İmandan İhsana Musa Efendi (kuddise sirruh)

2002 – Temmuz, Sayı: 197, Sayfa: 032

Müminin sürekli olarak ilahi müşahade altında olduğunu idrak etmesi ve bu halin kalpte sabitleşmesi demek olan ihsan, aynı zamanda herhangi bir iş ve davranışın en mükemmel ölçüler dâhilinde îfâ edilmesidir.

İlahi rahmete tevdî edilişinin üçüncü sene-i devriyesini idrâk ettiğimiz Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- hazretlerinin hayat tarzı ve uslûbu, beşerî münasebet ve davranışları açısından da müstesna bir nezâket, zerâfet ve letâfet misalleriyle doluydu. Yani, onun hayatı kısaca “ihsan” kıvamındaydı.

O derecede ki, latîfe yaparken bile, Allah’ın müşâhedesi altında bulunduğu husûsundaki idrâk ve dikkatini za’fa uğratmama gayreti içinde olurdu. Onun bu güzel hâli, etrafındakilere hep ihsan duygusunu hatırlatırdı.

 O büyük zât, “imandan ihsana” doğru olan uslûb ve muhtevâyı, bütün davranış ve sözlerinde en kâmil bir sûrette gerçekleştirme azmi içindeydi.

 Onun nezih hayatı, bu davranış zerafet ve mükemmelliğinin zamanımızdaki en kâmil örneklerinden biriydi. O daimâ, hâl ve kâl itibariyle, kesintisiz ışık saçan ve ısıtan bir güneş gibi etrafına bu telkînin feyz ve bereketini yayardı.

Kendisiyle az-çok vicâhî veya gıyâbî, yâni yakından ve uzaktan münâsebeti olan herkesin feyiz mecrâı olan o Hak dostu, kâinatta, ilâhî nizamın icabı olan ahengin bozulmasından rencide olurdu. Görebildiği her yanlış ve eksikliği gidermek husûsunda derin bir dikkat ve hassasiyetle hareket ederdi. Mesela, en basitinden, duvardaki bir levhanın eğri durmasından veya bir seccadenin rastgele serilmesinden bile rahatsız olurdu. Ya onu birisine düzelttirir veya bizzat kendi elleriyle düzeltirlerdi. Bir mecliste veya sohbette, odanın intizamsız olması, gelenlerin gelişigüzel oturması veya kapı eşiğinde birikmeleri onun dikkatinden uzak kalmaz, zevk-i selîmini rahatsız ederdi.

Hak dostlarının davranış mükemmellik ve zerafetini şu âyet-i kerîmeler ne kadar güzel sergiler:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüyünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incinmez ve incitmezler, sadece) «selâm» derler.”

“Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyama durarak geçirirler.” (Furkân, 63-64)

Bu âyet-i kerîmeler ve bunların ardından gelen diğer âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak, sâlih mü’minlerin husûsiyetlerini sekiz sıfatla özetlemektedir:

1. Yeryüzünde yürüyüşleri ve hareket tarzları mülâyimdir; gurur ve kibirden uzak, tevâzu ve vakar içindedir. Câhiller kendilerine çatsalar dahî selâmetle neticelenecek söz söylerler. Etraflarına hesaplı, merhametli ve mütehammil olarak güven ve huzur verirler. (Furkân, 63)

2. Geceleri ibadetle ihyâ ederler. Yatışları ve kalkışları hep Allâh için olur. (Furkân, 64)

3. Şöyle duâ ederler: «Ey Rabbimiz! Bizlerden cehennem azâbını defet! Çünkü onun azâbı geçici bir şey değildir.» (Furkân, 65)

4. Harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furkân, 67)

5. Allâh’tan başka bir ilâha yalvarmazlar. Allâh’ın harâm kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler. (Furkân, 68)

6. Yalan yere şahitlik etmezler; boş bir şeye rastladıkları vakit vakar ile (oradan) geçip giderler. (Furkân, 72)

7. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında, kör ve sağır, yâni duygusuz davranmazlar. (Furkân, 73)

8. Cenâb-ı Hakk’a: «Ey Rabbimiz! Gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler ihsan et ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl.» diye niyazda bulunarak; âile hayatlarının ve nesillerinin dünya ve âhirette yüz ağartacak bir îmân, irfan ve ahlâk içerisinde olmasını, yetişip olgunlaşmasını talep ederler ve kendileri için de arzuları takvâda en önde bulunmaktan ibaret olur. (Furkân, 74)

Cenâb-ı Hak böyle sâlih mü’minlerin nâil olacağı ebedî neticeyi şöyle bildirir:

“İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamları ile mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır.” (Furkân, 75)

Kalb, işte bu hâle, yâni musaffâ bir hâle gelebilmesi için tasfiye edile edile, beşerî ve tasavvufî temrinlere ilâve olan Allâh’ın lutf u keremiyle, yolun nihâyetinde öyle bir hâle gelir ki, sâhibini sûreten insan bırakmakla berâber, sîreten âdetâ melekiyet derecesine yükseltir. Bu durumda olanlardan bâzıları, fezâdaki sonsuz yıldızlardan herhangi biri gibi, kendi âlemlerinde ve dışa karşı tam bir gizlilik içinde yaşarlar. Böyleleri bilinemez. Nitekim bir hadîs-i kudsî olduğu rivâyet edilen:

“Velîlerim kubbelerim altındadır. Onları benden başkası bilemez.” (Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-Üns, s. 45) şeklindeki beyan da bu zümre hakkındadır.

Hak dostlarının bâzıları ise uhdelerine tevdî olunan irşâdî vazîfeler dolayısıyla -belli ölçüde- bilinirler ve kendi zamanlarından geleceğe doğru bir hidâyet meş’alesi olarak, beşerî hayatta hizmetlerini devâm ettirmek üzere bekâ sırrından nasip alırlar. Hâdiselerin arkasında bulunan sır, hikmet ve murâd-ı ilâhîyi kavrarlar. Bundan dolayı hikmete vukûfiyetin huzûr ve sükûnu içinde yaşarlar. Onlar telâş ve endîşe gibi birçok beşerî zaaftan korun­muşlardır.

Onlar için artık “abes” yoktur. “Yaratılmışı hoş gör Yaratan’dan ötürü.” ölçüsüyle başlayan mânevî terakkîde, hikmete îtibâr ile âlemin kâffesini ibret, muhabbet ve hayret hisleriyle dolu olarak seyre başlarlar.

İşte bütün bu güzel ve ulvî hâlleri ve sıfatları kendisinde ömür boyu seyrettiğimiz Musa Efendi’nin davranışlarındaki nezâket ve zarâfet mükemmelliğinin bir tezâhürü de, günlük hayatın akışı içinde, Rabbimizin her mahlûkuna merhamet ve muhabbetle nazar etmesiydi. O derecede ki, civârında barınan kedileri ve hattâ bahçesi üzerinden uçan güvercinleri, ikram ve ihsânıyla, bu engin merhametinden nasiplendirirdi.

Biz de “tahdîs-i nîmet” kabîlinden zikredelim ki, üzerimizdeki fikrî ve fiilî nimetin gerçek müessirlerinden olan o Hak dostunun, hayatına hâkim bir davranış üslûbu mahiyetindeki “imandan ihsana” mefhumunu, son eserimiz olan “Tasavvuf”un serlevhasına yerleştirerek, onu “İmandan İhsâna Tasavvuf” adıyla adlandırmış bulunmaktayız.

Bu vesileyle, o Allah dostunu, bütün sevenleri ve talebeleri adına, burada en derin hürmet, muhabbet ve kalbî duâ ve minnettarlığımızla yâd etmek ihtiyacını hissediyoruz.

Okuyucularımızdan, kendilerine Fâtihâlar lutfetmelerini istirham ederiz…

NASİHATLERİNDEN BİR DEMET

Merhum Musa Efendi’nin talebelerine yazmış olduğu mektuplardaki nasihatlerinden bir demet sunuyoruz. Okuyucularımızdan Fatihalar Lutfetmeleri Dileğiyle..ir müminin gönül âlemi ve kemâli, davranışlarında sergilenir. Bu güzel­liklerin en başta gelenlerinden birkaçı şöyledir:

Dâimî olarak alçak gönüllü olması, zamanlarının ve nefeslerinin kıymetini bilip israf etmemesi, Allâh’ın kullarını sevip onlarla çekişmemesi, muhatablarına dinî seviyesine göre muâmele etmesi, kabahat örtücü olması, haram ve helâle dikkat etmesi ve herkesin küçük gördüğü masiyetleri dahi büyük görmesidir. Zîrâ günahını küçük gören -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’ın emrini küçük görmüş olur.

Mevlâmızın rızası yolunda, seher vakitlerini namaz, zikir ve duâlarla zînetlendirelim. Başta âile efrâdımızın ve aile büyüklerimizin hizmetinde bulunalım. Dünyacılarla, yâni gaflete dalanlarla ülfeti azaltıp, salihlerle oturup kalkalım. Diğer akrabaları­mız ile muhtaçların hizmetinde olup, gerek lisânen gerek maddeten yardımda bulunalım. En önemlisi haram ve helâle titizlik gösterelim. Ayrıca çarşı-pazar işlerinde de dikkatli davranalım ki, kulluktan fire vermiş olmayalım.

Bütün hatâlar, nisyanlar, bocalamalar; zikirden gâfil olduğumuz, yâni Rabbimizi unuttuğumuz anlarda husûle gelir. Zikrin mânevî hâlini devam ettirenlerde dünyâ kederi, üzüntüsü, hattâ lüzûmundan fazla dünyevî neş’e dahî bulunmaz. Dâimî huzur, sehâvet ve mahlukata şefkatli olmak, o boşluğun yerini doldurur. Yani sevgi, daimâ sevgi… Allâh Teâlâ Hazretleri, kendisini seven kulunu muhabbet deryasına daldırır. Artık o kimse Cenâb-ı Hakk’ın sevdirdiği nispette sevilmeye lâyık olanları sever.

Bir insan mensub olduğu cemiyete, rıza-yı ilâhî için güzelce hizmet etmeyi pek kıymetli bir vazife bilmelidir. Bir cemiyetin hayatına, intizamına, refahına hizmet eden kimse, o cemiyet arasında pek kıymetli bir varlık sahibi demektir. Binaenaleyh onun ecir ve mükâfâtı da o nisbette büyüktür.

Hadis-i şerifte:

“Bir kavme hizmet eden kimse, (ecir ve mükâfâta nâiliyet itibâriyle) onların en büyüğüdür” (Deylemî, Müsned, II, 324) buyurulmaktadır.

Birçok kimseler, ibâdet ve taata çokça yöneldikleri hâlde, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatı olan “settâru’l-uyûb”, yâni ayıpları örtücülük ve kusurları affedicilik hasletine lâkayd kalıyorlar. Bu sebeple de tam istenildiği gibi terakkî edemiyorlar. Halbuki bağışlamak ve kusur örtmek, güzel ahlâkın en ehemmiyetlilerinden biridir. Allâh Teâlâ biz kullarının sayısız kusur ve hatalarını örtüp affettiği gibi, biz de affedici olmalıyız. Zirâ Allâh sevgisine sâhip olanlar, affetmeyi bilirler. Affedelim ki inşâallâh affolunuruz.

Bütün hüner, bu dünya hengâmesinde ve binbir türlü meşgale içinde Hak’la beraber olabilmektir. Bu öyle hoş bir hâldir ki, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna bir atiyyesi, yâni hediyesidir. Bu pek ulvî vazifeyi teemmül edebilirsek, dünyanın gel-geç oyuncaklarına aldanmaktan da kurtuluruz.

Cenâb-ı Hakk’ın, bir kuluna en büyük nîmetlerinden biri, o kuluna aczini bildirmesidir. Bu mâneviyat yolunda kazandığım belki de en büyük nîmet, hatâlarımı görmem oldu. Rabbime karşı müflisliğimi idrâk ettim. Böylece kimsenin hatâsını görmeye ve onunla uğraşmaya tâkatim kalmadı. Hamdolsun, bütün bunların şükrü içindeyim…”

* * * * *

Bütün bu muhabbet, merhamet ve istikamet dolu ikaz ve nasihatler, onun “ihsan” kıvamındaki hayatından bizlere akseden feyz damlacıklarıdır.

Rahmetullâhi aleyh.