İmâm-ı Rabbânî (rahmetullâhi aleyh) -5-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2013 – Ekim, Sayı: 332, Sayfa: 032

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Sûfîlerin yoluna girmekten maksat, (keşif ve kerâmet sevdâsına kapılarak) gayb âlemine âit birta­kım sûretleri ve şekilleri müşâhede etmek ve bâzı değişik renkleri ve ışıkları görmek değildir… Görünen âlemdeki nur­ların ve sûretlerin ne kusuru var ki, insan bunları bırakıp da, birtakım riyâzet ve mücâhedeleri yaparak gayb âlemine âit sûretleri ve nurları görmeyi arzulasın! İki âlemdeki sûretler ve nurlar da Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı şeylerdir ve Allah Teâlâ’nın varlığının delillerindendir.”[1]

[Mânevî terbiye yolculuğu olan tasavvufta esas gâye, Hakkʼa kullukta makbul bir kıvama ulaşmak, îmânın kemâline ermek ve böylece Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. Yoksa keşiflere, kerâmetlere ermek ve keyfiyeti meçhul âlemler seyretmek değildir. Zira bunlar, mânevî yolculuktaki gölgeliklerdir ki, âniden kaybolabilirler.

Nitekim bu hususta bir ibret misâli olarak Kurʼân-ı Kerîmʼde, Bel‘am bin Bâûrâʼdan bahsedilmektedir. Öyle ki bu zât, kendisine keşif ve kerâmetler bahşedildiği hâlde, dünyaya meyledip ihtiraslarına mağlup olduğu için, kahr-ı ilâhîye dûçâr olmaktan kurtulamamıştır.[2]

Keşif ve kerâmet gibi müstesnâ hâller, bâzı kullara, kimi zaman ilâhî bir lûtuf, kimi zamansa ilâhî bir imtihan olarak verilen, fakat aşılması gereken merhalelerdir. Bu merhalelerde takılıp kalmak, Hak yolcusunu asıl maksadından uzak düşürür.

Bu sebeple Allah dostları, fizikî kerâmetlere ehemmiyet vermemiş, bütün gayretlerini asıl kerâmet olan “istikâmet”i muhâfaza üzerine yoğunlaştırmışlardır.

Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin şöyle dediği nakledilir:

“Bir gün Dicle Nehri’nin karşı yakasına geçecektim. Nehrin iki yakası bana yol vermek için kerâmeten birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye şöyle dedim:

«–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. (Sen ise, otuz yıldan beri mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü (kendimde bir varlık ve benlik hissetmeme sebep olacak böyle bir kerâmet uğruna) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!»”[3]

Yani kul için mühim olan, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını tahsil yolunda samimiyet ve tevâzû ile yürümektir. Bu yolculuktaki aldatıcı gölgeliklerde oyalanmamaktır.

Ayrıca îmandan ihsâna ulaşmayı hedefleyen takvâ yolculuğunda, keşif ve kerâmetlere ermek veya ermemek, mânevî ilerlemenin yegâne ölçüsü değildir. Nitekim pek çok rivâyette[4] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ʼın da, fizikî ve zâhirî kerâmetine dâir çok fazla bir rivâyet yoktur. Onun en büyük kerâmeti, Allah Rasûlüʼne olan eşsiz sadâkati, müstesnâ teslîmiyet ve itaatidir. Peygamber Efendimizʼin örnek şahsiyetine âit bütün husûsiyetlerin, ona en yüksek seviyede sirâyet etmiş olmasıdır.

Bu bakımdan mânevî terbiye yolculuğunda, keşif ve kerametlere ermeden tekâmül etmenin, daha hayırlı olduğu ifâde edilmiştir. Zira bu gibi hâlleri müşâhede edenler, beşer olmak sıfatıyla gurura kapılabilirler; kendilerinin, nasıl olsa tekâmül ettikleri düşüncesiyle, himmetlerini, yani mânevî gayretlerini azaltma yanlışlığına sürüklenebilirler.

Hâlbuki âyet-i kerîmede;

“Ve sana yakîn (ölüm) gelin­ce­ye ka­dar Rab­bi­ne ibadet et.” (el-Hicr, 99) buyrularak Hakkʼa kullukta son nefese kadar gayret göstermemiz emredilmektedir.

Keşif ve kerâmet gibi tecellîleri yaşamadan, istikâmet üzere yürümeye sabırla devam edenler ise, gurur, kibir ve rehâvetten daha çok sakınırlar. Kendilerini dâimâ noksan gördükleri için, Cenâb-ı Hakkʼa karşı hiçlik ve yokluk hissiyâtıyla, mânevî gayret ve azimlerini daha da artırma arzusu içinde olurlar.

Nitekim Tâha’l-Harîrî -rahmetullâhi aleyh- bu hakîkati ifâde sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Keşif ehli sâlik ile keşfi kapalı sâlikin hâli, gözü gören ile gözü görmeyen iki kişinin Hicaz seferine benzer. Her ikisi de yol boyunca devamlı olarak gâyelerine yaklaşmaktadırlar. Fakat gözü görmeyenin sevâbı daha çoktur. Seyr u sülûkte de, keşfi olmayan sâlik, her ne kadar görünmüyorsa da, devamlı terakkî hâlinde olduğu için, keşfi açık olandan daha kazançlıdır.”[5]

Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri de mürîdlerine mânevî tekâmül için “hizmeti” tavsiye etmiş ve:

“En büyük kerâmet; yorgunluk ve bezginlik hissetmeden Allâh’ın mahlûkâtına hizmet etmektir.”[6] buyurmuştur.]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Îtikad ve amele dâir iki kanat elde ettikten sonra, Allah Teâlâ’nın lûtuf ve inâyetiyle takvâ ehli kişilerin yüce yoluna girmek îcâb eder. Bu yola girmenin gâyesi, îtikad ve amel hususunda bildirilenlere ilâvede bulunmak veya onların hâricinde yeni bir şeye ulaşmak değildir. Zira böyle bir şey, ayak kaymalarına götüren, aslî gâyeden uzak beklentilerdendir.

Tasavvufa girmekten maksat, îtikâdın şek ve şüphe ile sarsılmaması için, yakîn ve itmi’nân kazanmaktır…”[7]

[Tasavvufî hayattan maksat, aşk ile yaşanan îman, kalp ve beden âhengi içinde îfâ edilen bir ibadet, hayranlık uyandıran bir güzel ahlâk ile, huzûra ermiş bir kalp elde edebilmektir. Böylece Cenâb-ı Hakkʼın râzı olacağı bir kul hâline gelebilmenin gayreti içinde bulunmaktır. Bunların dışında kalan bütün gâyeler, kulu aslî maksadından uzaklaştıran boş arzulardır.

Öte yandan, tasavvufî terbiyeden lâyıkıyla nasîb almış müʼminlerin, inanç ve amel-i sâlihlere daha sıkı sarıldıkları, zulüm ve baskılar karşısında îmanlarını daha fazla muhâfaza edebildikleri husûsu, târihî bir gerçektir.

Nitekim, yıllarca bir taraftan ateist ve komünist rejimlerin asimilasyonuna, bir taraftan global kültür erozyonuna, diğer taraftan da yoğun misyoner faaliyetlerine mâruz kalan, başta Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Afrika ülkeleri olmak üzere, pek çok İslâm toplumunda müslüman kimliğini koruyabilmeyi başaranların, daha ziyâde tasavvuf ikliminden feyz almış müʼminler olduğu görülmüştür. Zira tasavvufun gâyesi, en şiddetli inançsızlık ve küfür fırtınaları karşısında dahî sarsılmayacak derecede, kalplerdeki îmânı kuvvetlendirmektir.]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Dostlarıma dâimâ söylediğim ve ömrümün sonuna kadar da söyleyeceğim nasihat; Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e âit kelâm kitaplarındaki bilgiler istikâmetinde inancını düzelttikten ve farz, vâcip, sünnet, mendup, helâl, haram, mekruh ve şüpheli şeklindeki fıkhî hükümlerden yapılması gerekenleri yapıp terk edilmesi gerekenlerden kaçındıktan sonra, kalbi Hak Teâlâ’nın dışındaki şeylerle meşgul olmak­tan kurtarmaktır…”[8]

[Hak dostlarının en çok üzerinde durdukları husus, kullukta istikâmet üzere sebat etmektir. Öyle ki istikâmet, en büyük kerâmet sayılmıştır. İstikâmetin temeli ise, evvelâ Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre îtikâdı, yani inancı düzeltmek, sonra ise haram ve şüphelilerden sakınmak ve güzel ahlâk ile yaşayıp sâlih amellere devam etmektir.

Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarından istediği “kalb-i selîm”e nâil olabilmek, yani tertemiz ve arınmış bir gönülle Hakkʼın huzûruna varabilmek de, ancak zâhirî ve bâtınî kulluk vazifelerimizi ihlâsla îfâ etmemize bağlıdır. Bu hususlarda elimizden gelen gayreti göstermeliyiz ki, kalbimiz Cenâb-ı Hakʼtan başkasına meyletmesin, Hakkʼın zikriyle huzur ve sükûna kavuşsun…

Düşünmeliyiz ki Cenâb-ı Hak;

“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16) buyuruyor.

Hakîkaten, insanın içinden geçenler, kendisi dışındaki bütün varlıklar için sırdır, yalnızca Cenâb-ı Hakkʼın mâlûmudur. İşte hayatı, bu hakîkatin aydınlığında yaşayabilmek gerekir. Hâl ve davranışlarımız kadar, hissiyâtımızı ve fikriyâtımızı da Cenâb-ı Hakkʼın rızâsıyla teʼlif edip kalbimizi Hakʼtan gayrısıyla meşgul olmaktan kurtarmamız îcâb eder.]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Bir hayırlı iş yaptığımda mutlakâ kendimi kusurlu görüp ayıplarım. Hattâ nefsimi ithâm edip, kendimi, sağ tarafımdaki meleğin yazabileceği hayırlı bir amel işlememiş olarak görmeden rahat edemem. Sağ omzumdaki defterin bomboş olduğuna, onu yazan me­leklerin boş boş beklediklerine inanırım. Bu hâlimle Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını nasıl hak edebilirim ki?!

Şunu biliyorum ki bu âlemdeki herkes, pek çok yönden benden üstündür. Hepsinin en şerlisi benim!”[9]

[Kişinin mânevî seviyesi yükseldikçe, Cenâb-ı Hakkʼa olan haşyet ve tâzim duyguları da artar. Nitekim insanlar içinde Allâhʼı tanımak bakımından en üst seviyede bulunan peygamberler ve evliyâullah, insanların en günahkârlarından daha büyük bir mahcûbiyet, acziyet ve hiçlik duyguları içinde Hakkʼa ilticâ etmişler, kendilerini dâimâ kusurlu ve noksan görerek nedâmet gözyaşlarıyla tevbe ve istiğfarda bulunmuşlardır.

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, Allah için malından, canından ve evlâdından fedakârlık imtihanlarından geçti. Gönlündeki fânî tahtları bertaraf etti. Putperest bir kavme karşı çetin bir tevhid mücadelesi verdi. Gösterdiği muhabbet, sadâkat ve teslîmiyetle Halîlullah oldu, Hakkʼın dostluğuna erişti. Fakat İbrahim -aleyhisselâm-, Hak katındaki bu ulvî mevkiine rağmen, azamet-i ilâhiyye karşısında hissettiği hiçlik, acziyet ve haşyet hâlini sergilercesine;

(Yâ Rabbi! İnsanların) diriltilecekleri gün beni zelil kılma (mahcup ve mahzun etme!) (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulundu.

Şüphesiz ki peygamberlerde, evliyâullahta ve sâlih müʼminlerde görülen bu haşyet ve ürperiş hâli, onların Cenâb-ı Hakkʼa yakınlıklarının ve mârifetullahʼtaki yüksek seviyelerinin bir göstergesidir.

Zira âyet-i kerîmede:

“…Kulları içinden ancak âlimler Allahʼtan (gerçek mânâda) korkar…” (Fâtır, 28) buyrulmaktadır. Buradaki âlimlikten maksat, Allâhʼı bilmektir, Oʼnun kudret ve azametinin yüceliğini, buna mukâbil kendi hiçliğini idrâk etmektir, yani mârifetullahʼtır.

Yüce Rabbimiz, böyle bir haşyet duygusu içinde ibadet eden sâlih kullarının hâlini Kurʼân-ı Kerîmʼinde şöyle beyân eder:

“Rab’lerine dönecekleri için, yapmakta oldukları işleri kalpleri ürpererek yapanlar var ya, işte hayır işlerine koşan ve hattâ bunun için yarışanlar onlardır.” (el-Mü’minûn, 60-61)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz buyurur ki:

“Yukarıdaki âyet-i kerîmeler nâzil olunca Allah Rasûlü’ne:

«–Âyette zikredilenler, zinâ, hırsızlık ve içki gibi haramları işleyenler midir?» diye sormuştum.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

«–Hayır ey Sıddîk’ın kızı! Âyette anlatılmak istenenler, namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka verdiği hâlde, bu ibadetlerinin kabûl edilip edilmeyeceği endişesiyle korkanlardır.» buyurdular.” (Tirmizî, Tefsîr, 23/3175; İbn-i Mâce, Zühd, 20)

Nitekim, Allâhʼın velî kulları, ârif ve sâlih zâtlar, gönüllerini kuşatan bu endişe sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼa şöyle ilticâ etmişlerdir:

سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ وَمَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ

“Allâhʼım! Senʼi bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim! Senʼi hakkıyla tanıyamadık, Sana hakkıyla kulluk edemedik!..”

Yani gâfil kullar, en büyük günahları sebebiyle dahî en küçük bir korku duymazken, ârif kullar ise ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin kendilerini sevk ettiği haşyetullah hâli sebebiyle, sâlih amellerinin dahî kabûl olunup olunmayacağı hususunda, büyük bir endişe içinde yaşarlar.

Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da:

“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını, onun kabûlüne ve korunmasına gösteriniz.” buyurmuştur.

Yani sâlih amelleri îfâ etmekle iş bitmiş olmaz. Onu ne kadar ihlâs ile yapabildiğimize de dikkat kesilmeli, onun ecrini zâyî etmemek için, riyâ, gösteriş, gurur ve kibir gibi çirkin vasıflardan büyük bir titizlikle sakınmalıyız.

İşte tasavvufî terbiyenin en mühim gâyelerinden biri de “havf ve recâ” (korku ve ümit) dengesi içinde, gönüllere bu hassâsiyetleri kazandırmaktır.

Bunun içindir ki Hak dostları, mâneviyat semâsının yıldızları mevkiinde bulunmalarına rağmen, kendilerini dâimâ en aşağıda ve en geride görürler. Böylece amellerine ve güzel hâllerine güvenme gafletinden korunurlar. Ebedî kurtuluşları için, yalnızca Cenâb-ı Hakkʼın rahmet ve mağfiretini ümîd etme edebine bürünürler.

Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de, mektup yazdığı talebelerinden, son nefesini hüsn-i hâtime ile, yani îman selâmetiyle verebilmesi için duâlar taleb etmiştir. Oğluna gönderdiği bir mektubunda şöyle buyurur:

“Çocuklara merhamet edin ve onları Kur’ân okumaya teşvik edin! Üzerimizde hakkı olan kimseleri bizim adımıza râzı edin! Îman selâmetimiz için duâ ederek bize yardımcı olun!”[10]

[İşte son nefesi îmân ile verebilmek husûsundaki bu gönül hassâsiyeti ve kulluk edebi, bütün Hak dostlarının ortak vasfıdır. Bu îman hassâsiyetini, hepimizin örnek alması îcâb eder. Bu bakımdan bizler de;

تَوَفَّنٖى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنٖى بِالصَّالِحٖينَ

“…(Rabbim!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101) âyet-i kerîmesini duâlarımızdan eksik etmemeliyiz.

Zira peygamberler ve onların müjdeledikleri dışında hiç kimsenin, son nefesini îmanla verebileceğine dâir bir teminâtı yoktur. Şu hâdise, bu hakîkatlerin ne kadar mânidar bir misâlidir:

Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi:

“–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı esnâsında ona telkinde bulunduğum hâlde bir türlü kelime-i tevhîdi söyleyemedi. İşte bu hâli görmek, benim belimi büktü.”[11]

Yine Hak dostlarından Ebû Bekir Verrak Hazretleri vefât ettiğinde, bir zât onu rüyâsında görür. Hazretin benzi sararmış, dertli dertli ağlamaktadır. Bunun üzerine:

“–Yâ şeyh! Bu ne hâldir?” diye sorar.

Hazret, hüznünün sebebini ifâde sadedinde şu dehşetli cevâbı verir:

“–Komşu kabirlere on cenâze getirdiler, fakat içlerinde bir tane müslüman yoktur!..”[12]

Cenâb-ı Hak, cümlemize son nefeste îman selâmeti nasîb eylesin. Bir ömür rızâ-yı ilâhî istikâmetinde yaşayıp son demde ebedî vuslat sevinci yaşayan bahtiyar kullarının zümresine ilhâk eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 174, no: 266.

[2] Bkz. el-A‘râf, 175-176.

[3] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 217, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.

[4] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26.

[5] Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, Altın Silsile, s. 208.

[6] Nâme-i Dânişverân-ı Nâsırî, I, 297.

[7] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 174, no: 266.

[8] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 235, no: 278.

[9] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 118, no: 11.

[10] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 169, no: 2.

[11] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 70, Erkam Yayınları, İstanbul 1984.

[12] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 189, Erkam Yayınları, İstanbul 1984.