İctimâî Münâsebetlerde Borç ve Borçlanma

2002 – Aralik, Sayı: 202, Sayfa: 032

Hangi güzel amel olursa olsun, onun gerçek ve asıl güzelliği, tatbikatındaki mükemmellik, olgunluk ve ihlâs neticesinde tezâhür eder. Bunun içindir ki âyet-i kerîmede:

“…Her türlü davranışlarınızı en güzel şekilde yapınız! Hiç şüphesiz Allâh Teâlâ muhsinleri sever.” (el-Bakara, 195) buyurulmuştur.

Dolayısıyla ortaya konan her güzel fiil, davranış, söz, ibâdet vesâire, hep onlardaki güzelliği yansıtacak yücelik ve mükemmellik ölçüleri içerisinde hayata aksetmeli ve hepsi de ancak gönülden sâdır olmalıdır. Aksi hâlde en güzel zannedilen davranış ve ibâdetler bile nefsin girdabında perişan olup zarar ve hüsran ile neticelenebilir.

Bu derin hakîkate riâyetin son derece zarûrî olduğu en mühim hususlardan biri de hiç şüphesiz borç ve borçlanma hakkındaki hassas ölçülerdir. Zîrâ borç verme ibâdetinin devamı, borç alan ve veren olmak üzere iki taraf için de mecbûrî prensiplere riâyete bağlıdır ki, bunlar, ruhlardaki fazilet pınarlarını coşturup nice kurak gönülleri muhabbet, diğergâmlık ve cömertlik deryalarında buluşturur. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmaya vesile olacak davranışlar manzûmesine, kısaca meleklerin bile imrendiği yüce bir ahlâka nâil eyler. Bu hakîkati aksettirmesi bakımından Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hadîs-i şerîf pek ibretlidir:

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Benî İsrâil zamanında bir kişiden bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetti. Kendisinden borç talep edilen kimse:

“-Bana şâhidlerini getir, onların huzurunda vereyim,

şahid olsunlar!” dedi.

İsteyen ise:

“-Şahid olarak Allâh yeter!” dedi.

Borç verecek olan kimse de:

“-Öyleyse buna kefil getir.” dedi.

Borç isteyen kişi:

“-Kefil olarak Allâh yeter.” dedi.

Borç verecek olan şahıs:

“-Doğru söyledin!” dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi.

Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine çaresizlik içinde bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı sahibine hitâbeden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da deniz sâhiline gelip:

“Ey Allâh’ım, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şâhid istediğinde ben: «Şâhid olarak Allâh yeter!» demiştim. O da şâhid olarak sana râzı oldu. Benden kefil isteyince de: «Kefil olarak Allâh yeter!» demiştim. O da kefil olarak sana râzı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Onu sana emânet ediyorum!” dedi ve odun parçasını denize attı. Odun, denizde akıp giderek gözden kayboldu.

Bundan sonra adamcağız, oradan ayrılıp, kendini götürecek bir gemi aramaya devam etti.

Bu arada borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemekteydi. Gemi yoktu ama, içinde parası bulanan odun parçasını gördü. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı. (Testere ile) parçalayınca para ve mektupla karşılaştı.

Bir müddet sonra borç alan kimse de (bir gemi buldu ve memleketine) geldi. (Odun parçası içinde gönderdiği parayı alacaklısının almamış olacağı ihtimâli ile derhal) bin dinarla adama uğradı ve:

“-Malını getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadım.” dedi.

Alacaklı:

“-Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?” diye sordu.

Öbürü:

“-Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim.” dedi.

Alacaklı:

“-Allâh Teâla Hazretleri, odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı senin yerine (bana) ödedi (yâni ihlâsın mukabili Cenab-ı Hak sana kefil olarak bana ulaştırdı. Dolayısıyla şimdi getirdiğin bin dinar da sana kaldı. Bu vesileyle huzur içinde) bin dinarına kavuşmuş olarak dön.” dedi. (Buhârî, Kefâlet 1; Büyû 10)

Burada Allâh adına verilen söz ve onu yerine getirme gayretindeki müthiş samîmiyetin Cenâb-ı Hak tarafından nasıl makbul ve mahfûz olduğu hakîkati sergilenmektedir. Bu da gösteriyor ki, alacak-verecek mes’elesinde iki taraflı anlayış, ihlâs ve denge içerisinde olmak lâzımdır. İşin içine suistimâl girmediği müddetçe Allâh her iki tarafa da rahmetle muâmele buyurur. Ancak nefsânî hesaplar girerse, ilâhî rahmet aradan çıkar ve kul hakkı terettüp eder ki, bu da Cenâb-ı Hakk’ın af buyurmadığı bir husustur. Yâni: «Şüphesiz Allâh tevbeyi kabul eder…» âyetinin de işaret ettiği üzere affın sâhibi olan Cenâb-ı Hak, kul hakkını bu affın dışında tutmaktadır. Diğer taraftan borcu geciktirenin gıdâsı haramla karışmış demektir.

Samîmî olarak ödeme niyetiyle borç alan

kimseye Allâh Teâlâ ödeme kolaylığı sağlamaktadır. Eğer borçlu, istismar ve suistimâle düşmeksizin borcunu ihlâsla ödeme gayretinde ise, Allâh ona bir çıkış kapısı ihsân eder. Bu meyanda uhdesinde mal varlığı bulunan bir kimse onu satmayıp borcunu ödemezse mes’ûl olur. Yâni borçlu, herhangi bir çâre bulamadığında çok hayâtî olmayan imkân ve emlâkini satıp borcunu ödeme yoluna gitmelidir. Zîrâ Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in tavsiye ve tatbikâtı budur:

Zâtürrikâ Gazvesi’nden dönerlerken Efendimiz

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Hazret-i Câbir’le sohbet ediyordu. Yeni evlendiğini, bu sebeple pek çok borcu olduğunu öğrenince neye mâlik olduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, onu borçtan kurtarmak için Câbir’den devesini kendisine satmasını istedi. Pazarlık yapıldı. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Medîne’ye varınca ücretini takdim etmek üzere Hazret-i Câbir’in devesini satın aldı. Medine’ye vardıklarında Câbir -radıyallâhu anh, deveyi getirdiğinde Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, tespit edilen ücreti ödedi. Alış-veriş akdi bittikten sonra Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, deveyi de Hazret-i Câbir’e hediye eyledi. Kâbına varılmaz bu yüce zarâfet ve ahlâk, müslümanları o derece duygulandırdı ki, hâdisenin vukû bulduğu geceye «leyletü’l-baîr» (deve gecesi) dediler. O gece Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ayrıca Hazret-i Câbir için 25 defa istiğfâr etti. (Riyâzu’s-Sâlihîn c. 1, s. 104)

Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Yolda bir yahudîye rast geldim. Bu hâdiseyi anlattım. Hayretler içinde kaldı ve: «Deveni satın aldı, sonra parasını verdi; sonra da onu sana hibe mi etti?» demeye başladı. Ben de: «Evet» dedim.” (Fethu’l-Bârî 5/317)

Hâsılı bu güzel ve yüce ahlâk çerçevesinde:

1. Borçlu, elinde mevcut olan mal ve imkânları satarak borcunu ödemelidir.

2. Durumu müsaid olanlar borçluya yardım etmelidir.

3. Borçlu için istiğfar ve duâda bulunulmalıdır.

Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Allâh bir kuluna nîmet verir ve onu en güzel şekliyle tamamlar da, sonra insanların ihtiyaçlarını ona havâle eder, o da bundan rahatsızlık duyarsa, elinde bulunan nimeti zevâle atmış olur…” (et-Tergîb, 4/170)

(Birgün) Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- (ashâb-ı kirâma):

“Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu.

Ashâb-ı kirâm:

“Müflis, bizim aramızda, parası olmayan ve malı bulunmayan kimsedir.” deyince, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- (sözlerine) şöyle devam etti:

“Ümmetimden müflis, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevâbı ile, (ancak bu sevapların yanında bir de amel defterine) şuna sövdü, buna zinâ iftirâsı yaptı, şunun malını yedi, bunun kanını döktü, şunu dövdü (diye yazılmış olarak) gelen kimsedir. Onun hasenâtının sevâbından (hak sahibi olan) şuna, buna verilir. Eğer üzerindeki borç ödenmeden önce ibâdet ve iyiliklerinin sevâbı tükenirse, alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine yüklenir. Sonra (onların günahları ile birlikte) cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59; Ahmed bin Hanbel, II, 303, 324, 372)

Bir başka hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Üzerinde bir dinar veya bir dirhemlik borçla ölen kimsenin borcu, onun hayır ve hasenâtından ödenir. Orada (mahşer yerinde) ne dinar ne de dirhem vardır.”

Bu bakımdan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, üzerinde başta borç olmak üzere kul hakkı bulunan kimselerin bu dünyada iken muhâtabıyla helâlleşmesini emir buyurmaktadır:

“Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı (Kıyamet ve hesaplaşmanın olacağı) gün gelmezden önce daha burada iken helalleşsin. Aksi takdirde o gün, sâlih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer hasenâtı

yoksa, arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Tirmizî, Kıyâmet 2)

Tabiî özü itibârıyla bu helâlleşmek, alacaklının hak ve hukukunu gözetmek, borcu âhırete bırakmayıp bu dünyâda ödemek demektir. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in tatbikatı da böyledir. O, önüne borçlu bir cenâze getirildiğinde onun namazını kıldırmaz, ancak borcu ödendiği takdirde imâmete geçerdi. Ebû Katâde -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e, namazını kıldırıvermesi için bir adam(ın cenâzesi) getirildi. Ancak -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“-Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kılın!” buyurdu.

Ben:

“-(Borç) benim üzerime olsun, ey Allâh’ın Rasûlü.” dedim.

“-Sadâkatle mi ?” dedi.

“-Sadâkatle!” dedim.

Bunun üzerine cenazenin namazını kıldı. (Tirmizî, Cenâiz 69; Nesâî, Cenâiz 67)

İşte bu hassâsiyet ölçüleri içinde Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- buyururlardı ki:

“Allâh Teâlâ nazarında, bir kulun Allâh tarafından yasaklanan kebîrelerden (büyük günahlardan) sonra, beraberinde getirebileceği en büyük günahlardan biri, kişinin ödenecek karşılık bırakmadan üzerinde borç olduğu hâlde ölmesidir.” (Ebû Dâvud, Büyû’ 9)

Borç alan ve verenin dikkat edeceği hususları kısaca özetleyecek olursak bunları iki kategoride sıralayabiliriz. Buna göre borç veren:

1. Sırf Allâh rızâsı için bir mümin kardeşinin sıkıntısını gidermeyi gâye edinmeli. Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Kim (din) kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allâh da onun hâcetini giderir (ona yardım eder). Kim bir müslümanın dert ve kederine çâre olur (onu ferahlığa kavuşturur) ise, Allâh da o sebeple kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntıyı kendisinden giderir (onu sevince ulaştırır.)” (Buharî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)

2. Borca herhangi bir menfaati karıştırmamalı,

3. Elinden geldiğince kolaylık göstermeli; bilhassa borçlu samîmî bir şekilde ödemeye gayret ettiği hâlde bunda muvaffak olamıyorsa, ona mühlet vermeli. Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Kim bir borçluya mühlet verirse, her gün için bir sadaka sevâbı kazanır. Kim onun borcunu vâdesi geldikten sonra tehir ederse, tehir ettiği müddetçe, her geçen gün (alacağı mal kadar) sadaka yazılır.”

4. Eğer hâli vakti yerinde ise ve buna mukabil muhatap çok fakir ve garipse, verdiği borcu sadaka yerine saymalı,

5. Borçluyu rencide etmemeli, hadîs-i şerîfteki:

“Sen hakkını (borçludan) imkân nisbetinde günahlara girmeden al!” düstûruna göre güzel bir davranış sergilemelidir.

Borç alan da:

1. Çok zarûrî olmadıkça borca girmemeli,

2. Ancak hayatî zarûretler karşısında kifayet miktarı borç almalı,

3. Lüks ve israf gibi harcamalar yapmamalı,

4. Ödemek niyet, gayret ve azminde samîmî olmalı,

5. Borçlu, alacaklının iyi niyet ve güzel davranışını istismar ve suistimâl etmemeli, zîrâ böyle davrananlar, gerçek ihtiyaç sahiplerinin rızıklarına mânî olup zarar vermektedirler.

6. Aldığı miktarın değer kaybına yol açacak tarzda borç almamalı, özellikle uzun vadeli borçlarda değer kaybı olmayacak şekilde

borçlanmalı (tabi borç veren şahsın husûsî müsamahası ayrı),

7. Ödemede vaktini geciktirmemeli, bilhassa borçlu kimse ödeyebilecek durumda bir imkân sahibi ise tam vaktinde ödemeyi yapmalıdır. İmkânlar müsâit değilse mâzeretini bildirip mühlet istemelidir. Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Borcunu ödeyebilecek durumda olan zengin kimsenin ödemeyi geciktirmesi zulümdür.” (Buhârî, İstikrâz 12, Havâlât 1, 2; Müslim, Müsâkât 33)

8. Borcunu aslâ âhırete bırakmamalıdır.

Yâni borç alan, kifâyet miktarı ile iktifâ edip borcunu ödeme gayreti içinde olmalı, alacaklı da borç verme fazîletine yeni bir fazîlet ilâve edercesine bir müsamaha içinde bulunmalıdır…

Maalesef ki bugün borç verme gibi fazîletli bir ibadetin, gittikçe azalması ve âdeta borç veren kimse için bir zarar veya kayıp gibi görülmesi, yukarıda saydığımız ölçü ve gerçeklere riâyetsizlikten kaynaklanmaktadır. Gerek paranın değer kaybetmesi, gerek borç alan kimselerin ihmâl ve vefâsızlıkları, bu güzel ibadeti neredeyse unutturacak bir hâldedir. Ancak meselenin prensip ve kâidelerine bakıldığında böyle engellerin aşılması lâzımdır. Yâni durumu müsâit olanlar birtakım bahânelerle borç verme ibâdetini terk etmemeli, buna mukabil borç alan kimseler de çeşitli zorluk ve sıkıntıları öne sürerek borcunu ödemeyi ihmal etmemeli, bu fazîletli ictimâî ibâdeti zedelememelidir. Aksi hâlde zengin, Cenâb-ı Hakk’ın emanet olarak verdiği nimetlerin şükrünü îfâ etmemiş olurken, muhtaç da dikkat etmediği ölçüler yüzünde borç bulamayacak hâle düşer ve ihtiyacı şiddetli ise fâize kendini mecbur hissedecek bir gaflete kapılmaktan da nefsini koruyamaz.

Hâsılı bütün hassâsiyetlerine dikkat ederek diğer İslâmî fazîletlerde olduğu gibi bugün borç verme ibâdetini de yaşatmak mecburiyetindeyiz. Yarın bâkî ikâmetgâha devrolunduğumuzda ne zenginin elinde böyle bir fırsat, ne de muhtacın elinde böyle bir ihtiyaç kalacak.

Kısacası geldiğimiz şu fânî âlem bir fırsatlar âlemi ve güzel ameller işleme diyarıdır. Bilhassa içinde yaşadığımız Ramazan-ı Şerîf ve bayram gün ve geceleri, Rabbimizin lutuf günleri, kaybettiklerimizi telâfî ve yanlışlıklarımızın diyetini ödeme zaman ve fırsatlarıdır.

Fânî günleri, Ramazan ve bayram yapan hikmet ve sır, îmân ve onun heyecanını yaşayabilme, bilhassa ibadet, zikir ve ictimâî yardımlaşmalar; garibe, kimsesize, yetîme uzanan gönüller ile süslenebilen demlerdir ki, bunlar, ölüm ötesindeki neşeli günlere bir rahmet meşalesidir.

Husûsiyle mâsiyetlerden affolunarak Ramazan’dan bayrama nâil olabilmek, mânevî bir zaferin kutlanışıdır. İlâhî bir kazanç ile ictimâî sevincin bir arada yaşanmasıdır.

Diğer taraftan dünya hayatının âdeta kısa bir Ramazan mevsimi olduğunun idrâki içinde huzur, sükûn gibi ulvî duyguları bütün hayatımıza taşıyabilmeliyiz. Çünkü bu günler, bizim fânî ömrümüz içindeki en mühim fırsat demleridir. Eğer bu fırsat demleri, Ramazan-ı Şerîf bereket ve rûhâniyeti ile değerlendirilmişse, hiç şüphesiz yarın kıyâmet günü bizler için hakîkî ve ebedî bir bayram sabahı olur. Ki bayramların en güzeli de elbette budur. Behlül Dânâ Hazretleri ne güzel söyler:

“Bayram, güzel ve yeni elbiseler giyenler için değil, ilâhî azaptan emîn olup ebedî hüsrandan kurtuluşa erenler içindir. Yine bayram, güzel güzel binitlere binenler için de değil, hatâ ve kusurlarını terk ederek hâlis bir kul hâline gelebilenler içindir…”

Yâ Rabbî! Bizleri bu dünyadaki bayramlara ve ebedî dünyadaki bayrama böyle bir gönül ufku ve güzelliği ile ulaştır! Bu meyanda şu fânî âlemde bizlere ihsân eylediğin ilâhî fırsatları ve imkânları senin rızâ-i şerîfin istikametinde sarfetmeyi ihsân eyle! Bir müslüman kardeşinin sıkıntısını ve kederini izâle ederek âhıret sıkıntılarından kurtulan bahtiyarlar zümresine dâhil buyur!

Âmîn!..