İlâhî Ahlâkı Yaşamak -2-

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -31-

2010 – Mayis, Sayı: 291, Sayfa: 032

Bundan önceki yazımızda, gerçek bir mü’min için, istîdat ve tâkati ölçüsünde Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarıyla vasıflanmanın ehemmiyetini belirtmiş ve o sıfatlardan bâzılarına dâir îzahlarda bulunmuştuk. Bu yazımızda da, diğer bâzı cemâlî sıfatlardan bahisle mevzûmuza devam edeceğiz:

el-VEDÛD…

Rabbimizin el-Vedûd ism-i şerîfi, “çok seven” ve “çok sevilen” mânâlarına gelmektedir. Cenâb-ı Hak, kâinâtı muhabbet sebebiyle yaratmıştır. Eğer kâinatta bu ilâhî sıfatın tecellîlerinden bir nasip olmasaydı, kimse kimseyi sevemez; hiçbir anne, yavrusuna bakamazdı. Rabbimiz, sonsuz rahmetinin bir eseri olarak mahlûkâtını muhabbet bağıyla birbirine kenetlemiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, Cenâb-ı Hak rahmetinin yüzde birini yeryüzüne indirmiştir. Bir ana atın süt emzirirken yavrusuna eziyet vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik ilâhî rahmettendir.1

Dolayısıyla yaratılmış varlıklardaki bütün rahmet esintilerinin mutlak menbaı, Cenâb-ı Hak’tır. Bu gözle baktığımızda kâinatta ilâhî muhabbetin eseri olan sayısız tecellîlerle karşılaşırız. Görünüşleriyle tüyler ürperten yılanların, yavrularını müşfik bakışlarıyla büyütmesi; akreplerin, yavrularını sırtlarında taşıması; en vahşî hayvanların bile yerine göre engin bir muhabbet kucağı hâline gelebilmesi, muhakkak ki, yüce Yaratıcımız’ın “el-Vedûd” sıfatından bir te­cel­lî­dir.

Yine ilâhî muhabbet bereketiyledir ki Rabbimiz, sâlih kullarını sever, sevdiği kullarını da nasipli gönüllere sevdirir. Onların hayatlarını, fânî ömürlerinden sonra da -hikmetli nasihatleri ve ibretli kıssalarıyla- gönüllerde devam ettirir.

Muhabbetullah tecellîlerine nâil olan bir kul, başta Ce­nâb-ı Hakk’ı ve O’na yakınlığı nisbetinde her varlığı gönlündeki muhabbet dâiresinin içine alır. Fakat mü’min, Rabbine olan sevgisini, fânîlere duyulan sevgi ve bağlılıkların üstüne çıkarmadıkça kâmil bir îmâna ulaşamaz. Zira âyet-i kerîmede:

“…Mü’minlerin Allâh’a olan muhabbetleri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165) buyrulmaktadır.

Bu sebeple insanoğlu, kalbindeki çoluk-çocuk, ana-baba, kardeş ve arkadaş sevgileri gibi beşerî fakat meşrû sevgileri, lâyık olduğu seviyede tutmalıdır. Aksi hâlde bunlar, bir nîmet olmaktan çıkıp “fitne” hâline gelerek kalpleri fesâda uğratır.

Ana-baba, zevc-zevce, evlât ve sahip olduğumuz imkânlar, Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına büyük lutuflarıdır. Lâkin bütün bunlara duyulan sevgiler, Hak için ve Hak yolunda olmalıdır. Zira gönlü fânîlerin gel-geç güzelliklerine esir edenler, bütün güzelliklerin menbaı olan ilâhî muhabbetten mahrum kalırlar.

Muhabbet ve onun şiddetlenerek bütün varlığı kuşatması demek olan aşkın hakîkîsi ve mecâzîsi vardır. Hakîkîsi, Allah muhabbetin­den ibârettir ve Hakk’a vus­lat yolunun en büyük ser­mâ­yesidir. Mecâzîsi ise, mah­lû­kattan birine muhabbet ve bağlılıktır. Esâsen rızâ-yı ilâhî ölçüleri içinde yaşanan mecâzî muhabbetler de ha­kî­kî muhabbete bir basamaktır, kalbin is­tî­dâ­dını artı­ran alıştırmalar mâ­hi­ye­tin­de­dir. Leylâ ile Mec­nûn arasın­da­ki muhabbet mâ­ce­râsı, bu­nun şâheser bir mi­sâ­li­dir.

Eğer Mecnûn’un gönlü, Leylâ’ya takılıp kalsaydı, o, kendisi için bir put olacaktı. Lâkin Leylâ, Mecnun için geçici bir rol oynadı. Mecnûn’un kalbini ilâhî aşka muhâtap olabilecek bir kıvâma getirdikten sonra Leylâ gözden düştü. Mecnun, Leylâ’dan yola çıktığı hâlde orada kalmayıp kalbini Mevlâ’ya yöneltme dirâyetini göstererek Hak âşığı oldu. Diğer bütün fânî ve izâfî bağlantılardan âzâd oldu. Böylece sevdiğinden başka bir şey görmez ve düşünmez oldu. Zira ilâhî muhabbetin mânevî lezzeti karşısında bütün dünyevî zevk ve lezzetler onun nazarında değerini yitirdi.

İşte, ilâhî muhabbet ile mest olan kimse, fânî câzibelerin esâretinden ve insanların elindekilere hased etmekten kurtulur. Böylece kemâle ve menzil-i maksûda erer. Bu da, aşk-ı sâfî, hubb-i ilâhîdir.

Velhâsıl bütün muhabbetler, yöneldiği varlığın Hak katındaki makbûliyeti nisbetinde meşrû ve değerlidir. Yeter ki mecâzî muhabbetler, kalp için son durak olma hüsrânıyla neticelenmesin! Asıl tehlike, muhabbete lâyık olmayana yakınlık ve iltifat göstermektir. Zira her insan, hayatta muhabbet duyduğu varlığın buna liyâkati nisbetinde bir seviye kazanır. İnsanın mânen yükselip alçalmasında, muhabbet kadar, onun zıddı olan husûmetin yerinde kullanılması da pek mühim bir tesir icrâ eder. Muhabbeti lâyıkına, hu­sû­me­ti de müstehakkına yöneltebilmek, sâhibini âbâd ederken, bunun aksine, muhabbeti lâyık olmayana, husûmeti ise müstehak olmayana yöneltmek ise, insanı bu tavrındaki şiddeti kadar alçaltır.

Bu hususta Peygamber Efendimiz’in am­ca­sı hakkında nâzil olan:

“Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da!” (Tebbet, 1) âyetinin verdiği mesaj, müstehakkına nefret ile de îmânımızı kemâle erdirmemizin zarûrî olduğudur.

Fıtrî olan sevme temâyülünü, muhabbetin menbaına ve ona en lâyık olan Cenâb-ı Hakk’a hasredip bu nîmeti başka adreslerde ziyan etmekten sakınmanın zarûreti, diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle beyan edilmektedir:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Ne mutlu o mü’minlere ki, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini her şeyin üstünde tutarlar ve yabânî bahçelerin sahte çiçeklerine aldanmazlar!..

el-AFÜV…

Rabbimizin cemâlî esmâsından bir diğeri de el-Afüv ism-i şerîfidir. Cenâb-ı Hak çok affedicidir. Kâmil mü’minler de; “Affetmeyi bilmeyen, affedilmez.” düstûrunca, ilâhî affa lâyık olabilmek için Allâh’ın kullarına karşı çok affedici olurlar. Zira şahsına yapılan haksızlıkları âdeta “yok” hükmünde görerek gönlünde en ufak bir kızgınlık ve kırgınlık duymadan affetmeyi meleke hâline getirebilmek; kalbî olgunluğun şâheseridir, en büyük mânevî kahramanlıktır.

Hallâc-ı Mansur, kendisini anlayamayanlar tarafından taşlanırken:

“Yâ Rabbi! Benden evvel, beni taşlayanları affet!” diye niyâz etti. Zira o, kendisine ahlâkın ne olduğunu soranlara:

“Ahlâk, Hakk’ı düşünerek halkın ezâ ve cefâsına aldırış etmemektir.” diyebilecek bir gönül ufkuna sahipti.

Yine Hak dostlarından Sâ­mi Efen­di Haz­ret­le­ri, Dâ­ru’l-Fü­nûn’un Hu­kuk Fa­kül­te­si’ni ye­ni bi­tir­miş­ti. Onun gü­zel hâ­li­ni ve ter­te­miz sî­re­ti­ni pek be­ğe­nen bir Hak dos­tu:

“–Ev­lâ­dım, bu tah­sil de gü­zel­dir ama, sen asıl tah­­­sî­­li ik­mâl et­me­ye bak! Se­­­ni ir­fan mek­te­bi­ne kay­de­­de­­lim, ora­da da gö­nül ilim­­le­ri­ni ve âhi­ret sır­la­rı­nı öğ­ren!..” de­di. Ar­dın­dan da ilâve etti:

“–Ev­lâ­dım, o mek­tepte na­­sıl eği­tim ya­par­lar, ne öğ­­re­tir­ler bi­le­mem. Ama bil­di­ğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitme­mek, son der­si de in­cin­me­mektir…”

Kimseyi incitmemek, ne kadar zor olsa da, yine de olgun bir insanın elindedir. Lâkin kimseden incinmemek, neredeyse imkânsızdır. Bunun için kişinin şahsına yapılan eziyetleri sîneye çekip susması gerekir. Bu büyük bir mârifettir. Lâkin asıl mârifet, kalbi de susturabilmektir. Zira dili susturmak irâdeyle mümkündür, lâkin kalpte irâde yoktur; o yine için için konuşup sızlanmaya devam eder. Kalbe hâkim olabilmek, çok büyük bir mânevî olgunluk ve dirâyet ister. Dolayısıyla incinmemek; din kardeşinin ezâ ve cefâsını unutup ona karşı burûdeti/soğukluğu giderebilmek için, kalbi yüksek bir takvâ ile susturabilme mahâretidir. Bu sebeple de incitmemek mânevî yolun başlangıcı ise, incinmemek nihâyeti sayılmıştır.

Bu hususta Hazret-i Yûsuf’un sergilediği fazîlet çok ibretlidir: Yûsuf -aleyhisselâm-’ı kıskanarak kuyuya atmış olan kardeşleri, yaşanan pek çok tecellînin ardından, onun yüksek fazîletini kabûl edip; “Sen Yûsuf’sun, Allah seni hakîkaten bizden üstün kılmış.” dediler. Yûsuf -aleyhisselâm- ise kalbinde açılan derin yaraların üzerine âdeta bir şal atarak; “Bugün eskileri başa kakmak yoktur…” dedi. Ardından da onların mahcup gönüllerini tesellî sadedinde; “Allah merhametlilerin en merhametlisidir.” bu­yur­du.

Ayrıca kâmil mü’minler, kendilerini inciten bir hâ­di­se karşısında, önce­lik­le o muâmeleye müs­te­hak olup olmadık­la­rı yolunda bir nefis mu­hâ­se­be­sine yönelirler. Böy­le­ce, mâruz kaldıkları ce­fâ­lar­dan da mânen istifâde im­kânı elde ederler.

Vaktiyle serserilikten vazgeçip sâlih bir hayata dönen biri, dük­kâ­nın­da çalışmakta iken, oraya gelen öfkeli bir adam, kendisini sorgu-sual etmeden fecî bir sûrette dövüp yaralamış. Bu eski serseri, ne bir karşılık vermiş ne de bir îtiraz sesi yükseltmiş. Öfkeli adam dükkândan çıkıp gittikten bir saat sonra geri gelerek bu adamı yanlışlıkla, başkası zannederek dövdüğünü söyleyip özürler dilemiş. Adam:

“–Hayır, bu işte bir yanlışlık yok. Ben bu dayağı hak etmiştim. Çünkü vaktiyle böyle senin yaptığın gibi birçok günahsız insanı sudan bahânelerle dövmüştüm. Senin bu muâmelen, benim hak ettiğim bir işti. Âhirette senden alacağım hakkı, o haksız yere dövdüğüm insanlara vereceğim.” demiş.2

İşin bir başka yönü daha vardır: Her mu­sî­bet, ona müstehak olma sebebiyle başa gelmez. Bazen de bir fert, mazlûmiyetle taçlanmak, sabır neticesi derece elde etmek ve mükâfatlandırılmak üzere bir musîbete mâruz kalır. Eğer mu­sî­betler hep hak etme ne­ti­cesinde olsaydı, in­san­lar mecbûren iyi olur­lar ve peygamber­ler üzerine hiçbir mu­sî­bet gelmezdi. Hâlbuki in­sanlık tarihinde en bü­yük musîbetlere mâ­ruz kalanlar, enbiyâ sil­si­le­sidir. Üstelik onla­rın mâsumiyet sıfatı vardır.

Düşünmek gerekir ki, bugün Allâh’ın kullarını affetme irâdesini gösteremeyen, menfaatperest, hodgâm ve felçli bir ruh, yarın huzûr-i ilâhîde ne yüzle af dileyebilir?! Affedememe illeti, insanın kendi gafletinden kaynaklanır. Zira affın asıl sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Mü’minler de gönüllerindeki Allah muhabbeti nisbetinde affedebilirler. Bu sebepledir ki şahsî meselelerde affetme fazîletini gösteremeyip kin ve intikam gütmek, kâmil mü’minlere aslâ yakışmaz. Mü’mine düşen, kusurlu insana karşı gazap yerine merhamet duygusuy­la dolu olmaktır. Gü­nah­kâ­ra, sürüklendiği günahtan dolayı acı­ma hissiyle mu­kā­be­­le etmek, îmanda ke­mâ­le ermenin bir ifâdesidir. Zira kâmil mü’minler, kusur işleyen bir mü’mine karşı -o kusur kendilerine karşı işlenmiş olsa dahî- bir doktorun hastasına muâmelesi gibi bir tavır sergilerler. Hiçbir doktor hastasına, yakalandığı hastalıkta şahsî bir kusuru olsa bile kızmaz. Kendisini hastasına şifâ sunmakla mükellef bilir. Bu ahlâk ile yaşayan Hak dostları da, günaha olan nefreti, günahkâra taşırmazlar. Onları yaralı bir kuş gibi kabul ederek gönül sarayında irşad ve ıslah gayreti içinde olurlar.

Nitekim Sehl-i Tüsterî’ye, ahlâktan sorduklarında şöyle buyurmuştur:

“Ahlâkın en küçük derecesi; eziyete katlanarak intikam peşinde olmamak, zâlime bile merhamet edip onun için istiğfâr etmek ve ona acımaktır.” (İhyâ, III, 163)

Enes bin Mâlik t’ın naklettiği şu hâdise de, böyle bir gönül kıvâmına sahip olmanın, kulu cennet yolcusu kılacağını ne güzel beyân etmektedir:

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile beraber oturuyorduk. Buyurdular ki:

“–Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.”

Bir de baktık ki En­sâr’­dan, abdest suyu sa­kalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline asmış bir adam çıkageldi. Ertesi gün olunca Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yine evvelki gibi söyledi. Bu adam yine önceki gibi çıkageldi. Üçüncü gün olunca Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz yine aynı sözü tekrar etti ve yine aynı adam ilk hâliyle geldi. Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kalkınca Abdullah bin Amr t, o adamı takip etti ve ona:

“–Ben babamla mü­nâ­kaşa ettim, üç gün onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misafir eder misin?” dedi. Adam da kabul etti.

Daha sonra olanları, Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle anlattı:

“–Üç geceyi onunla bir arada geçirdik. Fakat gece boyunca uzun uzun ibadet ettiğini görmedim. Ancak fec­re kadar, zaman za­man uyanıp zikretti ve tekbir getirdi. Onun hayırdan başka bir şey söylediğini de işitmedim. Üç gün geçince sanki onun amelini küçümser gibi oldum ve dedim ki:

«–Ey Allâh’ın kulu! Babamla aramda bir ihtilâf yoktur. Fakat Rasûl-i Ekrem’in senin için üç kere; “Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.” buyurduğunu işittim. Üç defa da sen çıkageldin. Ne gibi ameller işlediğini öğrenmek için senin yanında kalmak ve seni örnek almak istedim. Fakat senin büyük bir amel işlediğini de görmedim. Seni Rasûlullâh’ın söylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?»

O zât:

«–Şu gördüğünden başkası değildir.» dedi.

Fakat ben ayrılmak için döndüğümde ardımdan seslenerek dedi ki:

«–Evet, benim amelim, senin gördüğünden başkası değildir. Ancak ben müslümanlardan hiç kimseye karşı kalbimde en ufak bir kin tutmam ve Allâh’ın verdiği herhangi bir nîmet ve hayırdan dolayı da kimseye aslâ hased etmem.»

Bunun üzerine:

«–İşte seni o dereceye ulaştıran bu hâlindir.» dedim.” (Ahmed, III, 166)

Şu kıssa da affedebilme ahlâkının yüceliğini ne güzel ifade etmektedir:

Ahnef bin Kays’a:

“–Güzel ahlâkı kimden öğrendin?” diye sordular. O da:

“–Kays bin Asim’­den öğrendim.” dedi. Kendisine:

“–Bu zât nasıl bir ahlâka sahipti?” di­ye sorulunca da şu îzah­ta bulundu:

“–Bu zât bir gün evinde otururken câ­ri­ye­le­rin­den biri elinde de­mir şiş ve şişte kebap olduğu hâlde yanına girdi. Her nasılsa şiş câriyenin elinden düşerek küçük oğlunun ba­şına vurdu ve çocuk öldü. Bu nâzik vaziyet kar­şısında câriye dehşete kapıldı, perişan oldu ve âdeta eridi. Fakat o zât, böyle bir anda bile hiddetlenip çıkışmak yerine câriyeye; «Üzülme, ilâhî takdir böyleymiş, senin bir kastın olmadığı için bir suçun da yok, senin bu vicdan ürperişine karşılık ben de seni âzâd ettim.» de­miştir.” (İhyâ, III, 164)

Diğer taraftan, affede affede ilâhî affa lâyık olma azmi içinde olan bir mü’min, pişman olup kendisinden özür dileyenlerin özrünü kabûl etmek sûretiyle de; Tevvâb olan, yani tevbeleri kabul eden Rabbinin ahlâkından hisse almış olacağını unutmamalıdır.

el-HALÎM…

Esmâ-i ilâhiyyeden bir diğeri de el-Halîm’dir. Rabbimiz hilim sahibidir, kullarına son derece yumuşak davranır, kullarının hata ve kusurlarına karşı hemen gazaplanmak yerine büyük bir sabır ve tahammül gösterir. Yine Rabbimiz bu ahlâkının, kulları tarafından sergilenmesinden de râzı olur. Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz Abdülkaysoğulları’ndan Eşecc -radıyallâhu anh-’a hitâben:

“Sende Allâh’ın sevdiği iki husûsiyet vardır: Hilim (yumuşak huyluluk) ve teennî (yani ölçülü olmaktır).” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 25, 26)

Hilmin zıddı olan sertlik ve katılık, insanları inciten, korkup nefret etmelerine ve uzaklaşmalarına yol açan kötü bir huydur. Bu sebeple hilim, peygamberlerin sıfatlarından biridir. Nitekim bu husûsu kitaplarından öğrenen bâzı yahudî âlimler, Peygamber Efen­di­miz’­in hilim sı­fa­tı­nı tecrübe et­miş­ler, O’ndaki hilim deryâsının enginliğini kavrayınca da îmâna gelmişlerdir.

Allah Teâlâ buyu­rur:

(Rasûlüm!) O va­kit, Allah’tan bir rahmet ile on­la­ra yumuşak dav­randın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et!..” (Âl-i İmrân, 159)

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- insan neslinin en mülâyimi idi. Bu yüzden insanlarla muâmelesinde dâimâ kolaylığı tercih eder, zorluğa, öfke ve kızgınlığa yer vermezdi. Hakkın çiğnenmesi dışında öfkelenmez, şahsına karşı işlenen kusurları kolayca affederdi. Ne kadar kaba bir muâmeleye mâruz kalsa da nezâketini bozmaz, kendisine kötülük edenlere bile güzellikle muâmele ederdi.

Lokman Hakîm şöyle der:

“Evlâdım! Üç şey, üç şeyle bilinir: Hilim, gazap ânın­da; şecaat, harp meydanında; kardeşlik ise, ihtiyaç ânında.”

Dolayısıyla hilim ahlâkının en çok yaşanması gereken zamanlar, insanın öfke ve hiddete kapıldığı, aklın yerini hissin aldığı nâzik anlardır. Böyle bir anda nefsini dizginleyebilmek, mânevî bir olgunluk ister. Nitekim Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107, 108)

Yine Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yeni müslüman olan, dinin edep ve nezâketini yeterince öğrenme fırsatı bulamayanlara karşı da dâimâ halîm ve müsâmahakâr davranmıştır. Nitekim şu hâdise bunun tipik bir misâlidir:

Bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdu. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)

Tâbiînin büyüklerinden İmâm Şa’bî’nin, kendisine hakâret eden fâsık bir şahsa kızmak yerine:

“–Dediklerin doğru ise, Allah beni affetsin! Eğer yalancı isen, Allah seni affetsin!” şeklindeki cevâbı da, hilim ahlâkının müstesnâ bir tezâhürüdür.

Velhâsıl, merhamet, şefkat ve muhabbet gibi güzel hasletlerin neticesi olan hilim ve müsâmaha, Cenâb-ı Hakk’ın emr-i ilâhîsi ve Peygamber Efendimiz’in tabiat-ı asliyesidir. Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuştur:

“Rıfktan (yumuşak huyluluktan) nasîbi olana, hayırdan da nasip verilmiştir. Rıfktan nasîbi olmayan da hayırdan mahrum kılınmıştır.” (Tirmizî, Birr, 67/2013)

Bununla birlikte bütün hasletler gibi hilim ve müsâmahanın da bir ölçüsü vardır. Yumuşak huylu olmak adına zulme boyun eğmek veya ilâhî emirlerin ihlâline müsâmaha göstermek aslâ doğru değildir. Hilm-i himârî (merkep uysallığı) denilen böylesi bir davranış, kötü kimselerin kötülük yapma arzusunu ve cesâretini artıracağından, son derece yanlış bir tavırdır.

es-SETTÂR…

Rabbimizin cemâlî es­mâ­sın­dan bir diğeri de “es-Settâr” ism-i şerîfidir. Kullarının gizli-âşikâr bütün hâllerine vâkıf olan Rabbimiz, onların nice ayıp ve kusurlarını örter ve bağışlar. Böylece onların hâllerini ıslâh edebilmeleri için fırsat verir. Zira ayıp ve kusurları açığa çıkan birinin hâlini düzeltebilmesi artık çok zordur.

Müslüman, tecessüsten şid­detle sakınmalıdır. Ya­ni din kardeşinin açığa çık­ma­mış ayıbını, kusurunu araştırmamalıdır. Zira Ce­nâb-ı Hak; “…Tecessüste bulunmayın!..” (el-Hucurât, 12) buyurarak bu çirkin davranışı yasaklamıştır.

Kişinin işlediği günâhı bir mârifetmiş gibi anlatması da, kötülüğün yayılması mânâsına gelir. Bilhassa zamanımızda “köşe dönmecilik” olan sahtekârlığı bir mahâretmiş gibi gös­termek, günahların şuyûu cümlesindendir ki, vukûundan beterdir. Yani çirkin davranışların toplumda duyulup zihinleri meşgûl etmesi, onların daha fazla işlenme tehlikesini doğuracağından, çok daha mahzurludur. Cenâb-ı Hak da kötülüğün şuyû bulmasını isteyenleri büyük bir azapla tehdit etmektedir. Buna mukābil, işlediği bir günâhı hayâ ederek gizleyen ve ondan nedâmet duyan kişiyi, “Settâr” olan Rabbimizin kıyâmet gününde rüsvâ etmemesi ümîd edilir.

Öte yandan düşünmek gerekir ki, Rabbimiz ism-i Settâr’ı hürmetine, biz kullarının nice günahlarını örtmüş ve onları kalpte gizli siyah noktalar kılmıştır. Bu da O’nun sonsuz yüceliğinden, merhamet ve lûtfundandır. Zira işlenen günahların eseri kalpte değil de alında kara bir leke sûretinde zâhir olsaydı, muhakkak ki hiç kimsenin bir başkasına bakacak yüzü olmazdı.

Unutmamak gerekir ki gönüller nazargâh-ı ilâ­hî­dir. Bir insan ne kadar kusurlu olursa olsun, onun gizli kusurlarını araştırıp ortalığa dökmek, gönlünü rencide edeceğinden Rabbimizin de gazabını celbeder. İnsanların iffet ve haysiyetini zaafa uğratan hâllerini anlatmak ve böylece kendini üstün göstermeye çalışmak gibi süflî tavırlar, bu hususta gaflet edenlerin nice hayırlı amellerinin bile hebâ olmasına sebebiyet verir.

Cenâb-ı Hakk’ın bilhassa rûz-i mahşerde bizim ayıplarımızı örtmesini is­ti­yor­sak, biz de bugün O’nun kullarının ayıplarını örtüp onların mahcup ve rencide olmalarını engellemeye çalışmalıyız. Bu hassâsiyetin şâheser bir misâli şöyledir:

Hâtem-i Esam Hazretleri, zayıf, dertli ve perişan bir kadınla konuşuyordu. Kadın büyük bir heyecanla derdini anlatırken, kendisinden -gayr-i ihtiyârî- çirkin bir ses duyuldu. Kadın, mah­cû­bi­yetten bir mum gibi eridi, ezildi, mahvoldu. Şeyh Hazretleri ise, hiçbir şey duymamış ve fark etmemiş gibi muazzam bir vakarla kadına baktı ve elini kulağına götürerek:

“–Söylediklerinizi duymu­yo­rum, çok ağır işitiyorum, yüksek sesle konu­şu­nuz, bağırınız! Ben sa­ğı­rım!” dedi.

Kusurunun gizli kaldığını zanneden kadıncağız, bir anda hayâta avdet etmiş gibi ferahladı.

Hiçbir milletin muâşeret edebinde bir benzeri daha görülmemiş olan bu nezâketi, Hâtem Haz­ret­leri’ne “Esam: Sağır” lâkabını taktırdı. Zira bu hâdiseden sonra da Hâtem Hazretleri, o kadın duyup da mahcup olmasın diye halk arasında kendini sağır olarak gösterdi. Ancak kadının vefâtından sonra etrafındakilere:

“–Artık kulaklarım işitiyor; normal sesle konuşabilirsiniz!” dedi.

İnsanların ayıp ve kusurlarını söylemenin, dinde “gıybet” adıyla büyük günahlardan biri olarak kabul edilmesi de, bu fiilin ağırlığını göstermektedir. Üstelik, gıybet, mevcut olan bir kusurun söylenmesidir. Mevcut olmayanın söylenmesi ise, çok daha ağır bir cürüm olan “iftirâ”dır.

Velhâsıl ilâhî ahlâktan hisse alıp rûhunda güzelce hazmedebilmek, muhteşem fazîletlere vesîle olur. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları, ancak nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye etmiş olan mü’minlerde en güzel sûrette tecellî eder. Bu sebeple bir mü’min, iç âlemini bütün menfîliklerden arındırabildiği, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden temizleyebildiği nisbette, ilâhî ahlâkın mücellâ bir aynası hâline gelebilir.

Burada birkaç misalini verdiğimiz cemâlî esmânın tamamını ahlâka intikâl ettirerek şahsiyet ve karakterin ayrılmaz bir parçası hâline getirebilmek, Hakk’a dostluk iklîmine gi­ri­şin en büyük vizesi mâ­hiyetindedir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, ilâhî ahlâkından hissedar kılarak ebedî saâdet berâtını alabilen bahtiyar kullarından eylesin!

Âmîn!

Dipnotlar:  1. Bkz. Buhârî, Edeb, 19; Müslim, Tevbe, 17. 2. Bkz. Sâmiha Ayverdi, Mesih Paşa İmamı.