İmâm-ı Rabbânî (rahmetullâhi aleyh) -4-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2013 – Eylül, Sayı: 331, Sayfa: 032

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“İnsanın yaratılışındaki maksat, kendisine emredilen ibadetle­ri yerine getirmektir. İbadetlerin edâsından maksat da îmânın hakî­kati demek olan «yakîn»i elde etmektir.”[1]

[Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyuruyor.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhumâ-, bu âyet-i kerîmede geçen لِيَعْبُدُونِ / Bana ibadet/kul­luk etsinler diye” ifâdesini; لِيَعْرِفُونِ / Ben’i tanıyıp bilsinler diye” şeklinde tefsîr etmiştir.

Meselâ, dünya şartlarında kulun Rabbine en yakın olduğu secdeler, dıştan bakan biri için, şeklî bir hareket olarak görünebilir. Fakat onun taşıdığı mânâ; müʼminin alnını huzûr-i ilâhîde yere koyarak büyük bir huşû içinde, kendi kulluk, hiçlik ve acziyetini îtiraf etmesidir. Rabbine teslîm olduğunu, Oʼna boyun eğdiğini ve hâl lisânıyla; “Sen Rabbimsin, ben kulunum; Sen Hâlık’ımsın, ben mahlûkunum!” diyerek, Oʼnu kalben de tanıdığını beyân etmesidir.

Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in ashâbı, namazda gözlerini semâya kaldırırlardı. Tâ ki şu âyet-i kerîmeler nâzil oluncaya kadar:

“Muhakkak ki (şu) mü’minler (ebedî) kurtuluşa ermiştir: Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)

Bu âyet-i kerîmelerin nüzûlünden sonra ashâb-ı kirâm (büyük bir huşû içinde) başlarını önlerine eğmeye başladılar.[2]

Zira namaz ibadetinin hakîkatinde derinleşerek ilâhî kudret ve azamet karşısında kendi hiçlik, yokluk ve acziyetlerinin idrâki içinde, kulluklarını Hakkʼa arz edebilmenin irfânına erdiler.

İşte ibadet ve kulluğun gâyesi; bu nevî duygularla mârifetullâh’a ermektir, Allâh’ı kalben tanıyabilmektir. Böylece “yakîn”e, yani şekten-şüpheden arınmış, hakîkî bir îmâna ulaşmaktır. “İhsan” kıvamındaki bir gönülle, yani Allâh’ı görüyormuşçasına kat’î bir îmanla yaşamaktır. Her an ilâhî kameraların altında bulunduğumuz gerçeğinin, kalplerimizde şuur ve idrak hâline gelmesidir.

Ârif bir mü’min için, hayatta kulluktan daha büyük bir gâye, ve yine kulluktan daha ulvî bir pâye yoktur. Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, “hükümdar bir peygamber” mi, yoksa “kul peygamber” mi olmak istediği hususunda muhayyer bırakılmış ve “kul peygamber” olmayı tercih etmiştir.[3] Bu tercihiyle de, Hakk’a kulluğun kazandıracağı saâdet ve saltanatın, dünyevî saltanatların verebileceği huzur ve saâdetle kıyaslanamayacak kadar üstün, kıymetli ve kalıcı olduğuna işaret buyurmuştur.

Hakîkaten, bütün dünya bir insana verilse ve insan orada bin yıl yaşasa ne fayda! Sonunda gideceği yer, kara toprağın dar bir çukuru değil midir? Üstelik âhiretin sonsuzluğu karşısında dünya hayatı, deryadan bir damla hükmündedir.

O hâlde; “Hayat nedir?” suâline, yalnızca toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katılığı cevap olarak yükselecekse, böyle bir gafletle ziyân edilmiş kısacık bir fânî hayattan daha acı ne olabilir?..

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)

Dolayısıyla şu kısacık dünya hayatını, ebedî hayatın saâdet sermâyesi kılmaya çalışmaktan daha akıllıca bir yaşayış olamaz. Bunun yoluysa, emrolunduğumuz gibi, Hakk’a kulluk istikâmetinde bulunmamızdır.

Nitekim bu hakîkate binâen hikmet ehli zâtlar;

اَلدُّنْياَ سَاعَةٌ، فَاجْعَلْهَا طَاعَةً / Dünya bir anlık zamandır, o kısacık ânı da ibâdetle geçirmeye gayret et!..” tavsiyesinde bulunmuşlardır.[4]

Abdullah Dehlevî Hazretleri de;

“Dünya hayatı bir gündür, o bir günde de oruç tutmamız lâzımdır.”[5]buyurarak, şu fânî ömrümüzde riyâzet hâlinde yaşayıp kendimizi haramlardan ve şüphelilerden korumamız ve bütün gayretimizi Hakk’a kulluğa teksif etmemiz gerektiğini dile getirmiştir.

Diğer taraftan her ibâdet -lâyıkıyla îfâ edildiği takdirde- kulu Hakk’a yaklaştıran, îmânı kuvvetlendiren, kalbi şek ve şüpheden arındırarak gerçek huzûra kavuşturan bir mânevî gıdâdır.

Îman, bir ışık kaynağına benzer. Nefsânî ve şeytânî rüzgârlar, bu ışığı söndürmek için ömür boyu her fırsatta esip dururlar. İşte ibadetler, bu menfî rüzgârlara karşı, îman ışığını koruyan bir fânus gibidir.

Dolayısıyla ibadetler ne kadar hâlis niyetle ve makbul bir keyfiyette îfâ edilirse, kalpteki îmânın nûru da, o kadar kuvvetli ve parlak olur.

Sâmi Efendi Hazretleri, ibâdet ve tâatler bereketiyle, sarsılmaz bir îmâna kavuşan müʼminlerin kalbî kıvâmını, şu teşbihle îzah buyurmuştur:

“İstikâmet sahibi bir müʼmin, dağ gibi müstakîm olmalıdır. Çünkü dağın dört alâmeti vardır:

1) Sıcaktan erimez,

2) Soğuktan donmaz,

3) Rüzgârdan devrilmez,

4) Sel alıp götürmez.”[6]

Yani bütün menfî şartlara rağmen îman gücünü muhâfaza eder.]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Muhabbette hîleye yer yok­tur. Çünkü seven, artık sevgiliye gönül vermiş bir kara sevdâlı olup ona muhâlefet edemez ve sevgilinin muhâliflerine de aslâ meyledemez. Onlara hiçbir şekilde tâviz veremez.”[7]

 [Hakkʼa îman, derûnî bir muhabbettir. Muhabbet ise kalbin amelidir. Her uzuvda irâde vardır, lâkin kalpte yoktur. Hiçbir şey ona zorla sevdirilemez, yine o, hiçbir şeyden zorla nefret ettirilemez.

Bu sebeple gerçek bir müʼmin, îmânın mekânı olan kalbini Cenâb-ı Hakkʼın sevmediklerinden korur, onlara meyletmez. Zira hem Cenâb-ı Hakkʼı sevdiğini söyleyip hem de Oʼnun sevmediklerine meyletmek, gerçek bir îmân ile bağdaşmaz.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[8] buyurmuştur. Düşünmeliyiz ki, gönlümüz ne kadar Cenâb-ı Hak’la beraber? Ne kadar Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’le beraber? Ne kadar Allah ve Rasûlü’nün sevdikleriyle beraber? Buna mukâbil, ne kadar nefsânî arzularla beraber? Ne kadar Allah ve Rasûlʼünün düşmanlarına, günahların câzibelerine, şeytânî tuzaklara meyleder hâlde?

Gerçek bir muhabbette, seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever, sevmediklerinden ise nefret eder. Allâhʼı ve Rasûlʼünü seven; cömertlik, edep, hayâ, şefkat, merhamet ve affetmek gibi güzel hasletleri de sever. Buna mukâbil, hayâsızlık, fenâlık, cimrilik, zulüm ve haksızlık gibi çirkin vasıflardan da nefret eder. Zira gerçek bir muhabbet, sevenle sevilen arasındaki müştereklikten kaynaklanır. Hakîkî bir sevgide, sevilenin husûsiyetleri sevene sirâyet eder. Muhabbet, sevilenin, sevende kendi husûsiyetlerini görmesiyle ziyâdeleşir.

Meselâ, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin örnek ahlâkı, en zirve seviyede Ebû Bekir Efendimizʼe sirâyet etmiştir. Zira Allah Rasûlüʼnü en çok sevip Oʼnda fânî olan sahâbî, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Efendimizʼdir. Hazret-i Ebû Bekir Efendimizʼe baktığımız zaman, Allah Rasûlüʼnün ahlâkını seyretmekteyiz.

Yani; “–Ben Allah ve Rasûlʼünü seviyorum.” demekle iş bitmiyor. Seviyorsak, merhametimiz ne kadar, şefkatimiz ne kadar, ahlâkımız hangi seviyede? Efendimizʼin husûsiyetlerinden bizde ne kadar var? Hodgâmlıktan/bencillikten kurtulabiliyor muyuz? Ümmetin dertleriyle dertlenen, diğergâm bir rûha sahip miyiz? Sevgimiz, hâl ve davranışlarımıza aksedebiliyor mu? Yoksa sevgimiz sadece sözde kalan kuru bir iddiadan mı ibâret?!

Yine; “–Ben Kurʼânʼı seviyorum.” demek de kâfî değil. Kurʼânʼın ahlâkı bize ne kadar sirâyet ediyor? Kurʼân hükümleriyle ne kadar amel edebiliyoruz? Yavrularımızın ne kadarını Kurʼân Kurslarına gönderip onlara Kurʼân kültürünü ve ahlâkını kazandırabiliyoruz? Kıyâmet gününde Kurʼânʼın bize ya şefaatçi ya da -ihmâlimiz sebebiyle- şikâyetçi olacağını ne kadar tefekkür edebiliyoruz? İşte bu nevî sualleri kendimize sık sık sormalıyız…

Gerçek bir sevginin kantarı fedakârlıktır. Fedakârlıkla ispatlanmayan kuru sözler hiçbir mânâ ifâde etmez. Mevlânâ Hazretleri sevgi iddiasında bulunup da onun hakîkatinden fersah fersah uzak olan gâfillere:

“Sözün maskarası olmayın!” îkâzında bulunur.

Memleketini seven bir insan bile, ondan biraz uzak kalsa, hemen onun havasını, suyunu, toprağını özlemeye başlar. Hattâ çöl gibi bir memleketi bile olsa, yine de oraya hasret duyar. Memleketinin her husûsiyetiyle kalbî bir bağı vardır. Gerçek bir sevgi de böyledir.

Yine Mevlânâ Hazretleri Mesnevîʼsinde bir kıssa nakleder:

Leylâʼnın aşkından çöllere düşmüş olan Mecnun, salyaları akan, tüyleri dökülmüş bir köpeği sever, şefkatle okşar ve gözlerinden öper. Mecnûnʼu, bu köpeğe gösterdiği aşırı alâkadan dolayı kınarlar. O ise:

“–Siz ona benim gözümle baksaydınız, niçin böyle yaptığımı anlardınız. Zira o, Leylâʼnın köyünün köpeğidir. Bunca köy içinde gitmiş Leylâʼnın köyünü yurt edinmiş, oranın bekçisi olmuş. Ben onu nasıl sevmeyeyim ki!..” der.

Velhâsıl, Allah ve Rasûl’ünün sevdiği her hususiyetin, hâl ve tavırlarımıza yansıması gerekir. Bunun içindir ki Hak dostları, yiyip içmelerinden oturup kalkmalarına kadar her hususta Kurʼân ve Sünnetʼe uymaktan, târifsiz bir mânevî lezzet duymuşlardır.

Diğer taraftan, gerçek bir sevgi, sevilenin sevdiklerini de sevip sevmediklerini de sevmemeyi gerektirdiği için, bizler de Allâh’ı ve Rasûl’ünü seviyorsak, Allah için sevip yine Allah için buğz etmeyi, şahsiyet ve karakterimizin aslî vasfı hâline getirmeliyiz. Lâyıkına muhabbet duymalı, müstahakkından, yani Allahʼın, Rasûlʼünün, İslâmʼın ve müslümanların düşmanlarından ise nefret etmeliyiz.

Nitekim Peygamber Efendimizʼin amcası olmasına rağmen, küfürdeki şiddet ve ısrarı sebebiyle Ebû Lehebʼe Tebbet Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak tarafından lânet edilmiş olması, bu hakîkatin en canlı misallerinden biridir.

Dolayısıyla Allah ve Rasûlʼünün düşmanlarını methetmekten, onlara en ufak bir iltifat nazarıyla bakmaktan bile kendimizi korumalıyız. Zira bu bakışlar onların îtibârını artıracağından, Allâh’ın gazabına sebebiyet verecektir.

Allah için buğz hususunda sergilememiz gereken tavra dâir, şu hadîs-i şerîf tipik bir misal sadedindedir:

“Münâfığa, «efendi» demeyiniz. Eğer onu efendi kabul edecek olursanız, Azîz ve Celîl olan Rabbinizʼin gazabını üzerinize çekmiş olursunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 83; Ahmed bin Hanbel, V, 346)]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Ey kardeşim! İki şeyde gevşeklik olmadıkça mesele yoktur. Birincisi; şerîat sahibi Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in izinden gitmek, di­ğeri de (seni irşâd eden) mürşide karşı samimiyet ve muhabbet. Bu ikisi varken binlerce karanlık çökse zararı yoktur.

Fakat -Allah muhafaza buyursun- bu iki şeyden birinde noksanlık zuhûr ederse, kişi dâimî zikir ve murâkabe hâlinde olsa bile bu, hüsran üstüne hüsrandır. Zira onun zikir hâli, bir istidracdır[9] ve âkıbeti de kötüdür.

Allah Teâlâ’ya cân u gönülden yalvararak bu iki hususta sebat ve istikâmet taleb etmek gerekir. Çünkü bunlar, işin aslı ve kurtuluşun ana sermâyesidir.”[10]

[Mü’min, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve O’nun vârisleri olan âlim ve ârif zâtların izinden yürümeye gayret etmelidir. Bu takdirde en karanlık yollardan bile selâmetle geçerek ebedî saâdet kapısına varacaktır. Aksi hâlde, rehbersiz bir insan, dümeni kırık bir gemi gibidir. O da, her rüzgârın götürdüğü tarafa doğru yol alır, fakat menzil-i maksûda giden doğru yolu bir türlü bulamaz. Üstelik meçhul bir girdapta helâk olmaktan da kurtulamaz.

O hâlde mü’min, hiçbir zaman kendi kendine hâlini güzel görmemeli, kendi zannınca gidişâtını makbul saymamalıdır. Dâimâ bir istikâmet aynasında vaziyetini gözden geçirip hatalarını düzeltmeye çalışmalıdır. Hâlini seyredip kendisine çeki-düzen vereceği istikâmet aynası ise, Kur’ân’ın fiilî bir tefsiri olan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve O’nun nurlu izinden zerre kadar ayrılmama hassasiyetiyle yaşayan, peygamber vârisi mürşid-i kâmillerdir.

Nasıl ki bir hasta, tıp kitabı okumakla kendisini tedâvi edemezse, hiçbir insan da sırf kağıt sayfaların satırlarını okumakla kendi kendine nefsini ıslah edemez, gurur, kibir ve ucub gibi nefsânî marazlardan kurtulamaz. Doktorlar bile, hastalanınca başka bir doktorun tedâvisi altına girerler. Hiçbir hâkim de kendisine âit bir mes’elede hüküm veremez. Diğer bir hâkimin huzûruna çıkması îcâb eder.

İşte bu sebepledir ki, mânen kemâle ermek için, bir mürşid-i kâmilin rehberliğine tâbî olmak îcâb eder. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, peygamber vârisi bir mürşid-i kâmilin mânevî terbiyesine girmenin, nefs engelini aşmak, hakîkat ve mârifete ermek için ne kadar mühim olduğunu şöyle ifâde buyurur:

“Bir bıçak, kendi sapını, başka bir bıçak olmaksızın nasıl yontabilir? Sen git, yaralarını bir gönül cerrahına göster. Sen onları kendi kendine tedâvi edemezsin…”

“Dünyevî duygu ve düşüncelerinin sağlığını tabipten, kişiyi sonsuza yücelten ilâhî hislerin sıhhatini de mürşid-i kâmilden öğren.”

Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in buyurduğu:

“Mü’min, mü’minin aynasıdır.”[11] hadîs-i şerîfi muktezâsınca, kâmil insanlar bize, tertemiz ve berrak bir ayna olurlar da, rûhumuz o parlak aynada kendi özünü ve gerçek varlığını seyreder. Böyle bir aynadan mahrum olanlar, kendi hatalarının farkına varamadıkları gibi, sefâletlerini saâdet zannetme gafletinden de uyanamazlar.

Öte yandan, günümüzde böyle bir gaflet çukuruna düşmüş olan bâzı nâdanlar, Allah Rasûlüʼnün mübârek beyanlarını ve Sünnet-i Seniyyeʼsini hafife alıp küçümseyerek Efendimizʼe karşı sadâkat, hürmet ve teslîmiyet imtihanlarında büyük zaaflar sergilemektedirler. Yine bu bedbahtlar, Allah Rasûlüʼnün izinden yürüyen büyük evliyâullâhʼı da -sanki onları değerlendirebilecek kalbî seviyeleri varmış gibi- saygısızca dillerine dolamaktadırlar. Şüphesiz ki bu hâl, dehşetli bir kalp körlüğüdür. Zira Allâhʼın sevdiklerine karşı gösterilen edepsizlik, gazab-ı ilâhîyi en çok celbeden hususlardandır.

Nitekim Cenâb-ı Hak, şu iki cürmü işleyenlere karşı harp îlân edeceğini beyân etmektedir:

Birincisi fâizdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allahʼtan korkun. Eğer gerçekten müʼminler iseniz mevcut fâiz alacaklarınızı terk edin. Şayet (bunu) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından (fâizcilere karşı) açılan savaştan haberiniz olsun…” (el-Bakara, 278-279)

İkincisi ise Cenâb-ı Hakkʼın velî kullarına, her ne şekilde olursa olsun eziyet edilmesidir. Hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:

“Her kim Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harp îlân ederim…” (Buhârî, Rikāk, 38)

Unutmamak gerekir ki insanlık tarihi boyunca Cenâb-ı Hak ile harp edip de gâlip gelebilmiş bir tek varlık yoktur. Bu bakımdan Allâhʼın sevdikleri hakkında saygısız tavırlar sergilemek, gayretullâhʼa dokunacağından, kişiyi elîm bir azâba dûçâr eder.]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Ucub (kendini ve amelini beğenme), sâlih amelleri, ateşin odunu yaktığı gibi yakar bitirir. Ucub, kişinin yaptığı amelin gözüne güzel görünmesinden doğar. Bundan kurtulabilmek için gizli kabahat ve kusurlarımızı gözümüzün önüne getirmemiz ve güzel amellerimizi dâimâ noksan ve yetersiz görmemiz îcâb eder. Hattâ kişinin, yaptığı sâlih amel ve hayırlarının duyulmasından utanması lâzımdır…”[12]

[Sâlih amellerde niyet, yalnızca Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı olmalıdır. Kul, kendisini sâlih amellere muvaffak kıldığı için, Rabbine şükretmelidir. Sâlih ameller sebebiyle övünüp nefse bir iftihar payı çıkarmak, o amelin gâyesini değiştirdiği için ecrini de yok eder. Zira tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur.

Bu meyanda bir müʼmin, yaptırdığı bir câmi, Kurʼân kursu gibi hayrâta kendi ismini vermekten sakınmalıdır. Fakat kendisi vefât ettikten sonra sevdikleri tarafından adının verilmesinde bir mahzur yoktur. Bilâkis rahmetle yâd edilmesine vesîle olur. Fakat kişinin sağlığında kendi adını vermesi, ihlâsı zedeleyeceği için doğru değildir.

Esâsen bir kul, salih amel işlerken -ne kadar gayret ederse etsin- onu zâhirî ve bâtınî kusurlardan bütünüyle arınmış olarak îfâ edebilmesi çok zordur. Bu sebeple kul, ne kadar büyük bir amel işlemiş olursa olsun, hiçbir zaman amelini gözünde büyütmemeli, dâimâ kusur ve acziyetini itiraf edip Cenâb-ı Hakkʼın lûtfen ve keremen kabûl buyurmasını dilemelidir. Duâları gibi sâlih amellerinin de Cenâb-ı Hakkʼın kabûlüne muhtaç olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır.

Bunun içindir ki ârif müʼminler nazarında sâlih amellerin kendisi kadar, onun Hakkʼa takdim edilişindeki kalbî kıvam da son derece mühimdir. Amelleri sırf Allâhʼa has kılabilmek için, başkalarının takdîrini celbetme yönünde en ufak bir meylin niyete karışmaması gerekir. Bunun için sâlih amelleri mümkün olduğunca halkın gözünden gizlemeye gayret etmelidir.

Nitekim hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, başka hiçbir gölgenin bulunmayacağı kıyâmet gününde Allah Teâlâ, Arş-ı Âlâʼsının gölgesinde yedi sınıf insanı barındıracaktır ki bunlardan biri de, sağ elinin verdiğini sol eli bilemeyecek kadar gizli sadaka veren kimseler olacaktır.[13]

Lâkin zarûret varsa veya diğer insanları da infâka teşvik etme faydası söz konusu ise, âşikâr olarak infâk etmek de câizdir. Fakat bu durumda da kalbi gurur ve kibirden koruyup ihlâsı zedelemekten titizlikle sakınmak gerekir.

Ayrıca sâlih amellerde başkalarının takdîrini bertaraf etmek bir yana, kendi nefsimizin takdîrini bile bertaraf etmemiz îcab eder. Bu hususta nefsi susturabilmenin en büyük ilâcı ise, onun gizli kusur ve kabahatlerini hiçbir zaman unutmamaktır. Aksi hâlde nefis, kendini beğenip amellerinin ecrini imhâ etmekten kurtarılamaz.]

Cenâb-ı Hak niyet ve amellerimizi sırf rızâ-yı ilâhîsiyle teʼlif buyursun. Biz âciz kullarını, sevip râzı olduğu sâlih amellere, güzel hâl ve ahlâka, lûtf u keremiyle muvaffak eylesin. Bizleri sırât-ı müstakîme hidâyet buyursun. Dînimiz hususunda fitneye düşerek âhiret müflisi olmaktan cümlemizi muhâfaza eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 369, no: 97.

[2] Bkz. Taberî, Tefsîr, XIX, 8; Süyûtî, Lübâbü’n-Nükûl, s. 165.

[3] Bkz. Abdurrazzâk, Musannef, III, 183; Heysemî, IX, 192.

[4] İmam Gazâlî, Mükâşefetü’l-Kulûb, s. 166.

[5] Raûf Ahmed, Dürrü’l-Meârif, s. 143.

[6] M. Sâmi Efendi, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, s. 145.

[7] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 514, no: 165.

[8] Buhârî, Edeb, 96.

[9] İstidrac: Hak yoldan sapmış olanların sapıklığını daha da artırmak için Allah tarafından bir imtihan olarak üst üste ihsanda bulunulması, onlara hâllerinin iyi gösterilmesidir. Ayrıca istidrac; kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmamasına rağmen kendini öyle gösteren bâzı şahıslardan zuhûr eden, kerâmete benzer hârikulâde hâllerdir. Bu nevî hâller, nefsi palazlandırır, kişiyi Hakkʼa yaklaştırmadığı gibi daha da uzaklaştırır.

[10] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 551, no: 30.

[11] Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, n. 238; Ebû Dâvud, Edeb, 49/4918.

[12] Kişmî, Berekât, s. 217.

[13] Bkz. Buhârî, Ezân 36, Rikāk 24; Müslim, Zekât, 91.