İmân ve İmtihân

1998 – Agustos, Sayı: 150, Sayfa: 020

Tasavvufun başlıca gâyesi, ham insanı ihlâs ile tezyîn ederek kâmil insan hüviyetine kavuşturmaktır. Çünkü insan, kendisini Rabbine vâsıl edecek kudret akışları ve Rabbânî sırlarla techîz edilmiş olan şu kâinâta, ebediyyet âlemine hazırlanmak için gelmiş ve bu maksada binâen muhtelif imtihânlara tâbî kılınmıştır. Onun, ebedî âlemde kendisi için hazırlanmış olan nîmetlere nâil olabilmesi de, bu imtihânları kazanarak bir kalb-i selîm elde edebilmesine bağlıdır.

Bu nükte dolayısıyladır ki insanlar, îmân ve fazîlet dâvâsında çile, sıkıntı, ızdırap ve elemle dolu binbir merhalelerden geçirilirler. Böylece Hakk yolunda ilâhî dâvânın sâdıkları ile fâsıkları birbirinden ayırd edilir. Bunun içindir ki, sâdece îmân etmek kâfî değildir. Onu amel-i sâlihle süsleyerek ilâhî imtihânlarda muvaffak olabilecek bir seviyeye yükseltmek zarûreti vardır. Allâh Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar yalnız inandık demekle hiç imtihân edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?”

“Şânım hakkı için onlardan öncekileri de imtihân ettik. Elbette Allâh, (dîn ve îmân dâvâsında) sâdık olanlarla yalancıları bilmektedir.” (el-Ankebût, 1-3) buyurarak îmân ve imtihânın âdetâ içiçe olduğunu beyân eylemiştir.

Buna göre; îmân bir lutuf, imtihân da onun miyârı, kuldan istenilen sabır ve teslîmiyyetle îmânı muhâfaza ise, bir bedel mesâbesindedir. Yâni Hakk Teâlâ, verdiği lutfunun yüceliğini ve değerini idrâk ettirmek için kullarına takdîr buyurduğu imtihânlarla -onların iktidarları nisbetinde- âdetâ bir bedel taleb etmektedir. Âyet-i kerîmedeki:

“Allâh mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır.” (et-Tevbe, 111) ifâdesi de, bu hakîkatin bir tezâhürüdür.

Dolayısıyla, rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için, Hakk’ın istediği bedelleri (can, mal-mülk, vesâireyi) seve seve O’nun yolunda fedâ etmek, îmânın kemâline vesîledir. Mü’minlerin şu imtihân dünyâsındaki ibtilâ, mihnet ve meşakkatlerinin, âhıret kazancına bir bedel olarak kaydedildiği şüphesizdir.

Diğer taraftan dünyâ ihtirasına kapılmış îmânsızların, Kur’ân’a ve dîni yaşamaya çalışanlara yaptıkları tecâvüzler ise, onlar için ebedî ızdırap ve felâket dolu bir cehennem azâbının kahredici bedeli hükmündedir. Zîrâ onlar, iki yönden azâbı hak etmektedirler. Biri îmân etmemeleri, diğeri de mü’minlere zulmetmeleridir.

Böyle sıkıntılı zamanlarda ibâdet ve amel-i sâlihde bulunup ihlâsı elde edebilmek ve Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in rûhâniyetine bürünebilmek zarûrîdir.

Amel-i sâlih nedir? Amel-i sâlih, ne pahasına olursa olsun Allâh’ın râzı, Hazret-i Peygamber’in hoşnûd olacağı bir îmân, ibâdet ve yüksek ahlâkı, hayât düsturu eylemektir. Ehl-i tasavvuf, amel-i sâlihi, ta’zîm li-emrillâh (Allâh’ın emirlerine hakkıyla riâyet) ve şefekat li-halkıllâh (Allâh’ın mahlûkâtına merhamet) kâidesinin yaşanması olarak târif etmişlerdir. Bilhassa dîn ve îmân bakımından sıkıntılı zamanlarda bunlara riâyet, Allâh Teâlâ’nın nusrat ve rahmet-i ilâhiyyesini mûcibdir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Ey mü’minler!) Eğer (başınıza gelen sıkıntılara aldırmayıp Allâh’ın dînini yaşamak husûsunda) sabır (ve sebât) eder ve ittikâ ederseniz, (yâni hem takvâ üzre Allâh’a sığınır, hem de gerekli tedbirleri alarak korunursanız), onların (İslâm düşmanlarının) hîle ve tuzağı size hiçbir zarâr vermez! Çünkü Allâh, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân, 120)

İslâm târihine bakıldığı zaman, Allâh’ın yardımı sâyesinde mü’minlerin, çok az bir güçle büyük muvaffakıyetler elde ettiği görülür. Bedir, Mûte, Târık bin Ziyâd’ın İspanya’ya çıkışı, Malazgirt ve birçok zaferler bu hakîkatin birer misâlidirler. Diğer taraftan bütün dünyâya “i’lâ-yı kelimetullâh”ın imzâsını atan muhteşem Osmanlı Devleti de 400 atlı ile kurulmuştur. En son olarak şâhid olduğumuz Çeçenistan’ın koca Rusya’yı dize getirmesi de, yine bu nusrat-i ilâhiyye bereketiyledir.

Bu da gösteriyor ki müslümanlar, ihlâsları ölçüsünde muvaffak olmaktadırlar. Yâni ihlâsdan ayrılmayan kuvvet ve kudrette yenilmez hâle gelir; ihlâsını kaybeden de gücünü kaybeder. Bu husûsda Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“(Ey mü’minler! Siz Hakk yolunda ihlâs, sabır ve takvâya sarılınız!) Eğer Allâh size yardım ederse, sizi yenecek yoktur… (Sakın gaflet ve cehâletle O’nun yolundan ayrılmayın; dînden tâviz vermeyin! Zîrâ Allâh), eğer sizi yüzüstü bırakırsa, O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler, yalnız Allâh’a güvenip tevekkül etsinler!..” (Âl-i İmrân, 160)

Hâsılı her hâlükârda, yâni bütün meşakkat ve zorluklara rağmen Allâh ve Rasûlullâh yolunda yürümek, mü’minin îmân şiârıdır. Ve her mü’min bu îmân nîmetinin bedelini Hakk Teâlâ’ya ödemelidir. Kaldı ki, bu bedeli ödeyenler için âyet-i kerîmede “Allâh’a borç verenler” ifâdesi kullanılmış ve bunun karşılığını da Cenâb-ı Hakk’ın fazlasıyla vereceği beyân buyurulmuştur:

“Kimdir o kimse ki, Allâh’a güzel bir borç versin de, Allâh da ona kat kat fazlasıyla (verdiğini) ödesin!..” (el-Bakara, 245)

Bununla birlikte bedeli ödenmeyen bir şeyin talebi ise, aslâ mümkün değildir. Yine âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmezden önce cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve onunla birlikte inananlar: Allâh’ın yardımı ne zaman? diyecek olmuşlardı. Bilin ki Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar:

“Mü’min bir erkek veya kadın; nefsinde, çoluk çocuğunda, malında imtihâna uğrar, tâ ki Allâhımız’a temiz ve günâhsız kavuşsun…”

Demek ki kula verilen imtihânların hikmeti, sadece sâdıklar ve fâsıkların birbirinden ayırd edilmesi için değil, aynı zamanda kulun, günâh kirlerinden temizlenmesi içindir.

Bu sebebledir ki, zâlimlerin inananlara yaptıkları zulümler, zâhiren kahır gibi görünse de îmânını koruyabilenler için bir lutufdur. Hadîs-i şerîfde:

“Meşakkat çektiğin kadar istifâde edersin!” buyurulmaktadır.

Her şey bir bedel mukâbilidir. Râm olmadan sâhib olabilmek mümkün değildir.

Firavun’un sihirbazları, Mûsâ -aleyhisselâm-‘ın mûcizesi karşısında: “-Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine îmân ettik!” diyerek derhal secdeye kapanmışlardı. Ahmak Firavun, öfkelendi ve gücünü, vicdanlara da hükmederek göstermek istercesine haykırdı: “-Ben size izin vermeden ona îmân ettiniz ha! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!..” dedi. Sihirbazlar ise büyük bir îmân vecdi içinde:

“-Senin zulmün bize bir zarar veremez! Senin zarârın dünyâya âiddir. Âhıret seâdeti ise, ebedîdir!” ifâdesinde bulundular ve şöylece Cenâb-ı Hakk’a ilticâ eylediler: “Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!”

Velhâsıl sihirbazlar, aslâ Firavun’a meyletmediler ve onun tehdîdlerine aldırmadılar; nihâyet nâil oldukları hidâyetin bedelini, kolları ve bacaklarının çapraz kesilmesi şeklinde ödeyerek şehîd ve velî olma şerefiyle Cenâb-ı Hakk’a kavuştular.

Zâlimler, îmânlarını suç sayarak Ashâb-ı Uhdûd’u hendeklerde yakıyorlardı. O sâdık mü’minler, buna rağmen inançlarından vazgeçmediler ve dâvâları uğruna korkusuzca ölüme giderek îmânlarının bedelini Hakk Teâlâ’ya minnetle ödediler. Böylece Allâh Teâlâ da, onları seçkin ve sâlih kulları arasına dâhil eyledi. Ashâb-ı Karye’den Habîb-i Neccâr, îmânı ve irşâdı dolayısıyla taşlanarak katledilmişti. Fakat son ânında ilâhî lutuflar kendisine gösterildi de o, kavminin gafletine acıyarak: “Keşke kavmim bunu bilseydi!..” (Yâsîn, 26) dedi. Zîrâ kendisine, taşlanmasının karşılığında sonsuz bir seâdet bahşedilmişti.

Yine hıristiyanlığın ilk yayıldığı dönemlerde Romalılar, Yunanlılar ve putperestlerle birleşip ehl-i îmânı sirklerde hayvanlara parçalatıyorlardı. Ancak gerçek îmân sâhibleri, bu zulme rağmen Allâh indindeki yüce mükâfâtı tercîh ederek îmânlarının bedelini arslanların ağızlarında parçalanmak sûretiyle ödediler ve ebedî kazanca nâil oldular.

İlk müslümanlar da, Mekke devrinde hicrete kadar onüç sene îmânlarının bedellerini ödediler. Açlık, zulüm, Habeşistan hicretleri gibi birçok meşakkatler, hep bir îmân bedelinin mukâbili idi. Nihâyet Medîne gibi her bakımdan İslâm’ın kalbi olan bereketli bir belde ile ulvî bir İslâm hayâtına nâil oldular. Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in Tâif’de çektiği sıkıntı, cefâ ve elemler de, O’nu, hiçbir peygambere nasîb olmayan Mi’râc nîmetine kavuşturmuştur.

Diğer taraftan dînî hayâtı himâyesine almış olan Allâh -celle celâlühû-, kudret ve azametine rağmen ehl-i îmâna yapılan dînsizlik muamelelerini de hiçbir zaman cezâsız bırakmamıştır.

Târîh, îmân ve ahlâk yolundan çıkan azgınlara tatbîk olunan azâblar, ilâhî gazablarla doludur. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin kibirli ve zâlim insanları; peygamberlerle mücâdele eden, kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve sonunda bir avuç suda helâk olan Firavun; bir sineğin mağlûb ettiği Nemrûd; yaşayışları hayvanlardan daha aşağı olan ahlâksız Lût kavmi ve birçok benzerleri, zulümlerine ve isyânlarına bürünerek dünyâdan gelip geçtiler.

Onların arkasından semâlar ağlamadı. Gözler yaşarmadı. Gönüller sızlamadı. Bilâkis mazlûmlarının âhları ve bedduâları ile onlar, târihin çöplüğünde yok olup gittiler. Saltanat sürdükleri yerleri, şimdi baykuşlar ve köpekler şenlendiriyor.

Küfür, isyân, zulüm ve haksızlık târihi, ilâhî intikâmın dehşetli örnekleri ile doludur. Allâh’a ve peygamberlerin gösterdiği yola muhâlefet ve isyân edip inananlara zulmedenlerin, er-geç ilâhî kudretin acı azâbı ve çetin tecellîleri ile karşılaşmaları, kaçınılmaz bir mecbûriyet ve değişmez ilâhî bir kânûndur. Hayatta en çok korkulan ve ilâhî bir tehdîd olan hâdiseler; tûfânlar, kasırgalar, zelzeleler, kıtlık, azab dolu ateş bulutları, düşman işgalleri ve sârî hastalıklar, ilâhî gazap dolu tecellîlerdir.

“Tabiat olayları” olarak görülen bu tip vak?alar, gelişi-güzel olmayıp birçok sebep ve hikmetlere bağlıdır.

Bu tip acı hâdiseler, insanların isyanları ve günâhları sebebiyle meydana gelir. Ve ilâhî nizâmın felâketleri, tahakkuk safhasına girer.

Allâh -celle celâlühû-, -hâşâ- zâlim değildir. Fakat bu felâketlerin, kulların hak etmesiyle zuhûr ettiği bir gerçektir. Cenâb-ı Hakk, bu hakîkati âyet-i kerîmede şöyle bildirir: “Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir…” (eş-Şûrâ, 30) Dolayısıyla ilâhî nizâma ve kudsî esaslara karşı koyanların, ilâhî intikâmın acı tatbîkâtı ile karşılaşmaları kaçınılmazdır. Bütün fizikî hâdiselerin içinde binbir türlü esrâr gizlidir. Bu esrâr, peygamberlere ve ehl-i kalbe ayândır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususdaki beyanlardan birkaç örnek şöyledir:

“Biz refâhından şımarmış nice memleketleri helâk etmişizdir. İşte, onların kendilerinden sonra pek az iskân görmüş harâbeleri!.. Biz onların (hepsinin) vârisi olduk…” (el-Kasas, 58) “İşte bak, zâlimlerin sonu nasılmış?!.” (el-Kasas, 40) “Onlardan önce, kendilerinden kuvvetçe pek üstün nice nesiller helâk ettik; beldelerde oyuklar (sığınaklar) tuttular, kaçacak delik aradılar; kurtulabildiler mi? Bu hususda, kalbi olan veya hazır bulunup kulak veren kimselere mev’izalar, ibretler vardır…” (Kâf, 36-37) “Sonra onların ardından başka nesiller getirdik…” (el-Mü’minûn, 42)

“Zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da nice başka topluluklar vücûda getirdik…” (el-Enbiyâ, 11)

“Şüphesiz O’nun yakalaması, pek elem vericidir, pek çetindir!” (Hûd, 102)

“Andolsun ki, civârınızdaki memleketlerden nicelerini helâk ettik.. Belki doğru yola dönerler diye âyetleri (böyle) tekrar tekrar açıklıyoruz!.” (el-Ahkâf, 27)

“Andolsun ki biz, sizin benzerlerinizi helâk ettik. Düşünüp ibret alan yok mu? (Nerde kendine gelen?)” (el-Kamer, 51)

Allâhımız; Nemrûd’un ateşlerini, Hazret-i İbrâhim îmânı ile gülistâna çeviren, Fir’avn’ın saltanatını Hazret-i Mûsâ asâsı ile altüst eden, Kâbe’yi yıkmaya kalkışan Ebrehe ordularının fillerini ve askerlerini küçük kuş ordularına çiğneterek Mekke’nin civârını fil mezarlığına çeviren ve benzerî azgın kavimleri altüst eden ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-i, “melek, rüzgâr, korku” gibi görünmez askerlerle te’yîd ederek O’na zafer ufukları açan, kahredici bir kudret sâhibidir.

Dolayısıyla îmân ve İslâm’a karşı bayrak açan her âsî, kahr-ı ilâhînin azametli pençesinde helâk olmaya rmahkûm olmuş demektir.

Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de buyurur:

“… Yerin göğün hazîneleri Allâh’a âiddir. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar.” (el-Münâfikûn, 7)

Bu itibarla mü’minlerin, binbir çileli hâdise ile imtihân geçirirlerken İslâmî teâhhüdlerine, dînî râbıtalarına ve ahlâkî güzelliklerine dikkatle îtinâ etmeleri îcâb eder. Bunun aksine, değişen hayât telâkkîleri karşısında ve menfaat mukâbilinde îmân cevherini yaz-boz tahtası hâline getirmek, îmânî tehlike ile karşı karşıya gelmektir. Bu husûsda Cenâb-ı Hakk’ın îkâzı çok şiddetlidir:

“Onlar ki îmân ettiler, sonra inkâr ettiler; daha sonra yine îmân ettiler, yine inkâr ettiler; sonra inkârları arttı; işte Allâh, onları ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir.”

“(Ey Rasûlüm!) Acı bir azâbın onlar için olduğunu münâfıklara müjdele!”

“Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost tutuyorlar. Onların yanında (şeref ve) izzet mi arıyorlar? (De ki:) Bütün (şeref ve) izzet (ler) tamâmen Allâh’a âiddir.” (en-Nisâ, 137-139)

Unutmamalıdır ki insan, hayât ve ölüm kanunlarına tâbîdir. Yaşatan ve öldüren Allâh Teâlâ’nın verdiği makâm ve mevkî karşısında Allâh’dan gâfil olarak îmânı koruyamamak ne müthiş bir ahmaklık ve hüsrândır.

İnsanda göz, kulak, el, ayak, söz, şuûr, vicdân gibi maddî ve mânevî techîzât, öncelikle fıtrî gâyeye mebnî olarak, yâni kulu ilâhî hakîkate mazhar kılmak için verilmiş Rabbin yüce ihsânlarıdır. Göz, âfâkî hak parıltılarını görmek; kulak, ilâhî irşâd seslerini duymak; el, hayırlara mecrâ olmak; ayak, hasenâta ve hizmete seferber olmak; söz, gönül akışlarını dile getirmek ve ilâhî kelimeleri okuyup kalbin zikrullâh ile itmi’nâna ermesini sağlamak; şuûr, dış âlemdeki kudret akışlarını idrâk etmek; vicdân, iç âlemdeki kudsî parıltıları, rûhânî temasları derlemek için verilmiştir.

Bu nûrânî teşkilâtı, fısk u fücûrda kullanmak, fıtrî gâyeye ihânet, yaradanına isyândır. Bunları yerli yerinde kullanmak da fıtrata dönmek, kalbini rûhânî hayâtla gıdâlandırmaktır.

Dîni himâyesi altına almış olan Allâh -celle celâlühû-‘nun, kudret ve azameti karşısında müslümanlara ve Kur’ân’a tasallut teşebbüslerinde bulunanların er-geç ilâhî intikâma dûçâr olacakları muhakkaktır.

Sînelerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen, zaman zaman da iz’aç halkaları ile kımıldayan zehirli ağızların ve şuûrsuz kalemlerin temiz dindarları ne kadar rencide ettiği mâlûmdur.

Şunu iyi bilmek îcâb eder ki, fıtrî asâleti bozmak, Allâh’ın yarattığını değiştirmek imkâsızdır. Dînsizlik, ne kadar zulümle yaygınlaştırılmaya çalışılsa da, dînin, rûhî ve vicdânî derinliklere yerleştirilmiş ulvî köklerinin yeşermesine mânî olunamaz. Kulun, Rabbine yakınlaşmak ihtiyâcı durdurulamaz. Yaradılışdaki bu ulvî neş’eler önlenemez. Çünkü ilâhî kudret, dîn ihtiyâcı ve Rabbe yakınlaşmayı sünnetullâh olarak takdîr buyurmuştur.

“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır dök! Ayaklarımızı (dîninde ihlâs üzere) sâbit kıl ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım eyle!..” (el-Bakara, 250)

“Ey Rabbimiz! Bize, rasûllerine va’dettiğini lutfeyle; kıyâmet günü bizleri rezîl ve perîşân eyleme!..” (Âl-i İmrân, 194)

Âmîn…