İnfakta İhlas

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -8-

2008 – Haziran, Sayı: 268, Sayfa: 032

İhlâs; kullukta samîmiyet ve niyet temizliğidir. Takvâ ile ihlâs, birbirinden ayrılmayan kulluk sırlarıdır ki, âdeta aynı mânânın farklı şekillerde ifâdesi gibidir. Kulun Rabbi ile kalpte buluşması, yâni merhamet, şefkat, affedicilik, hilim gibi cemâlî sıfatların kalpte tecellî etmesidir. Mü’minin her hâlinde, her davranışında, hattâ her nefesinde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını aramasıdır.

Kalpler ihlâstan mahrum olduğunda, kul nefsânî menfaatlerine râm olmaya başlar. Bu râm oluşun nihâî noktası ise, kalben bile olsa, Allah’tan gayrısına kul olma hamâkatidir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Hevâ (ve heveslerini) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? (Rasûlüm!) ona Sen mi vekil olacaksın?” (el-Furkân, 43) buyrulmaktadır.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, amellerdeki ihlâs eksikliğinin, ne hazin bir hüsran sebebi olduğunu şöyle ifâde buyurur:

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allâh’a şirk koşmaktır. Bu sözümle onların Ay’a, Güneş’e veya puta tapacaklarını kastetmiyorum. Fakat beni korkutan şey, Allâh’ın rızâsının dışındaki gâyeler için yapılacak ameller ve gizli şehvetlerdir (gösteriş duygularıdır).” (İbn-i Mâce, Zühd, 21)

Dolayısıyla rızâ-yı ilâhî dışındaki gâyelerle ve riyâ, gösteriş gibi kalbî marazlarla icrâ edilen ibâdetler; içi boşaltılmış, kupkuru bir geometriden ibâret, faydası zâyî edilmiş amellerdir. Zîrâ hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere; “Ameller, niyetlere göredir…” (Buhârî, Îmân, 41)

İnfak ibâdetinde ihlâs da; sadakayı boşa çıkarmama hassâsiyeti içerisinde; “hasbeten lillâh” yâni sırf Hakk’ın rızâsını kastederek, verdiğini doğrudan doğruya Allâh’ın kudret eline takdîm edebilme şuuruyla verebilmektir.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur:

“Helâl maldan verilen her bir sadakayı, Rahmân olan Allah (kudret) eliyle alır ve kabul eder.” (Müslim, Zekât, 63)

“Hiç şüphesiz ki sadaka, muhtaç onu almadan önce Allâh’ın (kudret) eline geçer.” (Münâvî, Künûzü’l-Hakâik, s. 34)

Yâni infakta asıl muhâtap, Allah Teâlâ’dır. Bu yüzden infakta derin bir gönül vecdi içinde bulunmak îcâb eder. Fânîlerden iltifat ve tebrik beklemeden, riyâ, şöhret ve gösterişten uzak durarak, nefsi araya sokmadan, dünyevî bir maksat taşımadan; «yâ Rabbî, sadece ve sadece Sen’in için» diyerek, infâk edebilmek îcâb eder. İnfakta ihlâsın esâsı budur.

İhlâsın Alâmeti: Gerçek Muhtâcı Bulabilmek

Sadakayı, ona en lâyık olana vermeye çalışmak, mühim bir infak âdâbıdır. Yâni işin kolayına kaçıp rastgele vermek değil; “Onlar ki zekât vermek için faâliyet gösterirler.” (el-Mü’minûn, 4) âyetinde işâret edildiği gibi, hakkın tam yerini bulması için, bir ibâdet vecdiyle, ciddî bir emek sarf ederek vermek gerekir.

Kendimize kıymetli bir şey satın alırken nasıl îtinâ gösterip araştırıyor isek, aynı îtinâ ve hassâsiyetle zamanımızı ve emeğimizi de verip emâneti gerçek hak sâhibine ulaştırmalıyız. Zîrâ infak, Allâh’ın bu fânî âlemde lutfettiği imkânlardan vererek ebedî âlemdeki nîmetleri satın almak şeklinde mânevî bir alışveriştir. Bu alışverişi en bereketli şekilde yapabilmek ise, gerçek muhtâcı arayıp bulmaya bağlıdır. Bu aynı zamanda, infâk edenin gönlündeki ihlâsın derecesini de gösterir.

Âyet-i kerîmede, infâk edenin gerçek muhtâcı araması şöyle emredilir:

(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç maksadıyla dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273)

Yâni infak hâlisâne olduğunda, gerçek muhtâcı sîmâsından tanıyabilecek bir kalbî rikkat ve hassâsiyet gelişir.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Gerçek fakir, ihtiyâcını giderecek bir şey bulamayan ve hâlini anlayıp kendisine yardım edecek biri çıkmayan, (buna rağmen) halktan bir şey isteyemeyen kimsedir.” (Buhârî, Zekât, 53)

Emir Külâl Hazretleri, âdeta bu hakîkatlerden ilhamla, talebesi Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri’ne şöyle nasihat eder:

“Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki, halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, tam bir kalp huzûru, tevâzu ve kırıklık içinde kalıp giderler. Onları ara, bul!”

İşte asıl fazîlet, böyle muhtâcın elinden tutabilmektir. Yâni istemekten hayâ ettiği için hâlini gizleyen takvâ sâhibi muhtâcı arayıp bulmak ve onları sîmâlarından tanımayı kalbimizin hassâsiyeti hâline getirmek, Rabbimizin bir emridir. Şüphesiz ki bu hassâsiyeti kazanabilmek, malın helâlliği ve gönüllerdeki ihlâs nisbetinde mümkündür.

Helâl maldan, sırf rızâ-yı ilâhî için ve cân u gönülden yapılan infak, Allâh’ın izniyle zâyî olmaz, Allah onu ehil kimselere nasîb eder.

Allah yolundaki bir vasıflı insana yardım etmek ise, bâzen binlerce insana bedel olur. Zîrâ büyük istîdat sâhiplerinin önüne bütün imkânları serseniz isrâf olmaz.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, kendilerini Allah yoluna adamış fakir sahâbîler olan “ashâb-ı suffe” ile husûsî olarak ilgilenir ve varlıklı mü’minleri onlar için infâka teşvik buyururdu.

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de, gerçek muhtâcın hakkı olan infâkı kime ve nereye yönelttiğimize dikkat etmemizin ehemmiyetine binâen şöyle buyurur:

“Adâlet nedir? Meyve ağaçlarını sulamaktır. Zulüm nedir? Dikenleri sulamaktır…”

Dolayısıyla infâkımızın rûhâniyet bahçelerini mi, yoksa nefsâniyet dikenliklerini mi yeşerttiğine dikkat etmemiz şarttır.

İnfâkın değeri, malın helâlliği nisbetindedir. Helâl maldan yapılan hayırlar, -Allâh’ın lutfuyla- ona en lâyık olan kimselere nasip olur. Bu bakımdan infaklar, âdeta kazancın mânevî bir röntgeni mâhiyetindedir.

Nitekim Hak dostlarından Ebû Abbas Nihâvendî’ye, ticâretle meşgul olan zengin talebelerinden biri gelerek zekâtını kime vermesinin daha uygun olacağını sorar. O da:

“–Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!” buyurur.

Üstâdının yanından ayrılan talebe, yolu üzerinde dilenmekte olan bir âmâ görür. Gönlü ona ısınır. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp verir. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ, sevinçle oradan ayrılır. Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, bir önceki gün kendisine zekât verdiği âmâyı başka bir âmâ ile konuşurken görür. Kulağına şu cümleler ilişir:

“–Dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de meyhâneye gidip bir güzel demlendim…”

Bu durum talebenin çok canını sıkar. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin huzûruna varır. Hâdiseyi tam arz edecektir ki, Ebû Abbas Hazretleri onun konuşmasına fırsat vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi infâk etmesi için kendisine uzatıp, önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi vermesini tembihler.

Talebe, bir şey diyemeden verilen vazifeyi îfâ etmek üzere oradan ayrılır. Kendisine tembihlendiği gibi, karşısına çıkan ilk kişiye o akçeyi verir. Ancak içini kemiren bir merakla, o şahsı tâkibe koyulur. Adamcağız, biraz ilerideki bir harâbeye girer. Sonra elbisesinin altından ölü bir keklik çıkarıp yere bırakır. Tam oradan ayrılacaktır ki, talebe önüne geçip sorar:

“–Ey yiğit! Allah için doğruyu söyle, bu ne hâldir! Şuraya attığın ölü keklik de nedir?”

Adamcağız kendisine akçeyi veren şahsı karşısında görünce heyecandan kekeleyerek şunları söyler:

“–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı!.. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, asla yapamayacağım bir işti. Bu ıztırap içinde kıvranırken, senin görmüş olduğun, çürümeye yüz tutmuş o ölü kekliği buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor; “Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!” diye niyâz ediyordum ki, sen karşıma çıkıp o bir akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek, yenemeyecek durumda olan o kuşu bu mezbeleye bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin akçeyle yiyecek bir şeyler alacağım…”

Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhal Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına gelir. Hazret-i Pîr, o henüz bir şey söylemeden, şöyle buyurur:

“–Evlâdım! Demek ki, sen kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de verdiğin muhtâca dikkat ettiğin hâlde, zekâtın şaraba gitti. Zîrâ kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, benzer şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukâbil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesinin hikmeti de, onun helâlliğidir…”

Demek oluyor ki, sadakayı ehil kimselere verebilmek, o malı hangi yollardan kazandığımızla da ilgilidir. Sanki parada, kazanılma keyfiyetine göre bir cezb ve incizab kanunu cârîdir. Para, yılan gibidir; geldiği delikten gider. Helâl kazanç, hayır ve fazîletlere vesîle olurken, haram kazanç da şer yollarda eriyip gider. Bu itibarla bir malın helâlliği, sarf edildiği yere bakılarak da görülebilir.

İnfâkın mânevî durumu, çok bâriz bir şekilde kendini belli etmektedir. Bazı kimselerin bağışları ile yapılan hayırların gönle apayrı bir huzur vermesi, paranın helâliyetini, gönlün samîmiyetini göstermektedir.

Diğer taraftan, dînimizde her fırsatta sadaka vermek teşvik edilmektedir. Eğer bunu ihlâs ile îfâ edersek Cenâb-ı Hak müstesnâ bir bereket ihsân eder. Öyle ki, verilen sadaka kimi zaman, ona lâyık olmayana gitmiş gibi görünse de, Allâh’ın lutfuyla, alan kimsenin gafletten uyanmasına ve gönlünde hayra doğru müsbet temâyüllerin filizlenmesine medâr olur.

Bu hakîkate işâret buyuran Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîflerinde; vaktiyle bir adamın sadaka vermeye niyetlenip bir gece karanlığında onu bilmeden bir hırsızın, ikinci gece bir fâhişenin, üçüncü gece de bir zenginin eline tutuşturuverdiğini, bunu duyan halkın hayret dolu ifadelerle o adamı tenkid edip ayıpladığını, fakat o zâtın infâkındaki ihlâsı bereketiyle uykusunda şu sözlere muhâtap olduğunu bildirir:

“Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe belki yaptığından pişman olup vazgeçerek iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.” (Bkz. Buhârî, Zekât, 14; Müslim, Zekât, 78)

Bu hikmet ve hakîkatin bir benzerini de, Peygamber vârisi bir Hak dostu olan Sâmi Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri’nin şu hâtırasında görmekteyiz:

Bir Anadolu yolculukları esnâsında Ürgüp’te bir kişi otomobillerini çevirerek Hazret-i Pîr’den sigara parası ister.

Bazı yol arkadaşlarının muhâlefetlerine rağmen, Sâmi Efendi Hazretleri; “mâdemki istiyor vermek lâzım” diyerek hiç düşünmeden etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında adamın istediği parayı uzatıverir. Sevinçle parayı alan fakir, bir anda niyetini değiştirip, “şimdi gidip bununla ekmek alacağım” diyerek oradan ayrılır.

İşte Allah için ihlâsla verilen bir sadakanın muhâtabında meydana getirdiği müsbet tesir!..

Bunun içindir ki Şeyh Sâdî şu îkazda bulunur:

“Lutuf ve ihsânı bir kese içine koyup ağzını düğümleme! İhsânını kimseden esirgeme. Bu riyâcıdır, öteki hilecidir, deme. Varsın öyle olsunlar, bundan sana ne!?”

Niyetin Hâlis ise, Hak Bereket Lutfeder

Cenâb-ı Hak, niyeti hâlis olanın, azını çok eyler. Küçücük bir hayrı sebebiyle kulunu büyük mükâfatlara nâil kılar. Bunun içindir ki ihlâsla verilen bir dirhem, gönülsüz verilen binlerce dirhemden kıymetlidir. Yâni infâk edilen meblâğın çokluğu veya azlığı değil, sahip olunan imkâna kıyasla ne nisbette olduğu, ne kadar gönülden ve hâlis niyetle verildiği mühimdir.

Zîrâ hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Mü’minin niyeti (maksat ve ihlâsı) amelinden hayırlıdır.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 194)

Bu bakımdan niyet hâlis olursa, küçük bir iyilik bile büyür. İhlâsla yapılan infaklar günahlara keffâret olur.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bildirdiği üzere, susuzluktan soluyan bir köpeğe su veren günahkâr bir kadın, sırf bu merhameti sebebiyle günahları affedilerek cennete nâil olmuştur. Buna mukâbil, bir kediye merhametsiz davranarak, onun açlığına aldırış etmeyen ibâdet ehli bir kadın da cehenneme dûçâr kılınmıştır. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153)

Bu yüzden kâmil bir mü’min olabilmek için Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı yolunda hâlis niyetle gayret etmek, büyük-küçük ayırmadan her hayra harîs olmak îcâb eder. Hattâ infak ufkunun insanlardan öteye hayvanâta kadar genişlemesi, Hâlık’ın merhamet nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının kazanılması gerekir.

İnfakta ihlâsa lutfedilen bereketin en mühim tezâhürlerinden biri de hayır müesseselerine nasip edilen hizmet ömrüdür. Helâl maldan ve ihlâsla kurulan müesseseler, temelindeki mânevî mayanın sağlamlığı nisbetinde devam eder.

Bu hususta asırlardır İstanbul semâlarına rûhâniyet katan Süleymâniye külliyesi sayısız misallerden biridir. Külliyeyi yaptıran Kânûnî Sultan Süleyman, kul hakkından çok korkar, âdil bir halîfe olmaya gayret ederdi. Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’nin temele ilk taşı koyması ile başlayan inşaat tamamlanınca Kânûnî, mîmarından işçisine kadar herkesi topladı. Cenâb-ı Hakk’a hamd ettikten sonra konuşmasına başladı:

“Ey din kardeşlerim, bu câmi-i şerîf Allâh’ın izni ile tamamlanmıştır. Yanlışlıkla veya unutularak ücretini alamayan veya hakkı yenen varsa, gelsin hakkını alsın!. Olabilir ki, o kimse burada değildir. Bulunanlara ricâm ola; onlara bildireler! Onlar da gelip bizden haklarını alalar!..”

Külliyenin inşâsında çalıştırılan hayvanlar için dahî bir program yapılmış; at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlatma saatlerine dikkat edilmiş, hiçbir canlının hakkının ihlâl edilmemesine âzamî gayret gösterilmiştir. Bu mâbedin inşâsında kul ve hayvanât haklarına böylesine titizlik gösterilmesi, belki de Süleymâniye Câmii’nin esrarlı ve kâ’bına varılmaz rûhâniyetinin temel sebeplerinden birini teşkil etmiştir.

Bu muazzam külliyenin inşâsı, mîmârî dehânın zirve şahsiyeti Sinan eliyle gerçekleştirilmiştir. O derviş gönüllü mîmar, taşların yerlerine abdestsiz konulmamasına dahî dikkat etmiştir. Halk ağzındaki yaygın şu sözler, gerçeğin tam ifâdesidir:

“Süleymâniye’nin sahibi Sultan Süleyman, mîmârı Sinan, hamuru îmandır…”

Câmînin açılış merâsiminde Kânûnî, büyük bir kadirşinaslık göstererek:

“–Bu ulu mâbedi Sinan açsın! Zîrâ en çok emeği geçen odur!.” dedi.

Sinan ise, Hünkâr’a:

“–Sultanım! Hattat Karahisârî bu câmîyi hatları ile tezyîn ederken gözlerini kaybetti, âmâ oldu. Bu şerefi ona bahşedelim!..” dedi.

Ulu mâbed, üst üste yaşanan böyle fazîletlerle, taltîfen hattat Karahisârî’ye açtırıldı.

Süleymâniye Câmii’nde mîmârîye ibâdetin rûhâniyeti sinmiştir. İçerisi karanlık olmayan bir loşluktadır. Mü’mini, bir gönül heyecânı içinde derûnî bir âleme götürür. Âdeta okunmuş su gibidir. Taşı toprağı mânâ kazanmıştır. Bu mâbed, İslâm’ın en ulvî bir üslûpla maddeye aksedişidir. O, sanki susan ve sükûtu ile çok şey anlatan bir insandır.

Câminin içindeki mânevî atmosferin insan hâlet-i rûhiyesinde icrâ ettiği tesir çok bârizdir. Bu âbidevî mâbedi ziyârete gelen farklı dinlere mensup pek çok turist bile, karşılaştıkları rûhânî havanın câzibesiyle huzur ve sükûn içinde ruhlarını dinlendirmektedirler.

Ne hâlis bir infâkın bereketidir ki, bu eser yaklaşık beş asırdan beri nice zelzelere rağmen dimdik ayakta durup vatanımızın toprağını İslâm sanatının zarâfetiyle yoğurmakta, gökkubbemizi de ezan sadâlarıyla doldurmaktadır. Şüphesiz ki bu bahtiyarlık, Cenâb-ı Hakk’ın ihlâsa lutfettiği bir berekettir…

Sağ Elinin Verdiğini, Sol Elin Bilmesin…

İhlâstan mahrum gönüllerin riyâ ve gösteriş gibi marazlarla bulanık hayırları ise, hiçbir değer ifâde etmez. Bu hususta en büyük tehlike, infâk edenin nefsine bir pay çıkarması veya yaptığı hayrı fânî menfaat düşünceleriyle gölgelemesidir. İhlâsı yok edip ecri zâyî eden bu kalbî marazlardan kurtulmanın en müessir yolu da “gizliliğe riâyet”tir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz bu güzel bir şeydir. Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.” (el-Bakara, 271)

Yâni gizlice infâk edenin, Allah da ayıp ve kusurlarını setreder. Böyle bir infak, günahlara keffâret olduğu gibi, kibir iptilâsından da koruyarak ecrin zâyî olmasını önler.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kulun gizli işlediği amele, Allah Teâlâ gizlilik mükâfâtını yazar. Eğer bu ameli açıklarsa, mükâfâtını da alenî ameller bölümüne yazar. Eğer yaptığını söylerse, o vakit ameli riyâ defterine geçer.” (İhyâ, I, 595)

Yine âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin beyanları vechile, infâkını gizleyebilenler, günahları affedilen ve kıyâmetin dehşetli ânında Arş’ın gölgesi altında bulunacak olan mes’ud kimselerdir. (Bkz. el-Bakara, 271; Buhârî, Ezân, 36)

Fakat bâzen infâkın açıkça yapılıp insanlara duyurulmasında da fayda mülâhaza edilebilir. Böylece halk, infâka teşvîk edilmiş olur. Nitekim müfessirler:

“Sadakaları açıktan verirseniz, bu güzel bir şeydir. Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır…” (el-Bakara, 271) âyetini; zekâtın teşvik maksadıyla açıktan, sadaka ve diğer hayır-hasenâtın ise gizlice yapılması gerektiği şeklinde tefsîr etmişlerdir.

Velhâsıl hayırların gizli mi, alenî mi yapılması gerektiği, duruma ve şartlara göre değişir. Kalpteki niyet berraklığı muhâfaza edildiği takdirde açıkça infâk etmekte de bir beis yoktur. Hattâ lüzûmu hâlinde insanları hayra teşvik için bu yol tercih edilebilir. Her iki türlü infâkın da fazîlet ve esâsı, kalbin riyâ ve gösterişten korunması, takvâ ve ihlâsın muhâfaza edilmesidir.

Sadakanın açıktan verilmesi, onu alan bâzı kişilerde hayâ duygusunun zayıflamasına, hayâ duygusunun zayıflaması ise zamanla sadaka bekleyişinin alışkanlık hâline dönüşmesine, bu da çalışma gayret ve azminin kaybolmasına sebebiyet verebilir. Ayrıca alenî yapılan infakta, veren kimsenin gurur ve kibre sürüklenip kendini beğenme ihtimâli daha kuvvetlidir. Bir de alan kimsenin rencide olması daha çok söz konusudur. Bu gibi durumlarda gizli vermek daha münâsiptir.

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- geceleri sırtında un çuvalıyla fakir mahalleleri dolaşır, kimselere görünmeden, hattâ çoğu zaman kim olduğunu da gizleyerek muhtaçları sevindirirdi.

Hazret-i Ali’nin torunu İmam Zeynelâbidîn Hazretleri de her gece Medîne fukarâsının kapılarına sırtında taşıdığı erzak çuvallarını bırakır, kimseye görünmeden geri dönerdi. Bir sabah o fakirler, kapılarına erzak konulmamış olduğunu gördüler. Sebebini merak ederlerken, Zeynelâbidîn Hazretleri’nin vefât ettiği haberi bütün Medîne’ye yayıldı. Herkes derin bir mâteme büründü.

Zeynelâbidîn Hazretleri’nin naaşı yıkanırken, sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar olduğu görüldü. Yakınlarına bunun sebebi sorulduğunda, Hazret’in sırrı da ortaya çıktı. Zîrâ sırtındaki o yaralar, fukarâya taşıdığı erzak çuvalları sebebiyle açılmıştı.1

İşte merhamet dolu mü’min gönüllerdeki ihlâs tecellîsi ve hayırlarının ecrini, beşerin iltifatlarıyla zedelememek için riâyet edilen hassâsiyet…

Ecdâdımız da, bu hassâsiyetlerin en güzel numûnelerini sergilemişlerdir. Nitekim bu hususta Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın vakfiyelerinden birindeki şu ifadeleri çok câlib-i dikkat bir numûnedir:

“Ben ki İstanbul fâtihi, Allâh’ın âciz kulu, Fâtih Sultan Mehmed; alın terimle mâliki bulunduğum 136 dükkânımı aşağıdaki şartlar muvâcehesinde vakfeyledim:

Külliyemde binâ ve inşâ eylediğim aşhânede şehîdlerin hanımları, yetimleri ve İstanbul fukarâsı için yemek yapılsın! Ancak yemek yemeye veya almaya gelemeyen mâzeretlilerin yemekleri, hava karardıktan sonra, kapalı kaplar içinde, gözlerden ırak şekilde evlerine götürülsün!..”

Vakfiyede görüldüğü gibi Fâtih Sultan Mehmed Han, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edep ve nezâket ölçüleriyle kâideler koymuştur.

Yine ecdâdımız zekâtlarını bir zarf içinde câmilerdeki zekât taşlarına bırakırlar, alan vereni, veren alanı görmeden bir infak şâheseri sergilenirdi. Böylece ne alanın gönlü incinir, ne de verende bir benlik ve kibir temâyülü doğabilirdi.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, ihlâsını koruduğu, amellerini hâlis niyetle îfâ eden sâlih kullarından eylesin! Sahâbe, evliyâ ve sâlih ecdâdımızın güzel hâllerinden kalplerimize hisseler lutfeylesin…

Âmîn!

Dipnot: 1) Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136.