İmâm-ı Rabbânî (rahmetullâhi aleyh) -7-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2013 – Aralık, Sayı: 334, Sayfa: 032

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Zaman, (kelime-i tevhîdi lâyıkıyla) zikretme zamanıdır. Bütün nefsânî arzu­larınızı «لَا» kelimesinin içine koyun ki, onları kökünden yok edip geriye (sizi gaflete düşürebilecek) hiçbir (nefsânî) arzu ve gâye bırakmayın…

Kelime-i tevhîd zikri esnâsında «اِلَّا اللّٰهُ: Sadece Allah var­dır» sözüne geldiğiniz vakit, bütün bilinen ve hayâl edilenlerin ötesinde bu­lunan ve bizim için tam bir gayb olan Allâh’ın zâtından başka bir şey gönlünüze gelmesin! Evler, köşkler, çeşmeler, bahçeler, kitaplar ve diğer şeyler insanın zihnine kolayca geliverir. Bunlar sizin vaktinizi almasın!”[1]

[Kelime-i tevhîddeki لَا / lâ” ifâdesiyle, bütün fânî, izâfî ve nefsânî takıntıları ve putları gönülden nefyetmek / silip atmak ve اِلَّا / illâ” ifâdesiyle, kalbe yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini sâbitlemek gerekir. Kalpte, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle tezat teşkil eden hiçbir muhabbetin bulunmaması îcâb eder. Bilhassa enâniyet ve dünyevî ihtiraslar bertaraf edilmelidir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Dünya(nın aldatıcı) alışverişlerini dînlerine tercih etmedikleri müddetçe  «لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» zikri, kulları, Allâh’ın gazabından korur. Dünya alışverişini dînlerine tercih edip sonra da «لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» derlerse Allah Teâlâ; «Yalan söylediniz!» buyurur.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, XIII, 100/10015; Heysemî, VII, 277)

Zira tevhîd inancının hiçbir zaman ortaklığa tahammülü yoktur. Yani tevhîd ehli bir müslüman, nasıl ki dış dünyadaki bâtıl ilâhları reddedip yalnız Cenâb-ı Hakkʼı Rab olarak bilirse, Cenâb-ı Hakʼla en husûsî buluşma demek olan zikir ve diğer ibadetler esnâsında da, tevhîdin mânâ ve rûhuna riâyet etmelidir. Cenâb-ı Hakʼla arasına fânî ve nefsânî düşünceleri sokmamalı, tevhîdin özünü zedeleyen hâl ve tavırlardan titizlikle sakınmalıdır.

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allâh’a şirk koşmaktır. Bu sözümle onların Ayʼa, Güneşʼe veya puta tapmalarını kastetmiyorum. Beni korkutan şey, Allah’tan başkası için yaptıkları amelleri ve gizli arzularıdır (gösteriş duygularıdır).(İbn-i Mâce, Zühd, 21)

İhlâs, yani ibadetleri yalnızca Allah için îfâ edebilmek, tevhîdin hakîkatine ermekle mümkün olabileceği için, bu husus, Allah dostlarının da en çok üzerinde durdukları meselelerden biri olmuştur. Nitekim merhum Necip Fâzıl, Hak dostu “gönül erleri”ni tasvir ettiği bir şiirinde, bu hususa şöyle temâs etmektedir:

İçine nefs sızan ibadetlerin,

Birbiri ardınca kazâsındalar.

Bir an yabancıya kaysa gözleri,

Bir ömür gözyaşı cezasındalar.

Ne Cennet tasası ve ne Cehennem;

Sadece Allâhʼın rızâsındalar.

İşte kelime-i tevhîdin özü de, kalbi mâsivâdan, yani Allahʼtan gayrısından arındırmaktır. Zira kalp yalnızca Hakkʼa tahsis edildikten sonra, mârifetullâh ikliminden hisseler almaya başlar, ilâhî lûtuflar nasip ve müyesser olur.

Nasıl ki bir merceği Güneş ışığına tuttuğumuzda, yoğunlaşan huzmeler, altındaki bütün çerçöpü yakıp kül hâline getirirse, her müʼmin de kelime-i tevhîde teksif olarak, kalbindeki nefsânî ihtiraslar için böyle bir temizlik yapmalıdır.

Îtikadda, ibadette, muâmelâtta, ahlâkta, velhâsıl bütün kulluk hayatında, kelime-i tevhîdi lâyıkıyla yaşamaya gayretin lüzûmunu, Es’ad Erbilî Hazretleri’nin şu ifâdeleri de, çok bâriz bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Bu âciz kardeşiniz hâlâ îmânın aslını ikmâle çalışıyorum. Kelime-i tevhîdi dil ve hâl ile (beden ve kalp diliyle) zikretmeye gayret ediyorum. Çünkü Hak Teâlâʼnın dışında bir matlub, -sûfî lisânıyla- bir put kalpte mevcut oldukça (kelime-i tevhîdin hakîkatine varabilecek keyfiyette) «لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» demek çok zordur. (Bu söz, zâhiren) tekrar edilse bile, mânen kabûle şâyan ve vuslata vesîle olacağı şüphelidir.”[2]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Fırsat (yani dünya hayatı) çok azdır. O hâl­de bu fırsatı işlerin en mühimine sarf etmek zarurîdir. Bu da, kalbi dâimâ Allah ile olan sâlih insanların sohbetinde bulunmaktır. Ne olursa olsun hiçbir şeyi sohbete denk tutma! Görmüyor musun, sahâbe-i kirâm, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz ile sohbetleri sâyesinde peygamberler dışındaki herkesten üstün oldu­lar.”[3]

[Mânevî terbiyenin en mühim vasıtalarından biri olan “sohbet”ten lâyıkıyla istifâdenin ilk şartı, onun kıymet ve mâhiyetini idrâk etmektir. Evvelâ şunu bilmeliyiz ki sohbet, nebevî bir terbiye metodudur. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâbını sohbet ile yetiştirmiştir.

Nitekim “sahâbî” ve “sohbet” kelimelerinin aynı kökten gelmesi de, bu hususun ehemmiyetini açıkça ortaya koymaktadır. Yani sahâbeyi sahâbe yapan, onların hâlis bir îman ile Peygamber sohbetinin feyz ve rûhâniyetinden nasîb almış olmalarıdır.

Bu sebeple “Sohbet, bir Sünnet-i Müekkede’dir.” Yani farz ve vâcib olmayan, fakat Peygamber Efendimiz’in devamlı olarak yaptığı, sırf kat’î bir emir olmadığını göstermek için nâdiren terk ettiği, kuvvetli bir sünnettir.

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, her sahâbînin eline birer kitap-defter vermedi. Bunlardan ziyâde, sohbete ve kalbî beraberliğe ehemmiyet verdi. Zira sohbet, yüz yüze ve sadır sadıra gerçekleşen bir eğitimdir. Bu eğitimde Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in söz, fiil ve takrirlerinin yanı sıra, bir de, o mütebessim çehresinden ve nurlu nazarlarından dışa akseden, hissedilen fakat sözle ifâde edilemeyen “hâl”lerinin de mühim bir tesiri vardır. Sahâbe-i kirâm, sohbet yakınlığı içinde Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mübârek sözlerinden istifâde ettikleri gibi, O’nun bu nevî “hâl”lerinden de istîdatları nisbetinde istifâde etmişlerdir. Bunun neticesinde ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’le aynîleşme istikâmetinde, istîdatlarına göre muhtelif derecelerde nasipler almışlar, gönüllerini rûhâniyet-i Rasûlullâh ile doldurmuşlardır.

Nitekim Peygamber sohbetine nâil olmanın kazandırdığı bu fazîlet sebebiyledir ki, sahâbeden sonra gelen sâlih zâtların hiçbiri -onlardan daha fazla ibadet etse bile- sahâbî derecesine yükselemez.]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Bu tarîkatte, (mânen) faydalanma ve faydalandırmanın esas noktası sohbettir. Sohbette söz ve yazıyla iktifâ edilmez.”[4]

[Mânevî sohbetlerde, söz ve bilginin beraberinde, gönüllerden gönüllere bir feyz ve rûhâniyet akışı da vâkî olmaktadır. Esâsen, sohbet meclislerinin en mühim faydası da budur. Yani sohbet halkasında bulunanların müsbet hissiyâtının birbirine sirâyet etmesidir. Zira mânevî sohbetlerde, fizikteki birleşik kaplar kânunu[5] misâli, kalpler arasında mânevî bir alışveriş hattı tesis edilir. Bu hattan duygular sirâyet eder. Zamanla kalbî keyfiyetler birbirine benzemeye başlar. Zevkler, duyuşlar ve görüşler aynı hâle gelir. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyurmaktadır. Zira sâdık olmak, bu kalbî beraberliğin en tabiî neticesidir.

Esâsen bütün kâinâtta bir aynîleşme temâyülü bulunmaktadır. Bu, varlığın aslının tek olmasından doğan bir keyfiyettir. Meselâ; bir odanın herhangi bir köşesinde keskin bir kokunun şişesi devrilse, bundan etrafa yayılan râyiha, odayı dolduran havanın bütün zerrelerinde eşitleninceye kadar, o râyihayı fazlaca emmiş olan hava zerrelerinden diğer zerrelere doğru bir sirâyet / geçiş cereyân eder. Sıcak-soğuk, aydınlık-karanlık gibi bütün zıtlıklar için geçerli olan bu keyfiyet, sadece fizikî âleme mahsus olmayıp gönül âlemi için de aynen geçerli bir kanundur.

Nakşî meşâyıhından ve büyük Osmanlı ulemâsından Muhammed Hâdimî Hazretleri der ki:

“…Hâller sârîdir, sohbet ve ülfet edenlerin hâlleri birbirine geçer… İnsanların tabiatları birbirine benzemeye ve başkasını tâkip etmeye meyyâl­dir. Tabiat, sahibi farkına varmadan başka bir tabiatın husûsiyetlerinden alı­verir…”[6]

Nitekim halk lisânında da; “Kalpten kalbe yol vardır.” denilmiştir. Fakat kalpler arasında gerçekleşen hâl sirâyetini artıran en mühim vâsıta ise muhabbettir. Bu bakımdan mânevî sohbetlerde de, muhabbet, hürmet ve edep duygularıyla kalbi dâimâ alıcı ve uyanık hâlde tutmak îcâb eder. Yani sohbette sadece fizikî beraberlik kâfî değildir, kalbî beraberlik de şarttır.

Allah Rasûlü’nün sohbet meclisleri de böyle bir gönül iklîminde gerçekleşirdi. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- konuşurken ashâbı pür-dikkat ve can kulağıyla Oʼnu dinler, âdeta bir kelimesini bile kaçırmak istemezlerdi. Allah Rasûlü’nün sohbetlerinde büründükleri edep ve huzur hâlini ifâde sadedinde de:

“Sanki başımızın üzerinde bir kuş var da kıpırdasak uçuverecek zannederdik.” derlerdi.[7]

Şu hâdise de, ashâb-ı kirâmın, Allah Rasûlüʼnün sohbetlerinden hangi keyfiyette istifâde ettiklerine dâir, ibretli bir misaldir:

Sevbân -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimizʼin âzâd ettiği bir köle idi. Belki dünyada bir dikili ağacı, bir çadırı bile yoktu. Fakat Peygamber Efendimizʼin huzuruna gelir, sohbetini vecd içinde dinler, aldığı mânevî haz ile âdeta hâlden hâle geçerdi.

Yine bir sohbet esnâsında Sevbân -radıyallâhu anh- Habîbullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e pek derin ve dalgın bir sûrette bakıyordu. Öyle ki, onun bu mahzun ve mağmum hâli, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz’in dikkatini çekti. Merhametle sordular:

“–Yâ Sevbân, nedir bu hâlin?”

Peygamber âşığı Sevbân -radıyallâhu anh-, içli içli anlattı:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz bana kendimden, âilemden ve çocuklarımdan daha sevgilisiniz. Ben evdeyken Siz’i hatırlayınca sabredemiyorum, hemen gelip mübârek yüzünüze bakıyorum. (Mübârek yüzünüzü göremediğim her an bana ayrı bir hicran acısı veriyor. Dünyada böyle olunca âhirette hâlim nice olur diye dertleniyorum.) Benim ve Siz’in bir gün öleceğimizi hatırladığımda, târifi imkânsız bir hüzne gark oluyorum. Zira biliyorum ki Siz Cennetʼe girdiğinizde diğer peygamberlerle birlikte yüksek bir mertebeye çıkarılacaksınız. (Benim ise ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Cennetʼe giremezsem Sizʼi görmekten büsbütün mahrum kalacağım.) Cennetʼe girebilsem bile Siz’e orada yakın olamamaktan korkuyorum. (Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâhʼın Rasûlü!)” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir müddet sükût ettikten sonra:

“–Kişi sevdiğiyle beraberdir…” müjdesini verdi. (Buhârî, Edeb, 96)

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar; Allâh’ın kendilerine lûtuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (en-Nisâ, 69)[8]

İşte ashâb-ı kirâmın bütün gayreti, Allah Rasûlüʼyle dünyada nasîb olan beraberliği âhirette de devam ettirebilmek içindi. Bu sebeple Efendimizʼle beraberliği, dâimâ en yüksek seviyede yaşamaya çalıştılar. Oʼnunla hâl beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde yaşadılar. Allah ve Rasûlü’ne itaatten, târifsiz bir lezzet duydular. Allah yolunda her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına minnet bildiler. İşte bütün bu mânevî inkişâfın temelleri, sohbet halkalarında atıldı.

Dolayısıyla mânevî sohbet meclislerine bir ibadet vecdiyle girilmeli, anlatılan mevzular bilinen hususlar olsa bile, sanki ilk defa duyuyormuşçasına, dikkat ve edeple dinlenilmelidir. Zira mânevî sohbetler, bilene hatırlatma, bilmeyene öğretme, hepsinden daha mühimi ise sâdıklarla beraberliğin gönül feyzinden istifâde fırsatıdır.

Şu hâdiseler, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

Büyük müctehid İmam Ahmed bin Hanbel, sık sık Bişr-i Hâfî Hazretleriʼnin ziyaretine gider ve:

“–Yâ Bişr! Bana Allahʼtan bahset.” derdi.

Talebeleri:

“–Ey Üstâdımız! Siz büyük bir âlimsiniz, niçin yalın ayak gezen bir dervişin yanına gidiyorsunuz?” derlerdi.

İmam Ahmed bin Hanbel ise:

“–Ben ilmi ondan iyi bilirim, fakat o, Allâhʼa benden daha yakındır.” derdi.[9]

Nitekim Sâmi Efendi Hazretleriʼnin sohbetlerine, devrinin ileri gelen büyük âlim ve fâzıl şahsiyetleri de iştirâk ederlerdi. Belki zâhirî ilimleri çok daha fazla olan bu zevât, büyük bir edep, tevâzû ve huşû içinde sessizce otururlar, ilmî münâzaralarda ve kitap satırlarında bulamadıklarını, mânevî sohbetin gönül iklîminde tadarlardı.

Bu bakımdan -âlim olsun câhil olsun- her müʼmin, mânevî sohbetlerin gönül feyzine ömür boyunca muhtaçtır. Bu ihtiyaç hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Şu hâdise bu gerçeği ne güzel îzah eder:

Ebû’l-Ha­san Şâ­zi­lî Hazretleri’nin bir ta­le­be­si, soh­bet­le­ri ter­k et­miş­ti. Bir ­gün Haz­ret, bu ta­le­be­siy­le kar­şı­laş­tı. Ona:

“–Ni­çin biz­den ay­rıl­dın, soh­bet­le­ri­mi­zi terk et­tin?” di­ye sor­du. Ta­le­be­si:

“–Bu za­ma­na ka­dar siz­den al­dık­la­rım ve öğ­ren­dik­le­rim ba­na ye­ter, ar­tık si­ze ih­ti­ya­cım kal­ma­dı.” ce­vâ­bı­nı ver­di.

Bu cevâba üzü­len Şâ­zi­lî Haz­ret­le­ri, o talebesini şöy­le îkâz etti:

“–Bak ev­lâ­dım! Eğer bir kim­se­nin, belli bir müddet içinde al­dı­ğı ilim ve feyz ile ye­tin­me­si doğ­ru ol­say­dı, Haz­ret-i Ebû Be­kir Sıd­dîk -radıyallâhu anh-’ın, Haz­ret-i Pey­gam­ber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den al­dı­ğı ilim ve feyz ile ye­tin­me­si ge­re­kir­di. (Zira Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- gönlünde ne varsa hepsini Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın gönlüne de aktarmıştı.) Hâlbuki Hazret-i Sıddîk, hiçbir zaman kendisini sohbetten müstağnî görmedi, Allah Ra­sû­lü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve­fât edin­ce­ye ka­dar O’ndan ay­rıl­ma­dı. (Hattâ Efendimizʼin vefâtından sonra da bir an evvel Oʼnun yanına gömülmenin hasreti içinde yaşadı.)”

Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâhʼı görmedikleri, Oʼnun mübârek nazarlarından ve hikmetli nasihatlerinden mahrum kaldıkları uzunca bir zamanın geçmesini istemezler, bu hususta evlâtlarını da sık sık îkaz ederlerdi. Acaba bizler, kendimiz ve evlâtlarımız için ashâbın bu hassasiyetinden ne kadar hissedârız? Allah Rasûlüʼnün mânevî vârisleri mevkiindeki âlim ve ârif zâtların sohbetlerinden, ne kadar istifâde gayreti içindeyiz?..

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri der ki:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin sohbetinde bulunma fırsatı elden gittiyse de, O’nun Sünnet-i Seniyye’siyle ve Oʼnun Sünnet’ini sevenlerle sohbet imkânı hâlen mevcuttur. Bu, kıyâmete kadar devam edecektir. Büyüklerin sohbetinde bulunmak ve müttakî kimselere yakın olmak son derece feyizlidir.”[10]

Dolayısıyla, âdâbına riâyetle îfâ edilen mânevî sohbetler, Allah Rasûlü’nün sohbetlerinden bir akistir. Feyz ve rûhâniyet dolu her sohbet; aslında Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in sohbet meclislerinden günümüze ulaşan bir rahmet esintisi ve asr-ı saâdet neşvesidir. Tıpkı bir mumla, başka mumların yakılması gibi… Mumları yakan ve onlar vâsıtasıyla etrâfı aydınlatan alev, aynı alevdir. Müʼmin, bu mumların en sonuncusuyla da aydınlansa, esâsen ilk kaynaktan istifâde etmiş gibi olur.

Bu yüzden mânevî sohbetlere iştirâk edenler, âdeta Peygamber Efendimiz’in sohbet halkalarından birine katılıyormuş gibi, büyük bir edep ve tâzim hissine bürünmelidirler ki kalplerine o menbâdan bir feyiz ve rûhâniyet akışı olsun…]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Mâlûmdur ki, bu dünya çalışma yurdudur, boş durma ve dinlenme yeri değildir. Gayretinizi tamamıyla çalışmaya yönlendirmelisiniz. Boş durmayı ve eğlenmeyi bir kenara bırakınız!.. Tembellik ve gevşeklik, düşmanların nasîbi olsun! Amel-i sâlihler işlemeli, çalışmalı, yine çalışmalı…”[11]

[Müʼmin, bu cihânın fânî, âhiretinse ebedî olduğunun şuuru içinde, zaman sermâyesini en güzel şekilde değerlendirmelidir. Dünyanın çalışıp çabalanacak bir tarla hükmünde olduğunu, iyi veya kötü mahsûlün de âhiret hasadında alınacağını unutmamalıdır. Esâsen, bu hakîkati bilen bir insanın, tembellikle ziyân edilecek bir dakikası bile olamaz. Fakat insanoğlu, bütün bu hakîkatleri çok iyi bilmesine rağmen, gereğini yerine getirmekte ekseriyetle zaaf göstermekten kurtulamaz. Bunun için, bilmek kâfî değildir, ihlâs ile amel etmek gerekir.

Bir gün İbrahim bin Edhem Hazretleriʼne:

“–Yaptığımız duâlar niçin kabul olmuyor?” diye sorulur. Hazret şu cevâbı verir:

“–Şundan dolayı kabul olmaz:

–Cenâb-ı Hakkʼı bilirsiniz, buyruğunu tutmazsınız.

–Peygamberʼi bilirsiniz, sünnetlerini yerine getirmezsiniz.

–Kurʼân okursunuz, amel etmezsiniz.

–Hak Teâlâʼnın nîmetlerini yersiniz, şükretmezsiniz.

–Cennetʼi bilirsiniz, onu istemesini bilmezsiniz.

–Cehennem vardır dersiniz, ondan lâyıkıyla sakınmazsınız.

–Ölüm vardır dersiniz, hazırlanmazsınız.

–Ölülerinizi kendi elinizle kabre koyarsınız, ibret almazsınız.

Bu kadar fenâlıkla duânız nasıl müstecâb olsun?!”[12]

Demek ki sadece bilmek kâfî değil, ihlâs ile amel etmek şart… Gayret etmeden hayırlı bir netice beklemek, zahmet çekmeden rahmet ummak, külfete katlanmadan nîmete ereceğini temennî etmek; başkasının yemesiyle kendi karnının doyacağını ummak gibi faydasız bir beklentidir. Bu dünyada îmânın gerektirdiği fedâkârlıkları yerine getirmeden, onun uhrevî faydasına erilemez.

Dolayısıyla, ömür nîmeti tükenmeden önce, îmânın gerektirdiği sâlih amellere gayret etmeliyiz. Yüce Rabbimizʼin;

“Bir (hayır) işini bitirince hemen (başka bir iş veya ibadete) koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8) emr-i ilâhîsi muktezâsınca, her an, Allâhʼın rızâsına vesîle olacak amellerin tatbîki veya arayışı üzere olmalıyız.]

Cenâb-ı Hak, rızâsına uygun hayırlı bir ömür, saâdet müjdeleriyle gelen güzel bir son nefes ve cemâline vuslatla taçlanan huzurlu bir âhiret hayatını cümlemize lûtf u keremiyle nasip ve müyesser eylesin…

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 169, no: 2.

[2] M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 63, no: 35.

[3] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 428, no: 120.

[4] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 396, no: 69.

[5] Birleşik kaplar kânunu: Farklı iki veya daha çok kabın, tabanlarının birleştirilmesi ile elde edilen kaplara, birleşik kaplar denir. Birleşik kaplardan herhangi birine konan sıvının, diğer kaplara akışı, diğer kaplardaki sıvı seviyeleri eşitleninceye kadar sürer.

[6] Ebû Saîd Muhammed Hâdimî, “Risâletü’n-Nasâyıh ve’l-Vasâyâ’l-Mübâreke”, Mecmûatü’r-Resâil, s. 130-131, İstanbul ts., Matbaa-i Âmire.

[7] Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 23-24/4753; İbn-i Mâce, Cenâiz, 37; İbn-i Sa’d, I, 424.

[8] Bkz. Vâhidî, s. 170.

[9] Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 45, Erkam Yayınları, İstanbul 1984.

[10] Bkz. Rûhu’l-Beyân, VII, 102.

[11] İmâm-ı Rabbânî, Mükâşefât-ı Ğaybiyye, 29. kısım.

[12] Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 40.