İncitmemek, İncinmemek

-Mesnevi Bahçesinden-

Yıl: 2003 Ay: Ekim Sayı: 06

Peygamber Efendimiz’in müezzinlerinden Abdul­lah bin Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh- zaman zaman Rasûlullâh Efendimiz’in yanına gelir:

“–Yâ Rasûlallâh! Allâh’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!” diye yalvarırdı.

Peygamber Efendimiz de; o temiz yürekli sahâbîsini kırmaz, tatlılıkla bütün sorularına cevaplar verirdi.

Birgün Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaç kişi Peygamberimiz’in yanında bulunuyorlardı. Hazret-i Peygamber de: «Belki bu Kureyş’in ileri gelenleri imana gelirler de mâhiyetindekiler de hidâyet bulurlar.» ümidi içindeydi. Bu sırada doğuştan âmâ olan müezzin Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm yine geldi. Âmâ olduğu için Rasûlullâh’ın yanında kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Bundan dolayı her vakitki ricasını tekrarladı. Misafirler yanında bu yersiz suâlden Hazret-i Peygamber üzüldü ve sıkıldı. Başını öte tarafa çevirdi. Alâka göstermedi. Bu durumdan Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm’un gönlü hafifçe incindi. Bunun üzerine Abese Sûresi’nin başında bulunan iki ayet nazil oldu:

“Rasûlullâh, âmâ geldi diye yüzünü buruşturdu ve başını çevirdi.”

Bu hadise­den sonra Rasûlullah Efendimiz Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm’u ne zaman görse:

“–Ey kendisi için Rabbimin bana sitem ettiği zat, merhaba!” diye buyururlardı.

Hiç şüphesiz bu hâdise, ümmeti irşâd için Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şahsında sergilenmiş bir ilâhî örnektir. Bununla, bütün ehl-i îmâna böyle mevzûlarda takip etmesi gereken istikamet gösterilmiştir. Dolayısıyla Hak dostları, bu mesele üzerinde, yâni incitmeme hususunda titizlikle durmuşlar ve gönülleri birer nazargâh-ı ilâhî, yâni bir bakıma mânevî kâbetullâh olarak addetmişlerdir. Zîrâ kim gönül kâbesine zarar verirse, hakîkatte onun sahibini incitmiş olur. Bu itibarla denir ki:

«Allâh, gönlü kırıklarla beraberdir.»

Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsında:

«– Yâ Rab! Seni nerede arayayım?» dedi.

Allâh Teâlâ buyurdu ki:

«– Beni, kalbi kırıkların yanında ara.»” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Hazret-i Mevlânâ’nın naklettiği şu hikâye, bu gerçeği ne kadar güzel yansıtır:

Bir gemide bir derviş vardı. Yükü ve eşyası yoktu. İyi huylarından, mertlik ve insanlıktan bir yastığa dayanmıştı. Gemi suların üzerinde akıp giderken bir ara gemide bir kese altın kayboldu. Derviş ise o sırada uyumuştu. Herkesi aradılar, bulamadılar; biri de o dervişi gösterdi. Ve:

“– Şu uyuyan fakiri arayalım.” dedi.

Para sahibi, derdinden dolayı yok yere onu uyandırdı. O mâsum dervişe itham dolu bakışlarla:

“– Bu gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi aradık; bulamadık. Sıra sende! Hırkanı çıkar, soyun da, halkın şüphesi kalmasın.” dedi.

Derviş:

“Ya Rabbî! Mâsum kulunu suçlu buluyor­lar, hâlimi sana arzediyorum!” diye Hakk’a iltica etti.

Gemidekiler dervişin gönlünü kırıcı davranmışlardı. O temiz gönlün sahibi, yâni Hak Teâlâ ise, onun kırılmasına râzı olmadığından balıklara emretti ve o anda denizin her tarafından sayısız balık başını çıkardı. Her birinin ağzında çok kıymetli iri bir inci vardı. Her birinin ağzında bir inci vardı ama ne inci… O incilerden her biri bir memleket geliri değerinde idi. Allâh tarafın­dan lutfediliyordu. Kimsenin o incilerde hakkı yoktu.

Derviş balıkların ağzından birkaç inci alıp geminin ortasına attı. Ken­disi de sıçrayıp havada iskemleye oturur gibi oturdu. Padişahların tahtlarına oturdukları gibi bağdaş kurmuş, havada duruyordu. Gemi de onun önünde gitmede idi. Gemidekilere seslenerek dedi ki:

“Haydi gidin; gemi sizin olsun Hak benim olsun! O, ne beni hırsızlıkla suçlar, ne de beni kusurlarımı açığa vuran birisi­nin eline bırakır.”

Gemide bulunanlar:

“– Ey ulu kul! Sana bu yüce makamı ne yüz­den verdiler?” diye seslendiler.

Derviş:

“Mânâ sultanlarına saygı gösterdiğim için verdiler. Yoksullara karşı da hiç kötü zanna kapılmadım. O latîf ve nefesi hoş yoksullar yok mu; “Abese” Sûresi onları yücelt­mek için geldi. Onların yoksulluğu dünyalık için veya dünyaya sarılmak için değildir. Onların dünyada Hak’tan başka hiç bir şeyi olmadığından, onlar yoksulluğu benimsemişlerdir.” dedi.

Bu kıssadan hisseyi Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade buyurur:

“İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hak ırmağının suyu ile birleşmiştir.”

“Bilgisizliğimiz, körlüğümüz yüzünden Hakk’ın velîlerini hor görmek, onları incitmek istiyoruz.”

“İbtila, belâya uğrayış bir hastalıktır, belâya uğrayan kişiye acırlar, ama ahmaklık öyle bir hastalıktır ki başkalarını yaralar ve incitir.”

“Ahmaklar insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerinin gönüllerini kırmaya çalışırlar.”

 “Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?”

“Oysa bir Allâh adamının, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmeyince, Allâh hiç bir kavmi rezil ve rüsvay etmemiştir.”

Dolayısıyla tasavvuf, incitmemek bahsi üzerinde ziyadesiyle durur. Öyle ki, incinmemek derecesinde…

Sâ­mi Efen­di Haz­ret­le­ri, Da­ru’l-Fü­nûn Hu­kuk Fa­kül­te­si’ni ye­ni bi­tir­miş­ti. Onun gü­zel hâ­li­ni ve ter­te­miz sî­re­ti­ni pek be­ğe­nen bir Al­lâh dos­tu:

“– Ev­lâ­dım, bu tah­sîl de gü­zel­dir ama, sen asıl tah­sî­li ik­mâl et­me­ye bak. Se­ni ir­fân mek­te­bi­ne kay­de­de­lim, ora­da da gö­nül ilim­le­ri­ni ve âhi­ret sır­la­rı­nı öğ­ren.” de­di.

Ar­dın­dan ek­le­di:

“– Ev­lâ­dım, o mek­teb­de na­sıl eği­tim ya­par­lar, ne öğ­re­tir­ler bi­le­mem. Ama bil­di­ğim bir şey var ki, bu tah­sî­lin ilk der­si in­cit­me­mek, son der­si de in­cin­me­mek­tir…”

İn­cit­me­mek, nis­pe­ten ko­lay­dır. Ama in­cin­me­mek el­de de­ğil­dir. Zî­râ o, bir gö­nül işi­dir. Do­la­yı­sıy­la in­cin­me­mek, an­cak fâ­nî­ler­den ge­len ve kalb­le­re sap­la­nan ze­hir­li ok­la­rın te­sir­siz kal­ma­sı ile müm­kün­dür. Bu da, nefs tez­ki­ye­si ve kalb tas­fi­ye­si­nin ke­mâ­lin­de­ki se­vi­ye nis­be­tin­de­dir. Haz­ret-i Pey­gam­ber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Tâ­if’te taş­la­nıp ha­kâ­ret gör­dü­ğün­de me­lek­ler:

“– Ey Al­lâh’ın Ra­sû­lü! Di­ler­sen şu iki da­ğı bir­bi­ri­ne çar­pıp bu­ra­nın zâ­lim hal­kı­nı he­lâk ede­lim.” de­miş­ler­di.

An­cak o âlem­le­re rah­met ola­rak gön­de­ril­miş olan yü­ce Pey­gam­ber, me­lek­le­rin bu tek­li­fi­ni ka­bul et­me­di­ği gi­bi şef­kat ve mer­ha­met duy­gu­la­rı içe­ri­sin­de mü­bâ­rek yü­zü­nü Tâ­if ta­ra­fı­na çe­vir­di ve ahâ­li­si­nin hi­dâ­yet bul­ma­la­rı için duâ ey­le­di. (Bkz. Bu­hâ­rî, Bed’u’l-Halk, 7; Müs­lim, Ci­hâd, 111.)

Bir Pey­gam­ber âşı­ğı olan Hal­lâc-ı Man­sûr da taş­la­nır­ken:

“– Al­lâh’ım! Bun­lar bil­mi­yor­lar, ben­den ev­vel on­la­rı af­fet!” di­ye duâ et­miş­tir.

Bu, ger­çek tah­sîl ile, yâ­ni mâ­ne­vî ter­bi­ye ne­ti­ce­sin­de el­de edi­len kalb-i se­lî­me âit bir hâl­dir.

Ebu’l-Kâ­sım el-Ha­kîm’e, kalb-i se­lî­min sı­fat­la­rı­nı sor­duk­la­rın­da şun­la­rı söy­le­miş­tir:

“Kalb-i se­lî­min üç vas­fı var­dır:

Bi­rin­ci­si in­cit­me­yen bir kalb,

İkin­ci­si in­cin­me­yen bir kalb,

Üçün­cü­sü de iyi­li­ği Al­lâh’ın rı­zâ­sı için ya­pıp kar­şı­lı­ğı­nı bek­le­me­yen bir kalb…

Zî­râ bir mü­min, Ce­nâb-ı Hakk’ın hu­zu­ru­na, hiç kim­se­ye ezi­yet et­me­yin­ce ve­râ ile; kal­bi­ni Rab­be yö­nel­tip kim­se­den in­cin­me­yin­ce ve­fâ ile; yap­tı­ğı sâ­lih amel­le­re her­han­gi bir fâ­nî­yi or­tak et­me­yin­ce de ih­lâs ile ge­lir…”

Şâ­ir ne gü­zel söy­ler:

Cihân bâğında ey âkil, budur makbûl-i ins ü cin;

Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!..

İncitmemek ve incinmemekte en mühim hususlardan biri de, kusur ve kabahat örtmektir. Bu güzel ahlâkı gerçekleştirmek için Belh me­şâ­yı­hın­dan Hâ­tem Hazretleri, işitmesine rağmen esamm, yâni sağır lakâbını almıştır. Şöyle ki:

Bir­gün ken­di­le­ri­ne mâ­ru­zât­ta bu­lun­mak üze­re dert­li bir ka­dın­ca­ğız gel­di. Tam me­râ­mı­nı an­lat­ma­ya baş­la­mış­tı ki, ka­dın­dan gayr-ı irâ­dî ola­rak, ka­zâ ile gaz sancısı neticesinde çir­kin bir ses sâ­dır ol­du. Ka­dın bir mum gi­bi eri­di, âde­tâ mah­vol­du. Hâ­tem Haz­ret­le­ri ise, ka­dı­nın mah­cûb olup müş­kil du­rum­da kal­ma­ma­sı için hiç­bir şey duy­ma­mış gi­bi ken­di­si­ni işit­mez­li­ğe ver­di ve eli­ni ku­la­ğı­na gö­tü­re­rek:

“– Ba­cım, ku­la­ğım zor işi­ti­yor; bi­raz yük­sek ses­le söy­le! Du­ya­ma­dım…” de­di.

Böy­le­ce ka­dın­ca­ğız, gayr-i ihtiyârî vâkî olan ku­su­ru­nun giz­li kal­dı­ğı­nı dü­şü­ne­rek ra­hat­la­dı. Me­râ­mı­nı yük­sek ses­le tek­rar an­lat­ma­ya baş­la­dı.

Bu mi­sâl­de­ki par­lak in­ce­li­ği ve ah­lâ­kî se­vi­ye­yi sâ­de­ce ki­tap­lar­dan edi­ni­len mâ­lu­mat­lar­la ha­yâ­ta ge­çir­mek el­bet­te ki müm­kün de­ğil­dir. Hâ­tem Haz­ret­le­ri’nin ser­gi­le­di­ği bu ne­zâ­ketle incitmeme duygusu, onun Ce­nâb-ı Hakk’ın Rahmân, yâni merhamet ve “Set­tâ­ru’l-uyûb” yâ­ni “ayıp­la­rı ör­tü­cü” sı­fa­tın­dan al­dı­ğı his­se­yi ancak ah­lâ­ka in­kı­lâb et­ti­re­bil­miş ol­ma­sıy­la îzâh edi­le­bi­lir. Böy­le dav­ra­nış­lar, özel­lik­le ta­sav­vuf­ta “Al­lâh’ın ah­lâ­kıy­la ah­lâk­lan­ma” şek­lin­de tâ­bir olun­muş­tur.

İncitmemek hususunda hadîs-i şerîfte buyurulur:

“İnsana günah olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter…” (Müslim, Birr, 32)

 İncinmemek hususunda hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenâlık yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektedir.” (Tirmizî, Birr, 63)

Hak Teâlâ buyurur:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Bu yüksek hâller, bir firâset meselesidir. Yoksa insan, farkına varmadan nice çamlar devirir. Yâni ille firâset, ille firâset…

Firâset nedir?

Firâset, peygamberlerin sıfatlarından bir cüzdür. Muhatabın aklının seviyesine göre davranmaktır. Zîrâ bir kimseyi sevindiren bir davranış, diğer bir kimseyi üzebilir. Dolayısıyla insan terbiyesi, onun psikolojik durumunu tespit edebilmek ve hadiselerin iki üç merhale sonrasını hesap edebilmekten geçer.

Firâsetin şaheseri, ölüm bilmecesini halletmenin gayreti içinde olmakla başlar. Zîrâ fânî âlemde sırlara ve hakîkate ârif olabilmek, ancak “ölmeden evvel ölebilmekle” mümkündür. Yâni nefsânî ve dünyevî arzulardan vazgeçebilmek zarûrîdir. Hak dostları bu hususta şu düsturlara riâyet ederler:

İki şeyi unutma:

1. Allâh -celle celâlühu-

2. Ölüm

İki şeyi unut:

1. Sana yapılan fenalıklar.

2. Yaptığın hayırlar.

Bize yapılan fenâlıkları unutmak, affetmek olarak gerçekleştirildiği takdirde bu daha büyük bir fazîlettir. Çünkü kul, affede affede ilâhî affa mazhar olur. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (el-A’râf, 199)

“Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allâh da ziyadesiyle affedici ve kadirdir.” (el-Nisâ, 149)

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?…” (en-Nûr 24/22)

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- anlatıyor:

“Bir adam Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e gelerek: «–Hizmetçiyi ne kadar affedeyim?» diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz susup cevap vermedi. Adam tekrar:

«–Ey Allâh’ın Resûlü! Hizmetçimi ne kadar affedeyim?» diye sordu.

Bu defâ Fahr-i Kâinât Efendimiz (kesretten kinâye olarak):

“– Her gün yetmiş defa affet!” cevabını verdi. (Ebu Dâvud, Edeb, 123-124/5164; Tirmizî, Birr, 31/1949)

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in dünyâya vedâ ânında fem-i Muhsinlerinden sâdır olan şu son sözleri ne kadar mânidardır:

“Namaz! Namaza dikkat ediniz! Mâlik olduğunuz (köleler, kadınlar ve çocuklar) hakkında Allâh’tan korkun!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 123)

Bir başka hadîs-i şerîfte Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyururlar:

“İnsanlara borç para veren cömert bir kimse vardı. O kişi hizmetçisine:

«–(Borç verdiğimiz) fakire (borcu almak için) varırsan (o imkân temin edememişse) ondan vazgeç ve onu affediver (alacağımızı hibe et)! Umarım Allâh da bizi affeder.» derdi.

Adam Allâh’a kavuştu ve Allâh onu affetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Müsâkât, 31)

İşte bu, firâsettir. Bizim de böyle davranmamız için Âlemlerin Efendisi tarafından gönüllerimize takdim edilmiş yüce bir hâldir. Bu hâle erenler, Allâh dostu olurlar. Onun için hiçbir Allâh dostu ahmak olmaz. Hiçbir ahmak da Hak dostluğuna yükselemez.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e bir kimse methedildiği zaman:

“Onun aklı nasıl?” buyururlardı.

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde sık sık:

“Akıl etmezler mi? Düşünmezler mi?” buyurur.

Yâni Allâh Teâlâ, kullarına, kalbe bağlı olarak aklı kullanmaları hususunda ısrar etmektedir.

En büyük firâset, istikbal bilmecesini çözmektir. Onu çözen kimse de artık hiçbir fânîden incinmez, hiç kimseyi de incitmez. Her hâdisedeki murâd-ı ilâhîyi ve ezel-ebed sırrını sezer. Hak rızâsına göre davranır.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Rabbine karşı dâima edebi muhâfaza et! Hâdiselerin, Cenâb-ı Hakk’ın takdîriyle meydana geldiğini unutma. Arada vâsıta olan ne varsa, sadece birer izâfî sebeplerden ibarettir.”

Ehl-i gönül buyurur:

“İnsanlar arasında kendini bilenler, şu üç vasfa sahip olanlardır:

1. Rüzgârı bile incitmeyenler,

2. Kendi ad ve sıfatlarını söylemekten edeb edenler,

3. Hâlık’ın mahlûkuna merhamet ve şefkat ile nazar edenler.”

Hâsılı incitmeme ve incinmeme hususunda kalbî seviyemiz: “Seni öldürmeye gelen sende hayat bulsun.” düstûrunu gerçekleştirebilecek bir kıvamda olmalıdır.

Cenâb-ı Hak, bu yüksek hâli, yâni ince, zarif ve rakik bir gönle sahip olabilmeyi cümlemize ihsân buyursun. Âmîn…