İlimde İSRAF -3-

2005 – Aralik, Sayı: 238, Sayfa: 032

Hayâtın; rûhâniyet, zarâfet, nezâket ve mânâ kazanıp güzelleşmesi, israf ve emsâli menfîliklerden uzak durmayı gerektirir. Zîrâ israf; fertte, âilede ve toplumda felâketin habercisidir.

İnsana bahşedilen bütün nîmetler birer emânettir. Bu emânetler, gerçek teslim mahallini bulamayıp nefsânî arzuların sultasında israf edilirse, Allâh -celle celâlühû- bereketi alır.

İsraf, sadece mal ve mülkü hebâ etmek olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü o, hayatın bütün safhalarıyla alâkalıdır. Bilmeliyiz ki, ömrü boş geçirmek bir israftır, faydasız ilimle meşgul olmak ve ilmi, menfaatlerine âlet etmek sûretiyle yanlış yerlerde kullanmak da büyük bir israftır.

İlimde İsraf

İlim, insanda yaratılıştan gelen tecessüs, yâni öğrenme meylini tatmîn eden ulvî bir faâliyettir. İnsanlık haysiyetinin zirvesini teşkil eden ilim; mü’mini, Cenâb-ı Hakk’ı yakından tanıma ve O’nu ibâdetlerle tekrîm etmenin kemâline ulaştırır.

İlimlerin en fazîletlisi “mârifetullâh”tır. Yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalbde tanıyabilmektir. Bir imtihan dershanesi olan fânî cihanda, kulu bu netîceye ulaştıramayan, hikmete intikal ettiremeyen ve onu kalben Hakk’a vâsıl etmeyen bütün ilmî faâliyetler, insanın tabiatında var olan öğrenme meylinin isrâfını teşkil eder.

Kur’ân-ı Kerîm’de ilim tâbiri, kişiyi Allâh karşısında takvâ ve haşyet duygularına sevkeden bir vasıfta zikredilmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9) buyrulmaktadır.

Bu âyet-i kerîme, sibak ve siyâkı, yâni öncesi ve sonrası ile birlikte tahlil edildiğinde bizlere, Allâh katında ilim ve cehâletin ne mânâya geldiğini çok açık bir sûrette beyân etmektedir. Buna göre gerçek mânâda sır, hikmet ve hakîkati “bilenler” zümresine dâhil olabilmek için dikkat edilecek başlıca hususlar şunlardır:

1. Geceleri secde ve kıyâm hâlinde olarak Cenâb-ı Hak’la kalbî berâberliği temin edebilmek,

2. Her an, her hâl ve her davranışımızda âhiretteki hesabın endişesi içinde olabilmek,

3. Rabbimizin merhametini ümîd ederek dâimâ O’na duâ ve ilticâ hâlinde olabilmek,

4. Takvâ üzere, yâni Rabbe yakınlaştırıcı bir hayat istikâmetinde yaşamak, iç âlemi Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırıcı menfî vasıflardan korumak ve üzerimizde cemâlî sıfatların tecellîsinin gayreti içinde olabilmek,

5. İhsân ehli olmak; cömert, güzel ahlâk sâhibi ve her an ilâhî müşâhedenin, yâni ilâhî kameraların altında bulunduğunun şuuru içinde olabilmek,

6. Kalbin ihtiraslardan muhâfazası için gereken her türlü gayreti göstermek,

7. Dînin yaşanması ve teblîği husûsunda karşılaşılan sıkıntı ve zorluklara sabretmek.

“Bilmeyenler”in belli başlı vasıfları ise şöyledir:

1. Küfür ve nankörlük,

2. Sadece başı dara düştüğü zaman Allâh’a yalvarmak, rahata erdiği zaman kulluk ve yakarışı terk etmek,

3. Nefsânî arzulara râm olarak insanları Allâh’ın yolundan saptırmak için O’na ortaklar koşmak. Nitekim âyet-i kerîmede; “Hevâ ve hevesini ilâh hâline getirenleri gördün mü?..” (el-Furkân, 43) buyrulur.

Bütün ilimler, Allâh Teâlâ’nın varlıklara ve hâdiselere koyduğu kâide ve kânunların tespit ve keşfinden ibârettir. İlimlerin terakkîsi de bu keşiflerin artırılması ile mümkündür. Lâkin sâdece Allâh Teâlâ’nın kâinattaki varlık ve hâdiselere koyduğu kâide ve kânunları tesbit etmek, kulu yaratılış hikmetine ulaştıran hakîkî mânâdaki “bilmek” değildir. Bilmek, sırf seyretmek de değildir.

Makbûl olan bilmek, dünyâya geliş ve gidişin sebebini kavramaktır, varlıkların hâl lisânından anlamaktır, hikmete âşinâ olarak bir sırrı çözebilmektir.

Bilmek, ilâhî ihtişam ve kudret akışlarına âşinâ olup ilâhî feyz ve tecellîlerden kalben nasîb alabilmektir.

Bilmek, ihtiyâca cevap vereni bulmaktır. İhtiyaç ise, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere “müslüman olarak can verebilmek”1tir.

Bilmek, ölmeden evvel nefsin esâretinden kurtularak hakîkat sabâhına uyanabilmektir. Bilmek, ilâhî hesâba çekilmeden evvel, kendini hesâba çekebilmektir.

İlmî hakîkatlerde derinleşerek mârifetullâh deryâsına dalan Mevlânâ Hazretleri, zâhirî ilimlerin zirvesinde olduğu fakat henüz Hakk’a yakınlığın lezzetini lâyıkıyla tadamadığı devresini “HAMDIM”, ilâhî hazza nâil olduğu devreyi “PİŞTİM”, kâinattaki esrar tecellîlerinin kendisine bir kitap gibi açılıp ayân olduğu devreyi de “YANDIM” sözleriyle hülâsa etmiştir.

Hakîkaten, ilimde derinleşen bir insanın rikkat ve hassâsiyeti artar. Gerçek bir ilim, insanı hayret vâdilerinin seyyâhı eyler. İnsan, kâinattaki hikmet ve hakîkatlere vukuf kazandıkça, acziyetini, haddini bilir ve hiçliğini idrâk eder. Yâni nefsini bilir. Nefsini bilen de, Rabbini bilir.

Bilen, mahlûkâtın ve mülkün gerçek sâhibini tanır, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara karşı engin bir şefkat ve merhamet kucağı olur.

Bilen, affeder; bilen, sabreder; bilen, sever. Bilen, Rabbinin rızâsını ve yakınlığını arar, onun için fedâkârlık bir lezzet hâline gelir.

Bilen, incitmez, incinmez. Onun lisânı, rahmet tevzî eder.

Bilen, dünyâ ile âhiret, yâni kul rızâsı ile Hak rızâsı arasında tercih yapmak mecbûriyetinde kaldığında, Hak rızâsına râm olur.

Bilen, ayakta iken, otururken, yanı üzerindeyken2, yâni her an “Bir” olan Rabbi ile beraber olmanın gayreti içinde olur.

Bilen, azamet-i ilâhiyye ve kâinattaki ilâhî kudret akışları karşısında dâimâ tefekkür hâlindedir. Nezâket, zarâfet ve hassâsiyet onda bir tabiat-i asliye olmuştur.

Bilen, gönül insanıdır.

Bilen, her yerde ve her ahvâlde huzur ve saâdeti bulur.

Bilen, kendini toplumdan mes’ûl hissedendir.

Bilen, vatanın, milletin, bayrağın emânet olduğunun idrâki içindedir. Zîrâ îmânın, ırzın, nâmusun, malın, canın muhâfazası; vatan ve milletin muhâfazası ile olur.

Bilen, “nefsin esâreti”nden kurtulmak için rûhânî bir hayat yaşama gayreti içinde bulunur.

Bilen, fânî dünyânın aldatıcı oyuncaklarıyla meşgul olmaktan kurtulmuştur. Kendine âit fânî mülkiyeti de kalbinin dışında taşır.

Bilen, kalbinin kasa olmasından, şöhret ve şehvetin şerrinden kurtulandır.

Bilen, servet, şehvet ve şöhretin “heyte lek” (gelsene bana) sûretindeki câzip dâvetlerine karşı “maâzallâh” (Allâh’a sığınırım)3 diyebilecek gönül kıvâmına sâhiptir.

Bilen, ilm-i ilâhînin azameti karşısında hiçliğini idrâk eder. Bilen, bilmediğini bilendir.

Bilen, ahmaklığı bertarâf ederek neyi bilmesi gerektiğinin şuuru içinde olandır.

Bilen, îmânın halâvetine nâil olduğu için îmânın meyvesi olan merhamet, hizmet ve tevâzû onda bir lezzet hâlindedir.

Bilen, “seyr-i bedâyî” yâni kâinattaki ilâhî sanat hârikalarının câzibesine hayranlık duyar. Bilen, cihânın dilinden anlar. Çünkü bilenle her şey konuşur.

Bilen, akıl ve kalb duyuşlarının âhengi içindedir.

Bilen, îmânın aşk ve vecdinin heyecânı içindedir.

Bilen, irfanla nasiplenir.

Bilen, sebepten Müsebbib’e, eserden Müessir’e, sanattan Sâni-i Mutlak’a ulaşır.

Rabbini kalbde tanıyıp bilen, her şeyi bilir, O’nu bilmeyen hiçbir şey bilemez. Zîrâ ahmaklaşmış, kalbi âmâ kesilmiştir.

Rabbini bilenlerin zirvesi Fahr-i Kâinât -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız… Sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle (heyecan ve duygu derinliği içinde) yakarışta bulunurdunuz.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- vefât ettiğinde, Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-:

“–İlmin onda dokuzu gitti.” buyurdu.

Bunun üzerine sahâbe-i kirâm kendisine:

“–Daha içimizde âlimler var!” dediler.

İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- ise:

“–Ben mârifet ilminden bahsediyorum.” cevâbını verdi.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Allâh’tan, kulları içinde ancak ilim sâhibi olanlar (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28)

Bu ilâhî beyândan da anlaşılacağı üzere kalbde Allâh’a karşı haşyet ve takvâ hisleri uyandırmayan bir ilim, Allâh katında makbûl sayılan, âyet ve hadislerde fazîletinden bahsedilen bir ilim değildir. Hal böyleyken bir de ilim tahsilinde birtakım bahânelerin arkasına sığınarak Allâh’ın emir ve nehiylerinden tâviz vermek, bâzı mânevî zaaflara kapı aralamak ve bunları mâzur ve meşrû görmek, ne müthiş bir aldanıştır!

Şüphesiz ki yerinde ve doğru olarak kullanıldığı takdirde dünyevî ilimler de gereklidir. Zîrâ dünyevî ilimler de, kaydettikleri terakkî ile beşer idrâkine azamet-i ilâhiyyeden yeni yeni deliller sunmaktadır. Böylece ilâhî sanatın ihtişâmı ve hârika tecellîleri daha derin bir vukûfiyetle kavranmaktadır. Bu meyanda zamânımızdaki fezâ çalışmalarından genetik ilminin kaydettiği terakkîlere ve teknolojik hârikalara kadar bütün ilmî faâliyetler de ilâhî kudret akışlarını, açık bir şekilde insanların müşâhedesine arz etmektedir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhid olması, yetmez mi?” (Fussilet, 53)

Gerçek ilimden murâd, fizik ve metafizik âlemde meknûz olan ilâhî sırlara vâkıf olarak “mârifetullâh”a nâil olabilmektir. Yâni Yüce Yaratıcı’nın varlık hakîkatiyle birlikte, ilâhî kudret akışları ve azamet tecellîlerine intikal ederek, bunlardan kalben nasip alabilmektir. Lâkin bütün ilmî terakkî ve keşiflere rağmen hâlâ ilâhî sanata intikâl edemeyecek derecede gafletle mâlül kalblere ne yazık!

İlmi, süflî ihtiraslarına âlet ederek topluma zulmedenler, hakîkatte ilme ihânet etmiş ve dolayısıyla dehşetli bir zihnî ve kalbî isrâfa düşmüş olurlar. Hâlbuki faydalı ilim için, insanoğlunun mâlül bulunduğu çeşitli nefsânî temâyül ve zaafları bertaraf etmek üzere akıl ve irâdenin Kur’ân ve sünnet ışığında terbiye edilmesi zarûrîdir. Bu terbiyeden mahrum bir şekilde tahsil edilen bir ilim, kişiyi menfî yollara sürükleyerek bir aldanış vesîlesi hâline dönüşebilir. Ne yazık ki bugün ilim tahsilinde kişinin sadece zihnî istîdatlarına bakılmakta, onun, ilmi lâyıkıyla taşıyabilecek kalbî fazîlet ve meziyetlere sâhip olup olmadığına dikkat edilmemektedir. Oysa ki, ebedî saâdet ve selâmet için, ilmin sırf zâhiren tahsîl edilmesi kâfî değildir.

Nitekim ilmini irfan hâline getirememiş bir kimse, faraza hukuk tahsili gördükten sonra, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde bir zâlim veya cellat kesilebilir. Kezâ tıp tahsili yapmış bir kimse de, şifâ dağıtacağı yerde bir insan kasabı hâline gelebilir. İlmî kâbiliyetine rağmen, merhamet ve muhabbetten mahrum bir idâreci ise emri altındakilere zulmeden bir gaddar oluverir. Böyle kimseler, bir câhilin yapamayacağı zararı, ilim sâyesinde kat kat fazlasıyla ve kolaylıkla irtikâb edebilirler. İlimlerini yanlış yönde kullanarak israf ettikleri için de ebedî hüsrâna dûçâr olurlar.

Mevlânâ -kuddise sirruh- da Mesnevî’sinde bu hakîkate şöyle temâs eder:

“Hünerli, bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da (bilgin, kalbinle âhenk teşkil etmez ise kendine) fazla değer verme. Unutma ki, Hakk’ın rahmetinden kovulmuş olan mel’un İblis, yüzbinlerce yıl Allâh’ın en yakınlarındandı, meleklerin emîri idi. Bilgisi ve ibâdeti ile gurura kapıldı, nazlandı. Âdem

-aleyhisselâm- ile uğraştı. O’nu küçük gördü de pislik gibi rezil oldu gitti.”

Gerçekten, insanı gurur ve kibre sevk eden, sonunda da helâk girdabında boğan bir ilim, zâhiren güzel ve faydalı şeylerden ibâret olsa bile hakîkatte vebâlden başka nedir ki? Bunun için Allâh Rasûlü

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Cenâb-ı Hak’tan ilim taleb ederken dâimâ:

“Yâ Rabbî! Senden ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydasız ilimden Sana sığınırım!..” (Müslim, Zikir, 73) şeklinde niyâz eylemiştir.

Bu cümleden olarak, ilmihâl bilgilerinin farz-ı ayn olması gibi meselâ tevekkül, ihlâs, riyâdan korunma gibi hususları bilmek ve yaşamak da farz-ı ayndır. Bunların ihmâl edilip tatbik edilmemesi, âhirette helâki mûciptir. İlm-i nâfîyi elde edemeyen kimseler, ne kadar çok şey bilirlerse bilsinler, en büyük hakîkat olan Hakk’a vuslattan mahrum kalırlar.

İmam Gazâlî Hazretleri, ilim öğrenmeyi zaman ve gayret isrâfı hâline getirmekten sakındıran nasîhatlerinde şöyle buyurur:

“Okuyup mütâlaa ettiğin ilimler, kalbini feyizlendirip ahlâkını güzelleştirici mâhiyette olmalıdır. Meselâ, ömrünün sonuna bir hafta kaldığını öğrensen, bu kısacık zamanda mutlaka sana fayalı olacak bir ilimle uğraşırsın. Hemen kalbini yoklar, dünyevî ihtiras ve menfaatlerle alâkanı keser, güzel huylarla bezenmeye çalışırsın. Hâlbuki insanın kavuştuğu her gün ve gecede ölmesi mümkün ve muhtemeldir. Buna göre, seçip meşgul olduğun ilimler, seni azamet-i ilâhiyye karşısında duygulandırıp mâneviyâtını düzeltecek ilimlerden olmalıdır.”

Velhâsıl ilim, çile işidir. İlmin hakîkati, yaşanmasıyla ortaya çıkar. Yaşanmayan ilim, âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere “kitap yüklü merkep misâli”4 mânâsız bir hamallıktır. İlim, kişiyi Hakk’a, hakikate, takvâya, sâlih amellere sevk ediyorsa ilimdir. Yoksa Şeytan’da da ilim vardı, Kârun da ilim sahibiydi. Fakat ilim, onların benliğini palazlandırarak onları dehşetli bir kibir ve gurura sürüklemişti. Onlar da bu nefsânî hazza râm olarak nefislerine aşırı bir îtimat duymuşlardı. Bu bakımdan ilim, lâyıkıyla hazmedilip amele dönüşmezse, ahlâka yansımazsa, şahsiyetin bir parçası hâline gelip irfâna yücelmezse, kulu “hiçlik”, tevâzû ve mahviyet iklîmine sevk etmezse, o ilmi tahsil adına verilen bütün emekler, israf olmuş demektir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, Cenâb-ı Hak bütün hakîkat ve sırları insanoğluna Kur’ân-ı Kerîm ile armağan etmiştir. Bütün ilimlerin özü ondadır. Kâinatta yaş ve kuru ne varsa5 her şeyin hakîkati Kur’ân’da meknuzdur. Cenâb-ı Hak:

“Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4) buyurmaktadır. Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın insan nesline son tâlimatları, son mesajlarıdır.

Bugün milletimizin ve insanlığın en çok muhtaç olduğu ilim, Kur’ân ilmidir. Bu bakımdan günümüzde Kur’ân eğitimine daha çok revaç vermek gerekmektedir. Lâkin Kur’ân’ı lâyıkıyla anlayabilmek için de, onun rûhâniyet iklîmine girmek ve kalbî bir cevher olan takvâya sahip olmak îcâb eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, mü’minleri şöyle uyarmaktadır:

“Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (el-Furkân, 73)

“Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27)

Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm, kendisiyle mutlaka kalbî bir alâka kurmamız gerektiğini bizlere beyân hâlindedir. Ancak bunun için de bedenî temizlik kadar kalbî temizlik, yâni mânevî eğitim zarûrîdir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Onlar Kur’ân’ı (inceden inceye) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)

“İç âlemini temizleyen (kötü ahlâktan arınan) felâh buldu.” (eş-Şems, 9) buyrulmaktadır.

Hidâyet rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm, bizleri tefekküre dâvet eder. Kur’ân-ı Kerîm, murâd-ı ilâhîyi dile getirdiğinden, Cenâb-ı Hakk’a yakın olanlar, onu daha iyi idrak ederler. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

“…Takvâ sâhibi olun, Allâh size öğretir…” (el-Bakara, 282) buyrulmaktadır. Bu sebeple her âyet bize kalbî seviyemiz derecesinde açılır ve derinleşir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şahsında ümmete bir îkaz olarak şöyle buyrulmaktadır:

“…Eğer Sana gelen bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allâh tarafından Sen’in ne bir dostun ne de bir koruyucun vardır.” (er-Ra‘d, 37) Rabbimizin, bu âyet-i kerîmede Kur’ân’ı “ilim” tâbiriyle vasfedişi de gösteriyor ki, biz mü’minler için öncelikle tahsil edilmesi gereken, Kur’ân kültürüdür ve Kur’ân’sız bir ilmî hayat düşünülemez. Fakat ne yazık ki zamanımızda bâzıları, Kur’ân-ı Kerîm tahsilini (kültürünü) ikinci, hattâ üçüncü plana atmaktadırlar.

Mü’minlerin evlâtlarına verecekleri Kur’ân eğitimini, bir ilim tahsili ciddiyetiyle değil de, basit bir yaz tatili programı veya boş zaman değerlendirme meşgalesi gibi görmeleri, yâni kuru kuruya bir mecbûriyet bertarâf etme gibi telâkkî etmeleri ne hazindir! Ana-babaların evlâtlarına karşı en büyük ihmâllerinden biri de, Kur’ân’ın mânâ ve muhtevâsına, tilâveti kadar önem vermemeleridir.

Allâh Teâlâ’nın beşeriyyete en büyük armağanı olan Kur’ân-ı Kerîm’e lâyıkıyla önem vermemek ve Kur’ân kurslarını küçümseyerek diğer tahsillere daha fazla ehemmiyet atfetmek, çıkmaz sokaklarda istikbâl aramaktır. Zîrâ insanoğlu, maddî gıdâdan ziyâde mânevî gıdâya muhtaçtır. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur. Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.”

Nefsânî menfaatler, rûhânî hayâtımıza vurulan zincirler mesâbesindedir. Zîrâ menfaatperest bir gönülle Allâh’a gidilemez. Nefsânî arzulara meyil, bele bağlı bir taş gibidir; onunla ne yüzülür ne de uçulur. Mü’min, kendini hak ile meşgul etmezse bâtıl onu işgâl eder. Sâdî-i Şîrâzî ne güzel söyler:

“Sefahat âlemindeki insanların rûhu kendisinden iğrenir.”

Sefâletlerden saâdet ummak ne fecî bir şaşkınlıktır! İstikbâlde saâdeti bahşedecek olan, fânîlerin diplomaları değil, Cenâb-ı Hak’tır. Nitekim:

“…Göklerin ve yerin hazineleri Allâh’ındır. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar.” (el-Münâfikûn, 7) âyet-i kerîmesi bu hususta ne büyük bir ilâhî îkazdır.

Unutmayalım ki toplumları gerçek ilim ve irfân ile yoğuracak olan rûh, kaba cüsseli kitapların üzerine kapanmış hodgâm bilgiçlerin rûhu değil, Kur’ân hikmetleri ile gönlünü derinleştiren, insanlığa merhamet ve huzur menbaı olan hizmet ehli sâlih mü’minlerin rûhudur.

Şâir Mehmed Âkif, kulluğa haysiyet kazandıracak ilmin muhtevâsını ve bunalan insan nesline muhtaç olduğu reçeteyi şöyle hülâsa eder:

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı…

Yâ Rabbî! Bizleri, Kur’ân saâdetinden mahrum kalarak sefâletlerini saâdet zanneden bedbahtların hüsrânına düşmekten koru! Yarın ilâhî huzûrunda hesâba çekilmeden evvel kendimizi hesâba çekerek daha hassas bir kalbî kıvâm ile Sana kul olabilmeyi bizlere nasîb eyle! Gelgeç nefsânî sevdâlar ve gafletler sebebiyle şu fânî dünyâda ilâhî hudutları çiğneyerek ebedî saâdet hayâtımızı israf etmekten bizleri muhâfaza buyur!..

Âmîn!

Dipnotlar : 1) Bkz. Âl-i İmrân, 102. 2) Bkz. Âl-i İmrân, 191. 3) Bkz. Yûsuf, 23. 4) Bkz. el-Cum’a, 5. 5) Bkz. el-En’am, 59