İmâm-ı Rabbânî (rahmetullâhi aleyh) -1-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2013 – Haziran, Sayı: 328, Sayfa: 032

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“(Allâh’ın râzı olacağı güzel bir kulluğa) muvaffak olmamızda gayretlerimizin payı ne ki! Ne varsa hepsi Allâh’ın lûtfudur. Ama buna mutlakâ bir sebep gösterilmesi gerekirse derim ki, bütün lûtufların sebebi; gelmiş ve gelecek bütün insanlığın efendisi olan Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e bağlanıp Oʼnun mübârek izinden git­mektir…

İnsana bir şeyin azı veya tamamı nasîb olmamışsa bunun tek sebebi, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e tam olarak uyma hususunda bir kusurunun olmasıdır.

Bir defasında gaflete düşerek abdesthâneye sağ ayağımla girdim. (Sünnet’e uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün birçok mânevî hâlden mahrum kaldım.”[1]

[Kulu Rabbine yaklaştıran feyiz ve rûhâniyete ancak, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e tam bir teslîmiyetle itaat ederek erişilebilir. Zira âyet-i kerîmelerde Rabbimiz şöyle buyurur:

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31)

Yani Allah Teâlâ’nın muhabbetine ancak, O’nun Habîbi’ne itaat, teslîmiyet ve bilhassa muhabbet yolundan ulaşabiliriz. Bu yolda en ufak bir ihmâl, tereddüt veya şüphesi olana, ilâhî muhabbet kapısı kapalı kalır. Zira Hazret-i Peygamber’e muhabbetin, Allâh’a muhabbet; O’na itaatin, Allâh’a itaat; O’na isyanın da Allâh’a isyan mâhiyetinde olduğu, âyet-i kerîmelerle sâbittir.

Bu yüzden mü’min, büyük-küçük her hareketinde, Kur’ân’ın fiilî bir tefsîri demek olan Habîbullah Efendimiz’in hayat tarzına, yani Sünnet-i Seniyye’ye tam bir riâyet hassâsiyetiyle dolu olmak mecburiyetindedir.

Zira şu bir hakîkattir ki, Efendimiz’in sünnetlerine lâyıkıyla sarılan mü’minlerin -ekseriyetle- farzları yaşamakta da herhangi bir tâvizi, noksanı, ihmâli olmamaktadır. Fakat sünnetleri ihmâl edenlerin, farzlarda da büyük fireler vermeye açık oldukları, bilinen bir gerçektir.

Yani Sünnet’e riâyet hassâsiyeti, dînî hayatın temel rükünleri mevkiindeki farzları da muhafaza altına alan, âdeta kuvvetli bir zırh mesâbesindedir. Bu yüzden iblis ve onun aveneleri, bir insanın dîn ve îmânına musallat olduklarında, onu evvelâ sünnetlerden uzaklaştırmaya çalışırlar. Zira bunda muvaffak olamazlarsa, farzlara aslâ ilişemeyeceklerini bilirler.

Bunun içindir ki Abdullah bin Deylemî -rahmetullâhi aleyh-, Sünnet’e tam bir itaat ve teslîmiyetle bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifâde etmiştir:

“…Dînin (zayıflayıp gücünün) kaybolmasının başlangıcı, Sünnet’in terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif çözülüp nihâyetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)

Dolayısıyla sünnetlerin birer birer hayatımızdan çıkması, -Allah korusun- ebedî kurtuluşumuzu da pamuk ipliğine bağlı hâle getirir.

Nitekim dinler tarihinde Yahudîlik ve Hristiyanlığın bozulması da böyle başlamıştır. Önce peygamberlerin sünnetleri terk edilmiş, daha sonra da îtikad ve ibadetler tahrif edilmiştir. Sonunda namaz terk edilmiş, yerine âyin gelmiş, oruç terk edilmiş yerine perhiz gelmiş, tesettür terk edilerek yalnızca râhibelere mahsus bırakılmış, hattâ günümüzde râhibelerin tesettürü bile kaldırılmaya başlanmıştır.

Bu noktada mü’minler olarak hepimizin büyük bir firâset ve basîretle şuna dikkat etmemiz gerekmektedir ki; günümüzde İslâm’a da bu hristiyanî tahrîfi yapmaya çalışan gizli ve açık din düşmanları, var güçleriyle çalışmaktadırlar. Bunlar da, asıl niyetlerini belli etmemek için, ilk plânda dînin temel inanç esaslarına ve farz hükümlerine hücum etmeyip, öncelikle bunları koruyan bir zırh mevkiindeki sünnetleri gözden düşürmeye uğraşmaktadırlar.

Şurası daha da vahimdir ki, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat yolundan uzak fikirlerin yayıldığı ve nice müslümanın akāidinin sarsılıp ibadet ve muâmelâtının bozulduğu günümüzde, bu ifsat hareketlerinin içinde, din âlimi sıfatlı, ilâhiyat hocası etiketli kimselere de, son zamanlarda sıkça rastlanmaktadır. Öyle ki bu kimseler, 1400 yıldır icmâ ile, ittifakla gelen hususlarda bile kafa karıştırmakta, gönül bulandırmaktadırlar.

Bu kimseler, nâkıs akıllarına sığdıramadıkları için mûcizeleri inkâr edebilmekte, kat’î nassın bulunduğu bir hususta ictihâda yer olmadığını bile bile, miras hukukunda kendilerince tâdilat yapma gereği duymakta, tesettürü hafife almakta, kendi görüşlerine uymayan hadisleri reddetmekte, sünnetleri ehemmiyetsiz görmektedirler.

“Bize Kur’ân yeter!” diyerek zâhiren sûret-i haktan görünen bu sloganla, Kur’ân-ı Kerîm’in tafsîli, tefsîri, şerhi ve hayata tatbiki demek olan Sünnet’i dışlamakta ve kendilerince bir “Kur’ân İslâm’ı” icâd etmeye çalışmaktadırlar.

Hâlbuki Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, Kur’ân’ı ön plâna sürerek asıl maksatlarını gizlemeye çalışan “din âlimi” kisveli bu “din tahrifçileri”ne, şöyle işaret buyurmaktadır:

“Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanarak size; «Bu Kur’ân’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır (başka kaynağa ihtiyacınız yoktur!)» demesi yakındır. Dikkat edin! Allâh’ın Elçisi’nin haram kıldıkları, Allâh’ın haram kıldıkları gibidir.”[2]

Diğer bir rivâyette de, Sünnet’e bağlılığın zarûrî olduğunu, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle beyan buyurmaktadır:

“…Sizden biriniz koltuğuna yaslanarak Allâh’ın şu Kur’ân’da haram kıldıklarından başka şeyleri haram kılmadığını mı zannediyor?! Dikkat edin! Vallâhi ben öğüt verdim, emrettim ve yasakladım. Bunlar (emirler ve yasaklar), Kur’ân’dakiler kadardır, hattâ ondan fazladır…(Ebû Dâvûd, Harac, 31)

Kur’ân’ın ancak Sünnet ile doğru anlaşılabileceği hususunda, şu âyet-i kerîmeler çok câlib-i dikkattir:

(Rasûlüm!) O’nu Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) îkaz (ve irşâd) edicilerden olasın diye, apaçık bir Arap diliyle, Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195)

Dolayısıyla Kur’ân’ın sır ve hikmetleri, ancak Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in kalbî dokusundan hisse almakla anlaşılır. Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatı da, baştanbaşa Kur’ân’ın canlı bir tefsîri mâhiyetindedir.

Bu itibarla Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i anlamak, Hakk’a kullukta en mühim basamaktır. O’nu tanımadan, O’nu anlamadan, O’nun izinden gitmeden ve O’nun gönül hassâsiyetlerinden hisse almadan, ne îmânımız tam bir îmân olur, ne Kur’ân-ı Kerîm’i tam olarak idrâk edebiliriz, ne de kulluğumuz tam bir kulluk olur…

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok ilâhî emrin hayata nasıl tatbik edileceği bildirilmemiştir. Onları ancak Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in tatbikatından öğrenmekteyiz.

Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de ölü eti yemenin haram olduğu bildirilmiştir. Bu hususta, canlı yakalandıktan sonra kendi kendine ölen balığın müstesnâ olduğunu ve onun yenilebileceğini ise Sünnet’ten öğrenmekteyiz.

Yine Kur’ân’da namaz ibadeti emredilmekte, fakat onun nasıl kılınacağının tafsîlâtı; yani rekât sayıları, içinde okunacak sûre ve duâları, tâdil-i erkânı gibi hususlar, hep Sünnet’ten öğrenilmektedir.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, sır ve hikmetlerini “takvâ ehli”ne açar. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“O kitap (Kur’ân); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (Allah korkusuyla haramlardan sakınanlar) için bir yol göstericidir.” (el-Bakara, 2)

Bu sebeple Kur’ân’ı en iyi idrâk edenler, takvâ üzere yaşayıp gönül­lerine seviye kazandırabilenlerdir. Herkes aynı rahle önünde diz çöküp Kur’ân okusa, herkes kalbinin seviyesi nisbetinde Kur’ân’dan istifâde eder.

Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu hâli, ne kadar ibretlidir:

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir evin önünden geçerken, hâne sahibi­nin, evin dışına taşacak kadar yüksek sesle Tûr Sûresi’ni okuduğunu işitti. Adam:

“Rabbinin azâbı hiç şüphesiz vukû bulacakır, onu defedecek hiçbir şey de yoktur.” (et-Tûr, 7-8) âyet-i kerîmesine gelince, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu âyetin îkâzındaki şiddetin tesiriyle evinde bir müddet hasta yattı.[3]

İşte Kur’ân-ı Kerîm, kalbin seviyesi nisbetinde derinliğine dalınabilen uçsuz bucaksız bir okyanus gibidir. Nasıl ki yüzme bilmeyen biri, ancak sığ sularda kulaç atabilirken, mâhir bir dalgıç, denizin en derin yerlerine dalar; kıyıdakilerin göremediği, acâyip, garâip ve değişik manzaralarla bambaşka âlemler seyrederse, takvâ yolunda kalben merhaleler kat eden kimseler de Kur’ân’da pek çok hikmet tecellîleriyle karşılaşır, ondan gerçek mânâda feyz alırlar.

İşte bunun gibi nice hakîkatleri görmezden gelen bâzı bedbahtlar -güyâ Kur’ân’a uyma adı altında- dîni budayıp onu kendi sığ görüşlerine uydurmaya kalkışmaktadırlar. İlim ve irfanda çırakları bile olamayacakları, büyük birer üstâd olan müctehid imamları da saygısızca tenkit edebilmekte­dirler:

“–Onlar bin sene önceki âlimlerdi, şimdi zaman çok değişti…” görü­şüne sığınarak, dînin zamanlar üstü ve değişmez hükümleriyle oynamakta­dırlar. Bu ise, gayr-i müslim müsteşrik ve misyonerlerin yaptıklarından da­ha beter bir din tahribidir. Bunlar din âlimli­ğini; dîne hizmet etmek yerine, onu tenkid etmek zanneden gâfiller gürûhu­dur.

Bu bakımdan bilhassa dînî tahsilde bulunan genç kardeşlerimizin, bu hususlarda uyanık olmaları, dîni kimden öğreneceklerine çok dikkat etmeleri lâzımdır. Zira Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- çok sevdiği sahâbîlerin­den olan Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ-’ya şu îkazda bulunmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa sola meyledenlerden alma!”[4]

Nitekim bu hassâsiyet içinde olan ashâb-ı kirâm ve onların izinden giden sâlih mü’minler, yeri gelmiş, bir râvîden hadîs alabilmek için, o zamanın zor şartları altında bir ay süren ilim yolculukları yapmışlardır. Yine onlar, nebevî terbiye ile öyle bir fazîlet âbidesi hâline gelmişlerdir ki, hayvanını yanına çekmek için boş yem torbasını gösterip kandıran kişinin ahlâkını mûteber saymamışlardır. Yani huy ve ahlâkında, bir hayvanı bile olsa kandırma ve aldatma zaafı bulunan kişiyi, Allah Rasûlü’nün hadîs-i şerîfleri muktezâsınca yaşamadığı için, hadîs nakline liyâkatli görmemişlerdir.

Tâbiîn neslinin büyük imamlarından Ebû’l-Âliye -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına dikkat ederdik; eğer namazını güzel kılarsa; «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmeden kılarsa; «Onun diğer işleri de menfîdir.» diyerek yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)

İşte bugün de, dînî bilgisine îtibâr edilecek ilim erbâbını bu ölçüler ışığında değerlendirmek şarttır. Zira Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) buyuruyor. Yani gerçek bir âlimde öncelikle “takvâ” yani “Allah korkusu” şarttır. Cenâb-ı Hak, ancak böyle bir kuluna “âlim” diyor. Allah’tan korkmadan, Rasûlü’nden utanmadan, kendi nâkıs akıllarını yegâne hakîkat miyârı zannedip, dîni onun süzgecinden geçirerek aklına uyanı alan, uymayanı atan gâfillere değil!..

Esâsen îman, aklın bütünüyle kavramaktan âciz kalacağı pek çok hususu, kalben tasdik etmeyi gerektiren bir ön kabûldür. Nasıl ki gözün bir görebilme mesafesi varsa, aklın da sınırlı bir idrak kabiliyeti vardır; bu yüzden her şeyi kavrayamaz. Peki aklın idrak kâbiliyetinin ötesinde hiç mi hakîkat yoktur? Sınırlı bir akıl ve cüz’î bir ilme sahip olan insanoğluna, dînî hakîkatleri, küllî ilim sahibi Cenâb-ı Hak vaz ettiğine göre, elbette ki aklın kavramaktan âciz kalacağı, sayısız sır ve hikmetler olacaktır.

Şu hadîs-i şerîf, bu hakîkati açıkça beyân etmektedir:

“Hı­zır -aleyhisselâm-’ın, Mû­sâ -aleyhisselâm-’a acâyip, ga­râ­ip ve hik­me­ti meç­hul hâ­di­se­ler gös­ter­di­ği se­ya­hat es­nâ­sın­da, bir ser­çe ku­şu ge­le­rek bin­dik­le­ri ge­mi­nin ke­na­rı­na kon­du. Son­ra de­niz­den ga­ga­sıy­la su al­dı. Hı­zır -aleyhisselâm-, bu man­za­ra­yı Mû­sâ -aleyhisselâm-’a gös­te­re­rek şu teş­bih­te bu­lun­du:

«–Al­lâh’ın il­mi ya­nın­da, se­nin, be­nim ve bütün mahlûkâtın ilmi, şu ku­şun de­niz­den ga­ga­sıy­la al­dı­ğı su ka­dar­dır.»” (Bu­hâ­rî, Tef­sîr, 18/4)

Nasıl ki bir karıncanın ilim ve aklı, insanın ilim ve aklı karşısında sıfıra yakınsa, Cenâb-ı Hakk’a karşı bizim durumumuz da bir “hiç”ten ibârettir. İnsanın bilmedikleri yanında bildikleri bir hiçtir. Âyet-i kerîmede, insanın aslî vasıflarından birinin “cehûl”[5] yani “çok câhil” olarak ifâde buyrulması da bundandır. Buna mukâbil Cenâb-ı Hak, ilm-i ilâhîsinin azamet ve nihâyetsizliğini şöyle beyan buyurmuştur:

“Eğer gerçekten yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, deniz de (mü­rekkep olup) arkasından yedi deniz daha ona eklense, Allâh’ın kelimele­ri (yazılmakla) tükenmez. Muhakkak ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Lokman, 27)

Yaratılmış bütün varlıkların ilmi, onları yaratan Allah Teâlâ’nın ilmi yanında deryadan bir katre hükmünde olduğundan, insanın sınırlı aklıyla kavrayamayacağı nice ilâhî sır ve hikmetler vardır. Bunların bir kısmı havâssü’l-havâssa, daha ötesindeki bâzı sırlar peygamberlere, onun da ötesindeki bâzı sırlar yalnızca Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e keşfolunmuştur. Bundan dolayıdır ki Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Şayet benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)

Bu itibarla bizlere lûtfedilen mahdut akıl, ancak Kur’ân ve Sünnet’in muhtevâsı içinde bir kıymet ifâde eder. Nitekim Mevlânâ Hazretleri de, aklın bütün şüphe ve istifhamlarını bir kenara atıp Allah ve Rasûlü’ne kalben teslîm olabilmenin ehemmiyetini ifâde sadedinde şöyle buyurmuş­tur:

“Akıl, dünyevî işlerimizde başarılı olmasına rağmen, mâhiyeti îcâbı, hakîkate, ilâhî esrâra, yani mârifetullâha vâsıl olmakta yetersiz kalır. Bu ulvî yolculuk için bir vâsıta gereklidir. O da gönüldür, aşktır, vecddir, istiğraktır. Akıl, Mustafâ’ya kurbân olsun!”

Zira akıl, ancak bu teslîmiyetle birlikte kişinin dünya ve âhiret saâdetine hizmet edebilir. Aksi hâlde insanı çıkmaz sokaklarda dolaştırır.

İşte Cenâb-ı Hak, -mûcizeler gibi, kader ve gayba îman gibi- aklın tam mânâsıyla kavramaktan âciz kaldığı ilâhî hakîkatlerin kabûlünde, akıldan daha ulvî bir idrak merkezi olan kalbi devreye sokmamızı istiyor. Böylece tam bir teslîmiyet ufkunda yükselmemizi arzu ediyor.

Gerçek bir îman da, dil ile ikrâra ilâveten, kalp ile tasdîk neticesinde meydana gelir; akılla tasdik neticesinde değil. Sırf aklın alabildiklerini kabul etmek “îman etmek” değil, “iknâ olmak”’tır. Bununsa Hakk’a teslîmiyet tarafı bulunmadığı için, ind-i ilâhîde bir kıymeti yoktur.

Velhâsıl yüce dînimiz İslâm’ı, takvâ ehli, güzel ahlâklı, amel-i sâlih hayatı olan, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşayan âlim ve âriflerden tahsil etmek şarttır. Kur’ân ve Sünnet’e sımsıkı sarılıp emrolun­duğu gibi dosdoğru olabilmek, yani istikâmet, bu zamanın en büyük kerâmetidir.

Hak dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin şu hâli, dînî sa­hada îtibâr edilecek kimselerin tespitine dâir, ne kadar ibretli bir misaldir:

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün, halk arasında “velî” diye meş­hur olmuş bir şahsı görmek için müridleriyle yola çıkmıştı. O zât evinden çıkıp mescide giderken, kıbleye doğru tükürdü. Bâyezîd -rahmetullâhi aleyh-, o şahsın bu ham ve lâkayd hâlinden çok müteessir oldu ve selâm bile vermeden geri döndü. Talebelerine de şöyle dedi:

“‒Bu zât, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in öğrettiği edeplerden birine riâyet hususunda bile güvenilir değil! Hakk’ın esrârı hususunda kendisine nasıl güvenilecek!”[6]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Müstehapların yerine getirilmesi hususunda gevşeklik gösterilme­melidir. Zira müstehaplar, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği ve râzı olduğu şeylerdir. Kişi, yeryüzünün bir köşesinde Hak Teâlâ’nın sevdiği ve râzı olduğu bir ameli bilir ve onu yapma imkânı olursa, bunu ganimet bilmelidir. Bu durum, birkaç kırık saksı parçasıyla değerli pırlantaları satın alan kişinin hâline benzer.”[7]

[İmâm-ı Rabbânî -rahmetullâhi aleyh- bir gün talebelerinden birine:

“‒Bahçeden birkaç karanfil getir!” buyurmuştu. O da gidip altı tâne ka­ranfil getirdi. Hazret bunu görünce mahzun bir edâ ile şöyle bu­yurdu:

“‒Bizim talebeler hâlâ Peygamber Efendimiz’in; «Allah tektir, teki sever!»[8] hadîs-i şerîfine dikkat etmiyorlar. Hâlbuki buna dikkat etmek müstehaptır.

İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar? Müstehap, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği şeydir. Allah Teâlâ’nın sevdiği bir amelin karşılığında bütün dünya ve âhiret verilse, yine de hiçbir şey verilmemiş demektir. Biz müstehaba o kadar riâyet ederiz ki, yüzümüzü yıkarken bile suyu önce sağ tarafımıza getiririz. Zira işlere sağdan başlamak müstehaptır.”[9]

Görüldüğü üzere Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i en iyi tanıyan Hak dostu âlim ve âriflerin en mühim kerâmeti, büyük-küçük bütün hâl ve hareketlerinde Sünnet-i Seniyye’yi büyük bir hassâsiyetle yaşamaya çalışmalarıdır.

Şunu da unutmamalıyız ki Cenâb-ı Hak, bütün sâlih amellere gayret edip bütün günahlardan sakınalım diye, rızâsının da gazabının da hangi amelde tecellî edeceğini gizlemiştir. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı da gazabı da bâzen büyük, bâzen orta, bâzen de çok küçük bir amelde tecellî edebilir.

Nitekim bir hadîs-i şerifte bildirildiği üzere, susuz kalmış bir köpeğe su veren günahkâr bir kadın, bu merhameti sebebiyle affedilerek cennetlik olmuştur. Buna mukâbil, kedisinin açlığına aldırış etmeyen ibadet ehli bir kadın da bu merhametsizliği sebebiyle cehennemlik olmuştur.[10]

Sahâbe-i kiramdan Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“Siz, kıl kadar bile önemsemediğiniz birtakım işler yapıyorsunuz ki, biz onları, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- zamanında helâk edici büyük hatalardan sayardık.” (Buhârî, Rikāk, 32)

Zira onlar, gönüllerindeki Allah sevgisi ve korkusu sebebiyle, küçük günahları bile büyük bir kayıp, hattâ mânevî bir helâk sebebi sayarlardı. Çünkü onlar, hatânın küçüklüğüne değil, emrine karşı gelinen Allâh’ın büyüklüğüne dikkat kesilmişlerdi.

Demek ki kâmil bir mü’min olabilmek için, sadece farzların îfâsı ve haramlardan sakınmak yeterli değildir. Îman heyecanıyla dolu bir gönül hassâsiyeti de gereklidir. Nitekim merhum pederim Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

“Çok kimseler, namazlarını kılmak ve oruçlarını tutmakla dînî vazifelerini edâ ettiklerini sanarak müsterihtirler. Ancak bu kâfî değil­dir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tâzimle beraber, mahlûkâtı­na da şefkatli olmak gerekir. Bu da ancak, fedakârlık ve samimî bir hiz­metle elde edilir. Akl-ı selîm sahibi her müslümanın, farzları edâ edip haramlardan kaçındıktan sonra dikkat edeceği husus, müslü­manlığa, topluma ve bütün mahlûkâta hizmet edip faydalı olmasıdır… Çünkü bu sayılanlar, farz­ların tamamlayıcısı ve Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in Sünnet-i Seniy­yesi’nden cüzlerdir…”[11]

Sözlerimize İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin şu güzel niyâzı ile nihâyet verelim:

“Allah Teâlâ, siyah-beyaz bütün ırklara gönderilen Beşeriyetin Efendisi -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hürmetine bizi ve sizi yaşanmayan sözden, amelsiz ilimden kurtarsın.”[12]

Âmîn!..


Dipnotlar

[1] Kişmî, Berekât, s. 197.

[2] Ebû Dâvûd, Sünnet 6, hd. n: 4604, 4/200; İbn-i Mâce, Mukaddime 2, hd. n: 12, 1/6; Tirmizî, İlim 10, 2663, 2801; 5/37; Ahmed bin Hanbel, 6/8.

[3] İbn-i Receb el-Hanbelî, et-Tahvîf mine’n-Nâr, Dımaşk 1979, s. 30.

[4] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121.

[5] Bkz. el-Ahzâb, 72.

[6] Kuşeyrî, Risâle, s. 57, 416-417.

[7] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 172, no: 266.

[8] Buhârî, Deavât, 68.

[9] Kişmî, Berekât, s. 198; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 180-181.

[10] Bkz. Müslim, Selâm, 151-153.

[11] Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 117, 167; V, 78-79.

[12] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 159, no: 23.