İhtişamlı Bir Fetih

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2012 Ay: Mayıs Sayı: 68

Efendim; İstanbul’un fethinin sene-i devriyesini yaşayacağımız şu günlerde, Cenâb-ı Hakk’ın böyle ihtişamlı bir fetih nasîb ettiği o toplumun nasıl bir ahlâk ve fazîlete sahip olduğu hususunda neler söylemek istersiniz?

O toplum; Fahr-i Âlem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in buyurduğu:

“İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!..” (Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300) hadîs-i şerîfindeki müjdeye nâil olmuş güzîde bir toplumdu.

En üst pâyede olan padişahından, en alt kademedeki tebaasına kadar.

Onu Fetheden Kumandan, Ne Güzel Bir Kumandandır

Fâtih Sultan Mehmed Hân, Peygamber Efendimiz’in nebevî iltifâtına mazhar olmak niyetiyle daha küçük yaşlarda “feth-i mübîn” ile zihnen, âdeta bu meselede fânî olacak kadar çok meşgul olmuştur.

Nitekim bu coşkun azim ve gayreti dolayısıyla hocalarından Molla Gürânî kendisine şu nasihatte bulunmuştur:

“Evlâdım! Bu büyük zafere nâil olmanı can ü gönülden arzu ederim. Lâkin ben, senin câhil bir sultan olmanı değil, âlim, ehl-i kalp, firâset sahibi ve cihâna yön veren bir sultân olmanı isterim. Zaten Kostantiniyye şehrinin mutlakâ fethedileceğini kaç asır evvelden âhirzaman Peygamberi Muhammed Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bildirmişlerdir.

Bu itibarla Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in medhederek müjdelediği o büyük fetih, mutlakâ âlim, âdil, dirâyetli ve daha birçok üstün meziyetlere sahip bir kumandan tarafından gerçekleştirilecektir. Dolayısıyla senin, maddî ve mânevî her türlü eğitimini ikmâl ettikten sonra o büyük fethe seferber olman, rûhumun en büyük emelidir…”

Fâtih ise, bu nasihatin derûnundaki nükteleri kavrayarak, bu dirâyet ve kemâlâta ulaşabilmek için gece-gündüz büyük bir gayret sarf etmiştir.

Nitekim Akşemseddîn Hazretleri’nden aldığı mânevî eğitimle engin gönüllü, hassas ve rikkat-i kalbiyye sahibi bir derviş, bunun yanında fıkıhta Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Bey Çelebi, kelâmda Hocazâde, riyâziyyede Ali Kuşçu gibi müstesnâ şahsiyetlerden aldığı derslerle de muhteşem bir padişah olarak yetişmiştir.

Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın almış olduğu bu maddî ve mânevî eğitimle nasıl bir gönül dünyasına sahip olduğunu, İstanbul’un fethi sonrasında önüne çıkan bir dervişe söylediği şu sözler ne güzel sergilemektedir:

“…Bir harp, duâ askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse, zafere ulaşır. Duâyı bırakanları, âhirette cehennem bekler. Kılıcı bırakanlara da, çok yazık olur! Duâ temel sâiktir. Lâkin ona, sebeplere sarılmak da eklenmelidir ki, netice alınabilsin! İşte bugün de böyle olmuştur. Hep birlikte hem duâ eyledik, hem de kılıcı kullanmayı bildik; zafer müyesser oldu. Zaferin sırrı, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in izini tâkip etmektir. dedi.

Şu hâdise de, babasından 880.000 km2 olarak aldığı vatan topraklarını 2.214.000 km2’ye çıkaran Fâtih’in yüksek ahlâk ve fazîletini gösteren bir başka misaldir:

Fâtih, İstanbul’un fethinden sonra, vazifesini emrinin hilâfına yapan bir hıristiyan mîmarın kolunu kestirmişti. İstanbul kadısı Hızır Bey, Fâtih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fâtih tâyin etmişti.

Eli kesilen hristiyan mîmar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fâtih’i dâvâ etti. Fâtih’e hitap tarzı «es-Sultân ibnü’s-Sultân el-Gâzî Ebu’l-Feth MUHAMMED HÂN-ı Sânî» iken kadı Hızır Bey, tebaanın herhangi bir insanına kullanılan hitâb ile:

«Murad oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gelin!» celbini gönderdi.

Fâtih, murâfaa (duruşma) günü milletin herhangi bir ferdi gibi âlâyişsiz bir sûrette mahkemeye gitti. Maznun sandalyesine oturdu. Hızır Bey yerini aldı ve muhâkeme başladı.

Mahkemelerde hâkim, adâlet tevzî ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifâde verirdi. Hızır Bey, Fâtih’i otururken görünce, O’na:

“–Suç murâfaası üzeresin, ayağa kalk!” diye ihtâr etti.

Bu îkaz üzerine Fâtih, ifâde için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey, muhâkeme neticesinde Fâtih’i suçlu, hristiyan mîmarı mazlum buldu. Kısas âyetini okudu ve Fâtih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.

İmparatorlukları dize getiren, çağ açıp çağ kapayan cihan pâdişâhı Fâtih, kararı sükûnet ve tevekkülle karşılayarak:

“–Hüküm şer’-i şerîfindir!..” dedi.

Hristiyan mîmar, bu ulvî adâlet sahnesinden fevkalâde duygulanarak gözyaşları içinde:

“–Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!..” deyiverdi.

Mesele bu sûretle tatlıya bağlandıktan sonra Fâtih, nükteli olarak Hızır Bey’e:

“–Benden değil de Allah’tan korktuğun için seni tebrik ederim!..” dedi.

Ayrıca Fâtih, şahsî malından hristiyan mîmara bir ev bağışladı. Bunun üzerine hristiyan mîmar:

“–Dünyada böyle bir adâletin eşi yoktur. Ben artık bu andan itibaren müslümanım…” diyerek kelime-i şehâdet getirdi.

Onu Fetheden Asker, Ne Güzel Askerdir

O nebevî müjdeye nâil olan güzel askerin, içinden neş’et ettiği toplumun ahlâk ve fazîletini de, yine bir hâdise ile anlatmaya çalışalım:

İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed Han, umûmî bir af îlân etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında, âlim ve filozof iki papaz da bulunuyordu. Fâtih, bu papazların hangi sebeple hapse atıldıklarını merak ederek onlara cezâlarının sebebini sordu. Onlar da:

“–Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhatten dolayı kendisini îkâz ettik. Bu şekilde devam ettiği takdirde âkıbetinin kötü, devletin yıkılışının yakın olduğunu söyledik. O da, bu îkâzımıza kızarak bizi zindana attı.” dediler.

Bu ifâdeler, Fâtih’in dikkatini çekti. Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da, ancak bir müddet araştırma yaptıktan sonra kanaatlerini bildirebileceklerini ifâde ettiler. Fâtih de onlara bu hususta bir berat verdi.

Papazlar, ellerindeki bu beratla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara:

“–Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.

En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlâkî üstünlük sergileyen hâllerini müşâhede ettiler.

Bir çarşıya girdiler ki, o esnâda ezân okunuyordu.  Esnaf, dükkânını kilitlemeden câmiye gidiyordu. Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin teminâtı altında idi. Namazı, huzur içinde ve âdeta son namazlarıymış gibi kılıyorlardı.

Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyâmet günü Mevlâ’nın huzûruna çıkmak istemiyordu. İstisnâsız herkes, Allah rızâsını düşünüyor, Allah rızâsı için konuşuyor, Allah rızâsı için yaşıyordu. Sultânın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için duâ ediyorlardı. Cemiyet, ince ruhlu, rikkat-i kalbiyye sahibi derin insanlarla doluydu.

Papazlar, bu hâlleri görüp şaşkına döndüler. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, mahkemelerde ağır cezâlık bir dâvâya rastlamadılar. Hırsızlık, cinâyet, ırza tecâvüz, dolandırıcılık -âdeta- meçhûldü.

Papazlar, bütün bunları gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kapıyı açan gençlere:

“–Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misâfir eder misiniz? Çâresiziz…” dediler.

Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde çekip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler.

Papazlar, merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular. Onlar da, olan biteni şöyle anlattılar:

“–Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle:

«Rabbimiz bizleri cehennem azâbından korusun! Bizleri, kısacık bir ânı ebedî bir istikbâlle değişen ahmaklardan eylemesin!» diyorlardı.

Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile…”

Bu misâl, Osmanlı Devleti’nde iffet ve namusların nasıl bir teminat altında olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca Fâtih’in, Bosna fethinden sonra çıkarttığı bir fermanda:

“–Sakın ola ki, Sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldiklerinde, askerlerim oralarda bulunmayalar!..” diye emretmesi de, bu hassâsiyetin diğer bir tezâhürüdür.

Fâtih bu fermânı ile, hem askerlerinin, hem de teminâtı altındaki hristiyan tebaanın iffetini muhâfaza etmiş oluyordu.

Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazifeli papazlar, hristiyan mahallelerini de görmeden edemediler.

Fener semtine doğru gezintiye çıktılar. Hristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyasla değişmiş, sokaklardaki pislik dahî azalmıştı. Artık kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Herkes huzur içinde işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip sokaklarda nâra atarak sarhoş olamıyordu. Fakir hristiyan âilelere bile ev dağıtılmıştı.

Papazlar, bu uzun tedkik ve teftişten sonra izin alıp Fâtih’in huzûruna çıktılar. Müşâhedelerini bir bir arz edip:

“–Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyâmete kadar devam eder. Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sahip olan insanların dîni, elbette hak dindir.” dediler ve büyük bir aşk ile kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.

Cenâb-ı Hak o fazîlet toplumunun güzelliklerinden günümüz toplumlarına da hisseler nasîb eylesin…

Âmîn…