâli, içinde yaşadığımız toplumun yanlışlarına sürüklenmemeli ve bu kötü gidişâta “Dur!” diyebilmeliyiz. Önce kendimizden başlayarak halka halka çevremizi ıslâha çalışmalıyız. Gazâlî Hazretleri, böyle karışık bir toplum hayatında insanların, dikkat etmezlerse nasıl yavaş yavaş ayaklarının kayabileceğini şu sözleriyle tasvir eder:

“-Gayr-ı müslimlerle zihnî akrabalık, zaman içinde kalbî akrabalığa döner. Bu kalbî yakınlık da kişinin helâkine sebep olur. İyi bil ki, gafletin getirdiği sarhoşluk, içkinin getirdiğinden daha beterdir.”

* * *

Başta insan olmak üzere, bütün varlıklar, az-çok çevrelerinden tesir almaktadırlar. Çevrenin varlıklar üzerindeki tesiri, eskiden beri bilinen bir hakikat olmakla beraber, son zamanlarda yapılan deneyler, mânevî hâllerin de madde üzerinde büyük bir tesiri bulunduğunu göstermiştir.

Nitekim, bir müddet önce gazete ve dergilere mevzû olan “su kristalleri” bunun en müşahhas misallerindendir. Aynı misâlin bir başka tezâhürü de Aziz Mahmud Hüdâyî Kız Kur’ân Kursu’muzda yaşanmıştır. Yan yana iki ayrı odaya konulan aynı cins iki çiçekten birinin üstüne Esmâ-i Hüsnâ yazılmış, orada Kur’ân-ı Kerîm tilâvet olunarak kendisine her fırsatta güzel sözler söylenmiştir.

Diğer çiçeğin saksısına ise kötü sözler yazılarak asılmış, bu çiçeğin bulunduğu odada sıkça pop tarzı müzik çalınmıştır. Bir-iki ay gibi kısa bir zaman içerisinde güzel ve ulvî sözler söylenen çiçek serpilip büyümüş; pop müziği dinletilen çiçek ise kuruyup solmaya yüz tutmuştur.

Bu hâl, eşyânın bile çevresinde olup bitenlerden nasıl radyasyon gibi bir tesir aldığını açıkça ortaya koymaktadır. İç dünyası, rûhânî derinlik ve idrâk melekeleri bakımından pek çok varlıktan üstün şekilde yaratılmış olan insanoğlunun, etrafındakilerden tesir altında kalması ise kat kat fazla olacaktır. Bu sebeple insanın çevre ve arkadaş seçerken, çok daha titiz ve dikkatli olması icab eder ki, bu karışık cemiyet hayatında huzur, rûhâniyet ve sürûr içinde yaşayabilsin.

Âyet-i ke­rî­me­ler­de bu­yu­ru­lur:

“Ey îmân eden­ler! Al­lâh’tan ittikâ edin ve sâ­dık­lar­la be­ra­ber olun.” (et-Tev­be, 119)

(Ey Ra­sû­lüm!) Âyet­le­ri­miz hak­kın­da ile­ri-ge­ri ko­nuş­ma­ya da­lan­la­rı gör­dü­ğün­de, on­lar baş­ka bir sö­ze ge­çin­ce­ye ka­dar on­lar­dan uzak dur. Eğer şey­tan sa­na unut­tu­rur­sa, ha­tır­la­dık­tan son­ra ar­tık o zâ­lim­ler top­lu­lu­ğuy­la otur­ma.” (el-En‘am, 68)

“…Al­lâh’ın âyet­le­ri­nin in­kâr edildiğini ya da on­lar­la alay edil­di­ği­ni işit­ti­ği­niz za­man, on­lar bun­dan baş­ka bir sö­ze da­lın­ca­ya (ko­nu­yu de­ğiş­ti­rin­ce­ye) ka­dar kâ­fir­ler­le be­râ­ber otur­ma­yın; yok­sa siz­ler de on­lar gi­bi olur­su­nuz.” (en-Ni­sâ, 140)

* * *

Allâh’ım, bize kötülüğü emreden nefsimizin şerrinden sana sığınırız!.. Bize fücûru değil, takvâyı emreden sâlih ve sâdık dostlar ihsân eyle!.. Bize, doğduğumuz andaki gibi tertemiz bir şekilde dünyanın kirlerine bulaşmadan huzuruna erişen kullarından olmamızı nasîb eyle!..

Âmin!..


Dipnotlar:

[1] (Bkz: el-Kehf, 18)

[2] “Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: «Haydi ateşe girenlerle birlikte siz de girin!» denildi.” (et-Tahrîm, 10)

[3] Dem: An, zaman, vakit. Şâdî: Memnuniyet, gönül ferahlığı. Giryân: Ağlayan. Zemherî: Kışın en soğuk vaktidir ki, ocak, şubattır. Beşâret: Müjde. Tahte’s-serâ: Yerin altı, toprak altı. Katre: damla Umman: Deniz, büyük deniz, okyanus. Câlinus: (131-200) Bergamalıdır. İlk çağın büyük yunan hekimlerindendir. Lokman: Halk dilinde “Lokman Hekim” ismiyle bilinen, bitkilerden ilaç yapan büyük bir tabibtir.

[4] “Onlara (yahudilere) kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku!..” (el-A’râf, 175)

Müfessirler, bu âyette ismi zikredilmeyen kimsenin Hazret-i Musa’nın kavminden Bel’am bin Baûrâ olduğunu bildirmişlerdir. Bu zât, önceleri Hazret-i Musa’ya iman etmişken, basit dünyevî menfaatler karşılığında küfre kaymıştır.