İmâm-I Rabbânî’den Mühim Mesaj

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2014 Ay: Ocak Sayı: 88

Efendim; Geçtiğimiz kasım ayında, Hüdâyi Vakfı’nın öncülüğünde, uluslararası bir katılımla, İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu icrâ edildi. Sizlerin de burada bir konuşması oldu. Acaba sizlerin nazarında, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin mü’minlere vermek istediği en mühim mesaj ne idi? Bu konuda bizlere neler söylemek istersiniz?

Büyük bir mürşid-i kâmil olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, 17. yüzyılda yaşamıştır. Fakat, müʼmin gönüllerde kıyâmete kadar yaşamaya devam edecek eşsiz bir mânâ sultanıdır. Hayatı, baştan sona tevhîdi koruma mücadelesiyle geçmiş olan o büyük Hak Dostu’nun müʼminlere en mühim mesajı; şerʼî hükümlere riâyettir. Yani ilâhî emir ve nehiylerden aslâ tâviz vermemektir.

Nitekim müslümanların hayatına pek çok bidʼat ve hurâfenin girdiğini büyük bir ıztırapla müşâhede eden İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, sohbetlerinde, mektuplarında ve eserlerinde sık sık bu hususa temas edip şöyle buyurmuştur:

“Şerîatin üç kısmı vardır: İlim, amel ve ihlâs. Bu üçü gerçekleşmeden şerîat tahakkuk etmez. Şerîat ne zaman yaşanırsa, işte o zaman bütün dünyevî ve uhrevî saâdetlerin üzerinde olan Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı kazanılmış olur…

Şerîat, bütün dünyevî ve uhrevî saâdetleri temin etmektedir. Şerîatin ötesinde, ihtiyaç duyacağımız başka bir gâye yoktur. Sûfîlerin teksîf olduğu tarîkat ve hakîkat ise, şerîatin hizmetkârlarıdır. Bunlar, şerîatin üçüncü kısmı olan ihlâsı tamamlarlar. O hâlde bunları elde etmekten maksat, şerîati tamamlamaktır, yoksa şerîatin ötesinde başka bir şey değildir.”[1]

[Bir müslüman için ilim zarurîdir. Lâkin ilmin, kulu takvâya, yani Allah korkusuna erdirmesi ve mârifetullâhʼa götürmesi lâzımdır. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Kul­la­rı için­de an­cak âlim­ler Allah’tan (hakkıyla) kor­karlar…” (Fâtır, 28)

Kul, ilmiyle âmil olmalıdır, ancak amelleri de ihlâsla îfâ etmelidir. Zira ameller, ancak ihlâsla kabûl edilir.

Hâsılı ilim, amel ve ihlâs, birbirini tamamlayan unsurlardır.]

Yine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin üzerinde büyük bir hassâsiyetle durduğu diğer bir husus; bir gölgenin, sahibinin ayrılmaz bir parçası olarak onu takip etmesi gibi, Sünnet-i Seniyye’ye harfiyen ittibâdır. Nitekim bu hususta da şöyle buyurmuştur:

“(Allâh’ın râzı olacağı güzel bir kulluğa) muvaffak olmamızda gayretlerimizin payı ne ki! Ne varsa hepsi Allâh’ın lûtfudur. Ama buna mutlakâ bir sebep gösterilmesi gerekirse derim ki, bütün lûtufların sebebi; gelmiş ve gelecek bütün insanlığın efendisi olan Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e bağlanıp Oʼnun mübârek izinden git­mektir…

İnsana bir şeyin azı veya tamamı nasîb olmamışsa bunun tek sebebi, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e tam olarak uyma hususunda bir kusurunun olmasıdır.

Bir defasında gaflete düşerek abdesthâneye sağ ayağımla girdim. (Sünnet’e uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün birçok mânevî hâlden mahrum kaldım.”[2]

[Mü’minler olarak, büyük-küçük her hareketimizde, Kur’ân’ın fiilî bir tefsîri demek olan Habîbullah Efendimiz’in hayat tarzına, yani Sünnet-i Seniyye’sine tam bir riâyet hassâsiyetiyle tâbî olmak mecbûriyetindeyiz.

Abdullah bin Deylemî -rahmetullâhi aleyh-, Sünnet’e tam bir itaat ve teslîmiyetle bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifâde etmiştir:

“…Dînin (zayıflayıp gücünün) kaybolmasının başlangıcı, Sünnet’in terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif çözülüp nihâyetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)

Dolayısıyla sünnetlerin birer birer hayatımızdan çıkması, -Allah korusun- ebedî kurtuluşumuzu da pamuk ipliğine bağlı hâle getirir.

Nitekim dinler tarihinde Yahudîlik ve Hristiyanlığın bozulması da böyle başlamıştır. Önce peygamberlerin sünnetleri terk edilmiş, daha sonra da îtikad ve ibadetler tahrif edilmiştir. Sonunda namaz terk edilmiş, yerine âyin gelmiş; oruç terk edilmiş, yerine perhiz gelmiş; tesettür terk edilerek yalnızca râhibelere mahsus bırakılmış, hattâ günümüzde râhibelerin tesettürü bile kaldırılmaya başlanmıştır.

Bu noktada mü’minler olarak hepimizin büyük bir firâset ve basîretle şuna dikkat etmemiz gerekmektedir ki; günümüzde İslâm’a da bu hristiyanî tahrîfi yapmaya çalışan gizli ve açık İslâm düşmanları, var güçleriyle çalışmaktadırlar. Bunlar da, asıl niyetlerini belli etmemek için, ilk plânda İslâmʼın temel inanç esaslarına ve farz hükümlerine hücum etmeyip, öncelikle bunları koruyan bir zırh mevkiindeki sünnetleri gözden düşürmeye uğraşmaktadırlar.]

Hatırıma gelmişken şunu da ifâde edeyim:

Takrîben 40 sene evvel Hasan Nedvî, İstanbulʼa teşrif etmişti. Gençlere yaptığı bir sohbette kendisine:

“–Üstad, gençliğe ne tavsiyede bulunursunuz?” diye sordular. O da dedi ki:

“–Size iki misal vererek nasihat edeceğim.

Birincisi; Ben 20 sene evvel Sûriyeʼden geçiyordum. Oradaki müslüman halkın gençleri, daha ziyâde ticâreti ve esnaflığı tercih etmişlerdi. Fakat Nusayrîler ise çocuklarını okutuyorlardı. Ben o zaman Sünnî cemaate:

«–Çocuklarınızı okutun! Aksi hâlde bu devlet elinizden gider!» diyerek îkazda bulundum.»

(Hakîkaten bugün maalesef Hasan Nedvîʼnin işâret ettiği hazin durum gerçekleşmiş durumda.)

Diğer husus; İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin cemaati, Ekber Şah zamanında ufak bir gruptu. İmâm-ı Rabbânî, bu gruba Ekber Şahʼla mücâdeleyi değil, kâmil insan yetiştirmeyi tavsiye etti. Bir tarafta Ekber Şahʼın devlet kademelerini tutan bir grubu vardı. Diğer tarafta da halk nezdinde müessir olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin talebeleri vardı. Zamanla İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin tesir halkası genişledi. Ekber Şahʼın grubunun gücü azaldı, tesiri dağıldı. Nihâyet Ekber Şâhʼın torunu ve zamanının sultânı olan Âlemgîr Sultan, İmam Rabbânîʼnin oğlu Muhammed Mâsûm Hazretleriʼne intisâb etti. Onun maddî-mânevî evlâdı olan Şeyh Seyfüddîn Hazretleriʼnin terbiyesi altında kemâle erdi. Şeyh Seyfüddîn Hazretleri bu şehzâdeyi Hindistan’ın müslüman hükümdarı olarak yetiştirip Ekber Şâh’ın çıkardığı bid’at ve sapıklıkların tesirini tamamen sildirmek için hazırladı.

Dolayısıyla sizler de enerjinizi sokaklarda slogan atmaya, duvarlara yazı yazmaya değil, kâmil bir gençlik yetiştirmeye sarf etmelisiniz!..” dedi.

Yine İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın insanların yüzlerine ve dış görünüşlerine değil, gönüllerine değer verdiğini, bu sebeple de kalp husûsunda çok hassas davranmak gerektiğini îzah sadedinde mü’minleri şöyle îkaz buyurmuştur:

“Şunu iyi biliniz ki kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. O’nun mukaddes Zâtʼına kalpten daha yakın bir şey yoktur. O hâlde ister mü’min olsun ister âsî, kalbe eziyet etmekten sakınınız! Çünkü komşu âsî de olsa himâye edilir. Aman bundan uzak du­run! Zira küfürden sonra, kalbe eziyet etmek kadar Allah Teâlâ’nın incinmesine sebep olan başka bir günah yoktur. Zira kalp, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilen varlıkların en yakınıdır.”[3]

[Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde, kullarına şah damarından daha yakın olduğunu,[4] kişiyle kalbi arasına girdiğini[5] beyân ediyor. Bu yüzden nazargâh-ı ilâhî olan kalbe çok dikkat etmeliyiz.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de;

“…Hakk’ın nazarının bulunmadığı hiçbir kalp yoktur. O kalbin sahibi bu­nu ister bilsin, ister bilmesin!..”[6] buyurmuştur.

Böylece hem kalpleri ihyâ etmenin o kalpteki nazar-ı ilâhîden feyz almaya vesîle olacağına, hem de bir kalbi incitmenin ne kadar ağır bir vebâl olduğuna dikkat çekmiştir.

Yûnus Emre Hazretleri bunu şöyle ifâde etmektedir:

Gönül, Çalab’ın tahtı,

Çalab, gönüle baktı,

İki cihan bedbahtı;

Kim gönül yıkar ise.]

Cenâb-ı Hak bizleri, Sünnet-i Seniyye istikâmetinden ayırmasın. Sevdiği ve râzı olduğu amel-i sâlihleri işlemeyi bizlere kolaylaştırsın. Huzûruna kalb-i selîm ile çıkabilmeyi, lûtf u keremiyle ihsan buyursun…

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 206, no: 36.

[2] Kişmî, Berekât, s. 197.

[3] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 326, no: 45.

[4] Kāf, 16.

[5] el-Enfâl, 24.

[6] Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 100.