İlim Ama Nasıl?

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

İLİM AMA NASIL?

Bu fânî dünyaya gelişteki hikmet, güzel bir kul olabilmektir.

İlim de iki uçlu bıçak gibi. Maddiyâta yönelen ilim; kuru, dar, girift sokaklarda perişan olmaktır. Mâneviyâta yönelen ilim, insanın ufkunu açar, kalbin his ve duygularını derinleştirir. Velhâsıl Cenâb-ı Hakkʼa dostluğa mesâfe aldırır.

Efendimiz; Cenâb-ı Hakkʼa götürmeyen, “…Menfaat vermeyen ilimden, yâ Rabbi Sana sığınırım!” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

İlim var, yorulmuş ilimde, fakat Cenâb-ı Hakkʼa ulaşamamış, amelleri yok, ibadetleri yok, İslâmî davranışları yok; “اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ (faydasız ilim).” Onun için kulun tefekkürü; ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar, kalp ondan hisse alacak.

İlmin vâzıı, bütün ilmin vâzıı Cenâb-ı Hak. Cenâb-ı Hak bütün ilimlerde kâideleri vaz etmiştir. Kul onun üzerinde devam eder. Cenâb-ı Hak o ilimleri bildirmeseydi, ilim diye bir şey olmazdı insanda. Nasıl koyunda bir ilim yok, insanda da olmazdı ilim.

İlimden gâye, Cenâb-ı Hakkʼa varabilmesi, “Aman yâ Rabbi!” diyebilmesi.

En küçükten en büyüğe kadar, mikrodan makroya kadar, her şey ilâhî azamet tecellîleri.

İşte ilk âyet:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ olarak başlıyor.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Öyle okuması için de kalbinde seviye olması lâzım, seviye kazanması lâzım.

Cenâb-ı Hak iki tip âlim bildiriyor. Bir, Cuma Sûresiʼnde bildiriyor. Tevratʼla Benî İsrâil âlimlerine, “…kitap yüklü merkepler gibidir…” buyuruyor. (el-Cumua, 5) Zihinde var, kalpte yok. Davranışlara geçmemiş.

Fâtır Sûresiʼnde, “…Kulları içinde ancak âlimler Allahʼtan ittikā eder.” (Fâtır, 28)

Demek ki ilim arttıkça takvânın artması lâzım. Amellerin artması lâzım. Onun için kâinattaki ilmin muhteşem kitabı, Kurʼân-ı Kerîm. Kurʼân-ı Kerîm ilâhî bir mektup ve bu ilâhî mektuptan ne kadar bizim nasibimiz var?

“Ey îmân edenler”, 90 küsur yerde geliyor, 90ʼa yakın yerde geliyor. Bize ne mesajlar veriyor ve ne kadar hayatımızda var, “ey îmân edenler”?

Ben ne kadar bu “ey îmân edenler”in içindeyim? İlimlerin en faziletlisi mârifetullah. Kul, mesafeler katedecek, Cenâb-ı Hakkʼı kalpte tanıyabilme.

İşte burada kulu yaklaştıracak ilmin sahibine faydaları:

Geceleri secde ve kıyam hâlinde olması.

سَاجِدًا وَقَائِمًا

(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9])

سُجَّدًا وَقِيَامًا

(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64])

Her hâl ve davranışta âhiret ve kıyâmet gününü tefekkür etmesi; benim hâlim ne olacak?

Rabbimizʼin merhametinin ümidiyle bir duâ hâlinde olabilmek.

Takvâ üzere bir hayatımızın olması, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıracak.

İç âlemimizi Allahʼtan uzaklaştıracak fücurdan, menfî hâdiselerden koruyabilmek.

İhsan ehli olmak, cömert olmak, ahlâklı olmak.

Merhamet, fârik vasfımız olacak ve bütün, Allâhʼın bütün mahlûkâtına merhamet, sırf yakınlarımıza değil. Bütün hayvanata, -insan için yaratıldı- hayvanâta ve bütün mahlûkâta, bütün insanlara merhamet. Cenâb-ı Hakkʼın Rahman sıfatının tecellîsi olacak.

“Allah bana verdi, niye ona vermedi? Demek ki o bana zimmetlidir…”

“O hasta, ben sağlamım. Demek ki o hasta bana zimmetlidir. Ben de o hastanın duâsına muhtacım. O garibin duâsına muhtacım…”

Bu, bir müʼminin gönlüdür. Onun için, kalbin ihtiraslardan, enâniyetten muhâfazası için de mânevî meziyetlerle donanmak zarûrîdir.

Onun için, bilmek… Cenâb-ı Hak:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1]) buyuruyor. Bilmek, ilâhî kudret ve ilâhî ihtişâma âşinâ olmak.

Ölmeden evvel nefsin esaretinden kurtulabilmek. “İlâhî hesaba çekilmeden evvel, kendini hesaba çekebilmek: حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا”

İlimde derinleşen bir kimsenin de rikkati artar, hassâsiyeti artar. Gerçek ilim, insanı hayret vadilerine götürür.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizim “bilen” olmamızı istiyor. Allâhʼı bilen, incitmez. Allâhʼı bilen, incinmez. Kalbine de bir fermuar çeker.

Bilen, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken, hayatın her safhasında Cenâb-ı Hakkʼı unutmaz, zikreder.

Bilen, gönül insanıdır.

Bilen, kendini toplumdan mesʼul hisseder.

Velhâsıl, uzun…

Cenâb-ı Hak bizim bilen olmamızı istiyor. Ve bu mânevî husûsiyetlerle bizim donanmamızı arzu ediyor Rabbimiz. İhlâs istiyor bizden. Yani samimiyet istiyor.

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا

((Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki.” [eş-Şems, 8])

Fücûrun fârik vasfı, benlik/enâniyet. Şeytan, oradan kahroldu gitti. Kârun oradan kahroldu. Belʼam, oradan ziyan oldu gitti. Velhâsıl bu fücurdan kalbin kurtulması…

Dînin zâhiri vardır, bâtını vardır. Dînin zâhiri, ilimdir ve amellerdir. Bâtını da ihlâstır, takvâdır veyahut da tasavvuftur. Yani tasavvuf, şerîatin tamamlanması içindir. Şerîatin kemâle gelmesi içindir. Şerîatin dışındaki her şey bâtıldır.

Onun için ister takvâ diyelim, ister zühd diyelim, ister ihsan diyelim, ister tasavvuf diyelim, gönül âleminde filizleşen bu duygular, şerîati, Allâhʼın dînini, Rasûlullâhʼın Kitâbʼını, rahat, Rasûlullahʼın Sünnetʼini rahat yaşamamızı temin eder.

Onun için dînin bir zâhiri bir de bâtını vardır. Bunlar, birbirini tamamlayıcı boyutlardır. Biri eksik olsa olmaz.

Bilhassa bu ilim ve mal, ikisi de çok tehlikeli, şeytan ilimden kaydı, Kârun ilimden kaydı, Belʼam bin Bâûra ilimden kaydı. Kârun da hattâ maldan kaydı. “Ben kazandım” dedi, Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa karşı.

Efendimiz buyuruyor:

“Şu iki kimseye gıpta edilir:

Birincisi, Allâhʼın kendisine verdiği malı Hak yolunda harcayıp tüketen kimse. İkincisi de, kendisine verilen ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.” (Bkz. Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268)

Yine Cenâb-ı Hak, o Cennettekiler…

(Öyle ki onları saran) nîmetlerin sevinci ve parıltılarını yüzlerinden okursun.” buyuruyor. (Bkz. el-Ğâşiye, 8; Abese, 38-39)

Cenâb-ı Hak, Cehennemliklerin durumunu bildirirken, Cennettekilerin de durumunu Rabbimiz bildiriyor. Ve Cennetteki verdiği, ona ihsân ettiği nîmetleri bildiriyor.

Ondan sonra Cenâb-ı Hak bize îkazda bulunuyor. Şu kâinâtı okumamızı istiyor. Kâinat, ilâhî bir kitap. Lâfızdaki kitap, Kurʼân-ı Kerîm; fiildeki kitap, kâinat. Yani Kurʼânʼın fiili kâinattır, Kurʼânʼın lâfzı olan şeyi Kurʼân-ı Kerîmʼdir.

Cenâb-ı Hak… O zaman deve en kıymetli maldı. Çünkü devenin etinden istifade, sütünden istifade, yününden istifade, derisinden ve gücünden istifade edilirdi. Deve, Kurʼân indiği zamanlar çok makbuldü.

Cenâb-ı Hak:

“Deveye bakmazlar mı? O nasıl yaratılmış?” (el-Ğâşiye, 17)

Demek ki bir müʼminin her gördüğü şeyde kalbinin fotoğraf çekmesi lâzım. Cenâb-ı Hakkʼın “el-Bârî”, “el-Musavvir” sıfatlarının idrâki içinde bulunması lâzım.

El-Bârî, bir modeli yokken Cenâb-ı Hakkʼın halketmesi. Ne denizdekilerin modeli, ne karadakilerin, ne havadakilerin, ne de bilinmedik trilyonlarca mahlûk. Hiçbirinin şeyi yok, modeli daha evvelden. Hepsinin ayrı, modelleri ayrı.

El-Musavvir, her birine ayrı ayrı şekiller Cenâb-ı Hak ihsân ediyor. Ayrı ayrı bir toplum tarzı. Cenâb-ı Hak burada deveyi misal veriyor. Deveye teşmil neden? Neye baksak, devenin ayrı bir misali.

Deve, iri bir cüsseli varlık. Sonra, kuvvetli, sabırlı, dayanıklı. Şekil itibariyle câlib-i dikkat. Başka hayvanların yetinmediğinden çok daha az yem yer ve dikenli otlarla, o çöl otlarıyla beslenir. Ona göre ağız yapısı vardır. Ağır yüklerle çöllerde gider. Günlerce susuz kalabilir. Hörgücüne suyu alır, o hörgücünde sekiz gün, 50 derece çölün altında hiç susamadan gider. O depodan devamlı su çeker.

O kadar cüsseli, iri, güçlü hayvan olduğu hâlde, onu bir koyun yahut da bir merkep bağlarlar, o merkep, yahut da bir beş yaşındaki bir çocuk onu tutar, çeker götürür deve kafilesini. Bu kadar bir itaatli, muti. Âmâde kıldığını Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Hâfızası kuvvetli. O çöl yolunda her taraf birbirine benzer. O hâfıza kuvveti; kaybetmeden yolunu devam eder.

Zâhiren o iri yapılı olmasına rağmen, güzel sesten hoşlanır. O deve çobanları onu teganni ile coştururlar hayvanları.

Velhâsıl her hayvanda Cenâb-ı Hakkʼın hikmeti ayrı. Köpekte ayrı; insana sadâkati. Av avlamadaki durumu. Kendisi yemiyor, tutup avcıya getiriyor. Koyunda ayrı…

Velhâsıl, Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakabilmek. Cenâb-ı Hak bu hayvanı niye yarattı? Bunun özellikleri nedir? Niye bize âmâde kıldı Cenâb-ı Hak bu hayvanı? Âmâde kılmadığı mahlûkat var mı? Yok. Yılan, çıyan, akrep? O da sana âhireti hatırlatıyor, azâbı hatırlatıyor. Yerde sürünen bir hayvandan korkuyoruz. Eli yok, kolu yok hayvanın. Bir odada bıraksalar, hafakan basar. Her şey ilâhî bir ibret. Cenâb-ı Hak burada bize bir deveyi misal veriyor.

Arı öyle. Cenâb-ı Hak arıyı halkediyor. 45 gün de bize çalışıyor. Çiçeklerin özlerinden topluyor, bir macun yapıyor. İnsana, al diyor, buyur diyor.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Müʼmin, bal arısına benzer (diyor). Güzel şeylerden toplar, bulunduğu dalı kırmaz.” (Ahmed bin Hanbel, II, 199) Güzel ambalaj yapar ve takdim eder.

Demek ki bir müʼmin de yaşayacak ve yaşatacak. Ve İslâmʼın o güzelliğini tebessüm ettirecek.

Süt veren hayvanları, o sütü Cenâb-ı Hak ayrı tasvir eder.

Velhâsıl bunlar, hep insanı intibâha getirmek.

Yine diğer bir âyette, Enʼamʼda:

“Hayvanlardan yük taşıyanı ve tüyünden döşek yapılanları yaratan, Oʼdur…” (el-En‘âm, 142)

“Allah kimini binesiniz, (Müʼminʼde) kimini yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır.” (el-Müʼmin, 79)

“O, göklerde ne varsa hepsini kendi katından âmâde olarak ihsan etmiştir, düşünen bir toplum için…” (el-Câsiye, 13)

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizi yarattığı mahlûkatla tefekküre dâvet ediyor, okunan âyet-i kerîmede…