İbret Nazarıyla Okumak

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -26-

2009 – Aralik, Sayı: 286, Sayfa: 032

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’den ilk emri “Oku!”dur. Kâinattaki her varlık ve her hâdise, ârif gönüller için okunup anlaşılması gereken bir hikmet dersidir. Kullukta asıl mesele de “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emr-i ilâhîsi muktezâsınca, bu okuma istîdâdını kazanabilmektir. Esas tahsil budur. Yani her şeyde ilâhî hikmetleri okuyabilme meziyetini elde ede­bilmektir.

Kur’ân-ı Kerîm gibi kâinat da gönül gözüyle okunmak için beşeriyete takdîm edilmiş ilâhî bir beyan mûcizesidir. Onun her zerresi, hikmet ve hakîkatlerin bir nevî zarfı hükmündedir. Kâmil ve ârif bir mü’minin vazîfesi, bu zarfları açarak mazrûfu, yani içindeki ilâhî mesajları, sır ve hikmetleri okuyup lâyıkıyla idrâk edebilmektir.

Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok âyet-i kerîme de bizleri, bu zarfların içindeki hikmet derslerini okumaya davet hâlindedir. Bunlardan birinde şöyle buyrulur:

“Şüphesiz göklerde ve yerde mü’minler için birçok âyetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve Allâh’ın muhtelif canlıları yeryüzüne yaymasında, kesin ola­rak inanan kimseler için ibretler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allâh’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve yeri ölümünden sonra onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kulla­nan toplum için dersler vardır.” (el-Câsiye, 3-5)

Buna benzer pek çok âyet-i kerîmede de Rabbimiz;

-Mahlûkâta dikkat çekerek; “Onlar deveye bakmazlar mı?”1,

-Coğrafî hâdiselere dikkat çekerek; “Buluta, yağmura, dağlara, yeşil bitkilerin kışın ölüp baharda dirilmesine bakmazlar mı?”,

-Tarihe dikkat çekerek; “Geçmiş kavimlerin â­kı­bet­le­rine bakmazlar mı?” buyurarak bu dâvetini tekrarlamaktadır.

ASIL OKUYAN KALPTİR

Şunu unutmamak gerekir ki Kur’ân-ı Kerîm gibi kâinât ve hâdisâtı da asıl okuyacak ve hikmeti keşfedecek olan kalptir. Baş gözü, kalp gözüne bir nevî gözlük mesâbesindedir. Çünkü göz, kalbin niyet ve mâhiyetine göre bakar ve görür.

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri bunu şöyle îzah eder:

“Gözlerimiz, bakışlarımız gönlün rotası is­ti­kâ­metin­de­dir. Gönül isterse göz yılana bakar, yani zehire bakar; gönül isterse göz ibret alacağı, ders alacağı şeylere ba­kar.

Gönül isterse göz, dünyaya (ve nefsin arzu ettiği) dünya nîmetlerine ba­kar; gönül dilerse göz, mânâya (nazar eder, hikmetler devşirir) ilâhî sırlara âşinâ olur…

Gönül dilerse el parmakları ile hesap yapar, dilerse o parmaklar (mahâret kazanır) kitap ve eserler te’lif eder.

Dikkat ediniz, bütün bu işleri yapan hünerli el, aslında içte bulunan gizli bir elin (yani kalbin) dilediği gibi hareket eder. O gizli el (yani tefekkür ve tahassüs merkezi olan kalp), bedenimizin şu görünen elini maşa gibi kullanarak (müsbet ve menfî) işler yaptırmaktadır.”

Bu bakımdan kalbi, ibret ve hikmete âşinâ kılacak şekilde mânen hazırlamak îcâb eder.

Yusuf Hemedânî -kuddise sirruh- buyurur ki:

“Kalp ile zikir, ağaç ile su gibidir. Kalp ile tefekkür ise ağaç ile meyve gibidir. Ağaca su vermeden yeşermesini beklemek; yaprak ve çiçek açmasını beklemeden de ondan meyve istemek hata olur. İstense bile aslâ meyve vermez. Çünkü o vakit meyve zamanı değil, ağacı besleme ve îmâr etme zamanıdır. Ona su vermek, sarmaşık otundan ve yabancı şeylerden arındırmak, sonra da güneşin ısısını beklemek gerekir. Bunlar gerçekleşin­ce a­ğaç­ tâ­ze ve neşeli olur, yeşil yapraklarla süslenir. Ağaç bu olgunluğa ulaştıktan sonra onun dalından meyve beklemek doğru olur. Artık bu vakit meyve zamanıdır.” (Rutbetü’l-Hayât, s. 71)

Işık olmadan göz hiçbir şey göremeyeceği gibi; îmânın nûru, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti ol­ma­­dan da, kalp gözü hiç­bir ha­kî­kati göremez. Kalp­ler­de î­mâ­nın nûru ise te­fek­kür­le parlar. Bu itibarla kalplerimize hayat ve kâinâtı ibret ve tefekkürle okumayı öğretmek mecbûriyetindeyiz. Nitekim hikmet ehli şöyle buyurmuşlardır:

“Kim dünyaya ibret almadan bakarsa, kalp gözünde bu gafleti nisbetinde bir körelme hâsıl olur.” (İbn-i Kesir, I, 448)

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…De ki: Hiç (kalp gözü) kör olan ile (kalp gözü) gören bir olur mu? Hiç tefekkür etmez misiniz?” (el-En’âm, 50)

Rabbimizin körlüğe teşbih ettiği tefekkürsüzlük hâli, kalbin gaflet ile perdelenmesidir. Nice baş gözü gören vardır ki kalpleri kaskatı kesilmiş, hikmet ve hakîkatlere kapanmıştır. Böyleleri hakkında bir başka âyet-i kerîmede de:

“…Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46) buyrulmuştur ki, asıl körlük de budur.

Kalp gözü kör olan bir insan, güzeli çirkin, çirkini de güzel görür. Şirk ve cehâlet karanlıklarında gömülüp giden Ebû Cehil’in hâli, buna en bâriz bir misaldir. Nitekim o bedbaht, sayısız peygamber âşığının bir defa olsun görebilmek için can attığı Fahr-i Cihân Efendimiz’i, hâl-i hayâtında defâ­lar­ca gör­­­me fır­sa­tı­na ermişti. Fakat nefsânî menfaatlere dalmış, vicdanı nasırlaşmış o azgın müşrik, kalbindeki zifiri karanlık yüzünden, gözü önündeki cennet nûruna âmâ kesildi. Tıpkı İblis’in Hazret-i Âdem’e bakışındaki çarpıklık gi­bi…

Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:

“Şeytan, Âdem’in çamurunu (yani topraktan yaratılmış olan beden yapısını) gördü; yüceliğini göremedi. Bu dünyaya âit olan çamuru seyretti. Fakat öteki âleme âit olan mâneviyâtına âmâ oldu. Şeytanın bilemediği ta­raf, insa­nın Hakk’ın halîfesi olmasıdır.”

“Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba se­nin kalbin hangisini almaya istîdatlı?

O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların (takvâ sahiplerinin) hâli, diğeri ise aldananların (fısk u fücûra dalanların) hâlidir. Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile! Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere kar­şı adetâ kör ve sağır olur.”

İşte hayatta her şeye nef­sâniyet penceresin­den bak­­­­ma­­­ya karar ve­rip ken­di­­ni o yön­de şart­lan­dıran biri, dâimâ kabukta takılı kalır, hiç­bir şe­yin özüne ve ha­kî­ka­tine nüfûz edemez.

İbn-i Atâullah İskenderî der ki:

“Âlemin dışı güzel, içi ibrettir. Nefs, dışının güzelliğine (yani şekil şemâiline), (rûhâniyetle tezyin olmuş bir) kalp ise, içinin ibretlerine bakar.”

Bu sebeple neye ve nasıl baktığımız çok mühimdir. Ebû Ali Ruzbârî Hazretleri buyurur ki:

“…Nefsine bir defâ olsun lâyık olduğundan fazla kıymet vererek bakan kimse, (yani kibir ve gururunun esiri olan kişi) kâinattaki eşyânın hiçbirine ibret nazarıyla bakamaz.”

Demek ki, kabarık bir benlik, hoyrat bir nefis ve şiddetli bir egoya sahip olanın kalp gözü kördür. Bu yüzden bilhassa ibret nazarımızın kuvvetlenmesini, basiret nûrumuzun artmasını arzu ediyorsak, nefsimizi riyâzat ve mücâhede ile terbiye etmemiz şarttır.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Dünyada misafir gibi olun! Mescidleri ev ittihâz edin! Kalplerinizi rikkate (incelik, zarâfet ve hassâsiyete) alıştırın! (İlâhî azamet ve kudret akışlarını) çok tefekkür edin ve (ilâhî nîmetlere lâyıkıyla şükredememek endişesiyle) çok ağlayın! Nefsânî arzularınız sizi değiştirmesin!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 358)

Varlık Nûru -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i rakik kalpli Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da gördü. O’nun sâdık bir âşığı ve dostu oldu. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’e yanında bile hasret kaldı, hayatının her ânını O’na dâsitânî bir muhabbet ve hayranlık içinde yaşadı.

O yüzden hiçbir şeye şeytan gibi nefsâniyetin kasvetli penceresi ardından bakmamalı, bilâkis her şeye Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ve emsâli kâmil mü’minler gibi, rûhâniyet nûruyla bakabilmenin gayreti içinde olmalı…

Zira şâirin dediği gibi:

“Aşkla nur görünen, Kinle nâr olur. Galat-ı ru’yete bir misâl olur,

Ebû Cehil ile İmâm-ı Ali!..” 2

İBRET
MANZARALARI…

Ebû Süleyman Dârânî şöyle der:

“Evimden çıkıyorum, gözümün iliştiği her şeyde Allâh’ın bana olan bir nîmetini görüyorum. Ondan bir ibret alıyor, ders çıkarıyorum.” (İbn-i Kesir, I, 447)

Süfyan bin Uyeyne de bu hâlin îzâhı sadedinde, bir şâire âit olan:

“İnsan, düşünce sahibi olursa, her şeyden bir ders alır.” sözünü sık sık tekrar ederdi. (İhyâ, IV, 764)

Hayatın her ânı, ilâhî kudret ve azameti hatırlatıp hikmet ve ibret almaya ve­sî­le olan ni­hâ­yet­siz­ vâ­­kı­­a ve manzaralarla do­lu­­dur. Ce­nâb-ı Hak bu vâ­­kı­a ve man­za­ra­lar­dan ib­ret almaya dâvet sadedindeki pek çok âyet-i kerîmeden birinde şöyle buyurur:

Size, (varlığına ve birliğine delâlet eden) âyetlerini (mûcizelerini) gösteren, size gökten rızık indiren O’dur. (Bu âyetlerden,) Allâh’a yönelenden başkası ibret almaz.” (el-Mü’min, 13)

Hakîkaten, dünya kurulduğundan bugüne kadar hiçbir canlının rızkı ihmâl edilmeden sayısız ilâhî sofralar kurulmuş ve hâlen de kurulmaya devam etmektedir. Bir düşünecek olursak; dünyanın dörtte üçü su ile kaplıdır. Dörtte birinin büyük bir kısmı da bitki yetiştirmeye elverişli olmayan kayalıklar veya çöllerden oluşmaktadır. Geriye kalan çok az bir kısmı topraktır. Ancak o ne yüce bir kudrettir ki, bu toprağı sonsuz bir istihâle ile, yâni değişim ve dönüşümle bütün canlıları doyuracak gıdâların kaynağı kılmıştır.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurur:

“Allah -azze ve celle- «Sen infâk et ki, Ben de sana infâk edeyim.» buyurdu. Allâh’ın hazineleri geniştir. Bütün mahlûkâta verdiği rızıklar O’nun hazinesinden hiçbir şey eksiltmez. O, gece gündüz ardı arkası kesilmez infaklarda bulunur. Semâ ve arzı yarattığı günden beri Allâh’ın infâk ettiği şeyleri düşünün! Bunlar, O’nun mülkünden hiçbir şey eksiltmemiştir.” (Buhârî, Tefsîr 11/2, Tevhîd 22)

Yine ne ibretlidir ki, kar yağıp her yanı kapladığında, sayısız canlı, toprağın sînesine sığınır ve uzun bir müddet Hâlık’ın muhâfazası ile orada sağ-sâlim kalır. Rabbimiz toprağı onlar için âdeta bir kundak kılar. Bu yüzden, karlar eridiğinde ortalıkta o canlılara âit cesed yığınları görmeyiz. Bütün o mahlûkât, yine toprağın üstüne çıkıp hayatlarını sürdürürler.

İşte ibret nazarıyla bakabilenler için sadece bu hakîkatler bile içinde yaşadığımız cihandaki ilâhî nizam ve âhengin ne kadar muhteşem olduğunu, dolayısıyla Rabbimizin sonsuz ilim, kudret ve hikmetini ifâdeye kâfîdir.

Yine âyet-i kerîmede Rab­bi­miz:

“Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da size de rızık veren Allah’tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60) buyurarak mahlûkâtın rızık husûsundaki tevekkül, teslîmiyet ve kanaat hâline mukâbil, insanoğlunun bu husustaki hırs ve endişesinin ne kadar yersiz olduğunu vurgulamaktadır.

Hâfız-ı Şîrâzî de bir şiirinde insanı;

«يك قطره خونست، هزار   انديشه»

(yek katre-i hônest, hezâr endişe) yani «bir damla kan, binlerce endişe» şeklinde târif etmiştir.

Yine etrafımızdaki ilâhî vitrinleri ibret nazarıyla seyrettiğimizde görürüz ki, basit birer ot gibi gözüken çeşitli çiçeklerin topraktan bulup çıkardıkları renkler, kokular ve yapraklar, hiçbir kimyagerin bir eşini yapmaya muktedir olamadığı ne kadar hârika keyfiyetlerdir!

Hayvan, otu et ve süt yaparken, varlıkların en mütekâmili olan insanoğlu, günümüzün en ileri teknolojisiyle donatılmış bir kimya laboratuvarında bile tonlarca ottan bir gram et veya süt îmâl edememektedir.

İnsan vücûdunda ilâhî bir program dâhilinde müthiş bir âhenkle işleyen organların veya sadece bir tek doku hücresi içindeki yüzlerce çeşit biyokimyasal reaksiyonun idâre ve kontrolü bir günlüğüne bizim elimize bırakılsaydı, belki birkaç dakika bile dayanamaz, kimbilir ona kaç ârıza yaptırırdık?

Ne ibrettir ki, bir yanda on tonluk bir filin -Cenâb-ı Hakk’ın musahhar kılmasıyla- on yaşındaki bir çocuğa tâbî olduğunu görmekteyiz; diğer yanda ise -insanın acziyetinin bir ifâdesi olarak- çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüsün nice güçlü-kuvvetli cüsseleri yere sermekte olduğunu!..

Demek ki insan, Ce­nâb-ı Hakk’ın lutfettiği kud­reti hiçbir zaman nefsine mâl etmemeli, aslâ büyüklenmemeli, nîmetin asıl sâhibini unutmamalı, dâimâ şü­kür duy­gu­ları için­de ol­malı ve ilâhî kudret karşısında kendisinin bir toz zerresi bile olmadığını anlayıp dâimâ Hakk’a ilticâ etmelidir. Zira alıp verdiği nefesin dahî büyük bir ilâhî nîmet olduğunu bilmelidir.

Hakikaten, en ileri teknoloji ile îmâl edilmiş bir uçağa bindiğimiz zaman bile; “Şayet yüksek irtifâdayken basınç düşerse otomatik olarak önünüze gelecek olan oksijen maskelerini takın!” diye anons edilir.

Hâlbuki hiç kimse; “Acaba yarın havadaki oksijen miktarı yüzde 21’den yüzde 25’e çıkar mı, yahut yüzde 18’e düşer mi, kendime bir oksijen tüpü alsam mı?” diye bir endişe geçirmiyor. Çünkü inanan-inanmayan herkes, ilâhî nizâma tabiî bir îtimad hâlinde hayatını sürdürebiliyor… Aksi hâlde insan, karşı karşıya olduğu her türlü hayâtî risk ve tehlikenin farkında olsa, hayat çekilmez olurdu.

Bunun gibi sayısız hakîkatleri lâyıkıyla tefekkür edebilen bir insan, dünya üzerindeki bütün canlıların, hayatta kalabilmek için bile nasıl büyük bir ilim ve kudretin yardım ve himâyesine muhtaç olduğunu kavramakta gecikmez. Tek başına gerçekleştirmeye katiyen güç yetiremeyeği müsait şartlar içinde, âdeta ilâhî hârikalar âleminde ve mûcize eseri yaşadığını anlar. Bunu anlayan hiçbir akıl, mantık, iz’an ve vicdan da, Âlemlerin Hâlık’ı ve Nâzım’ı olan Allah Teâlâ’ya baş kaldırma nankörlük ve küstahlığında bulunamaz.

HÂDİSELERDEKİ İBRETİ
GÖREBİLMEK

Kâinat kitabındaki bu manzaralar gibi, insanın hayatta karşılaştığı hâdiseleri de ibret nazarıyla okuması îcâb eder. Zira her oluş, hassas ve rakik bir gönül sahibi olan insana ince mesajlar verir.

Meselâ bir hasta gördüğümüz zaman düşünmeliyiz: “Ben de aynı durumda olabilirdim. Bu hasta insan, şu anda etrafından şefkat, merhamet ve alâka görmeye muhtaç. Demek ki benim ona yakınlaşıp onun sıkıntısını gidermeye çalışmam lâzım. Onun eksiğini telâfî edip muzdarip gönlünü tesellîye çalışmam lâzım. Zira Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- sık sık; «Bugün bir hasta ziyaret eden var mı?» diye sorardı…”

Yine bir trafik kazası gördüğümüz zaman; “O kazanın içinde ben de olabilirdim. Yahut en yakınlarım olabilirdi.” diye düşünerek sahip olduğumuz hayat, sıhhat ve âfiyet nîmetleri için şükretmeliyiz.

Bir yetim gördüğümüzde, o yetim bizi hissen tâ Peygamber Efendimiz’e kadar götürmeli, Efendimiz’in de bir yetim olarak dünyaya geldiğini hatırlatıp onlara karşı vazifelerimizi düşündürmeli. Bu husustaki durumumuzu muhâsebe etmeye sevk etmeli…

Öte yandan, hayattaki her nîmet gibi mah­rû­mi­yetlerin de bir imtihan cilvesi olduğunu hatırımızdan çıkarmamalıyız. Şâyet Allah bir şeyi nasip etmemişse, bunu da gönül gözüyle okuyup; “Bunda da bir hayır vardır.” diyerek her hâlükârda şükredebilmeliyiz.

Meselâ Allah bir evlat nasip etmemişse, kahır gibi görünen bu hâdisede nice lutufların gizli olabileceğini düşünmeliyiz. Zira nice anne babalar, evlâtlarının içine sürüklendikleri ci­na­yet, fuhuş, narkotik, inançsızlık gibi rezillikler sebebiyle, evlât sahibi olmanın sevinciyle aslâ kıyaslanamayacak derecede şiddetli üzüntü ve pişmanlıklar yaşamaktadırlar. Hayatın hangi sürprizlere gebe olduğunu bilemeyeceğimiz için, içinde bulunduğumuz her hâle şükredebilme firâset ve dirâyetini göstermeye çalışmalıyız. Çün­kü bâ­zen Allâh’ın kahrı lutuf içinde saklı, bazen de lutfu kahır içinde gizli olabilmektedir.

Unutmayalım ki fânî bir imtihan âleminde bulunuyoruz. Burada asıl mesele de, Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kullukta bulunabilmektir. Bu yüzden hayatın basit engellerine takılmadan gönlümüzün huzurunu muhâfaza etmeliyiz.

Hayattaki en mühim ibret vesîlesi ise karşılaştığımız cenâze manzaralarıdır. Nitekim Hâtem-i Esam Hazretleri’ne:

“–Biz, nasıl ve ne zaman dünyâya ibret gözüyle bakanlardan olabiliriz?” diye sorduklarında, Hazret şu karşılığı vermiş:

“–Dünyada her şeyin sonunun harap, herkesin gideceği yerin de toprak olduğunu gördüğünüz zaman! Bir kimsenin evinden veya yakınından bir cenâze çıkar da o kimse bundan ibret almazsa, ona ne ilmin, ne hikmetin, ne de vaaz ve nasihatin bir faydası olur.”

Bu sebeple bizler de bir cenâze gördüğümüzde­; “Bugün o tabutun içindeki ben olabilirdim.” deyip hayatımız üzerinde nefis muhâsebesine girebilme­liyiz. Dünyalık olarak yalnız ke­fe­ni­miz­le kabre gireceğimizi, daha sonra ise kefenimizin de cesedimizin de aslına, ya­ni top­rağa döneceğini ve geriye sadece îman ve amellerimizin kalacağını düşünmeliyiz. Gördüğümüz cenâzeye yapılacak muâmelenin, bizim de bir gün mutlaka başımıza geleceğini hatırlamalıyız.

Hasan-ı Basrî Haz­ret­le­ri’­nin şu hâli, bu hususta bizler için ne güzel bir irşad numûnesidir:

Katıldığı bir cenazede defin işlemleri bittikten sonra yanındaki bir zâta Hasan-ı Basrî Hazretleri sordu:

“–Bu vefât eden zât, acaba şu anda dünyaya geri dönüp sâlih amellerini, zikirlerini artırmayı ve günahlarına daha fazla istiğfar etmeyi düşünüyor mudur?”

O zât da:

“–Evet, tabiî ki düşünüyordur.” dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle buyurdu:

“–O hâlde bize ne oluyor ki bu vefât eden kişi gibi düşünmüyoruz?” (İbnü’l-Cevzî, el-Hasenü’l-Basrî)

Dolayısıyla biz de kalan hayatımızın, Rabbimizin bizlere tanıdığı bir mühlet olduğunu idrâk ederek ona göre değerlendirmeli ve kendimizi ölüm gerçeğine güzelce hazırlamalıyız.

Velhâsıl zerreden kürreye kadar bütün bir kâinat ve onda meydana gelen her türlü hâdise, okuyabilen gönüller için muazzam bir ibret ve hikmet dîvânıdır… İlâhî bir imtihan dershânesi olan bu hayattaki asıl tahsil de, bu dîvânı gönül gözüyle okuyabilmektir. Zira Şeyh Sâdî-i Şîrâzî’nin dediği gibi:

“Akıl sâhipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı mârifetullah için bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”

Cenâb-ı Hak, kalplerimizi nefsâniyetin hoyratlığı içerisinde hantallaşmaktan muhâfaza buyursun. “Oku” emr-i celîli muktezâsınca, zer­reden kürreye her şeyi okuyabilecek hassas bir gönül kıvâmı nasîb eylesin. Kâinat ve hâdisat mektebinin sır ve hikmet derslerinden gönüllerimize ulvî hisseler lutfeylesin…

Âmîn!

DİPNOTLAR: 1.  Cenâb-ı Hakk’ın el-Bârî ve el-Musavvir sıfatları, O’nun mahlûkâtı birbirinden farklı şekil ve sûretlerde yaratıp her varlığı içinde bulunacağı şartlara ve göreceği vazifeye münâsip kâbiliyetlerle techîz etmesini ifâde eder. Hayvanat içinde deveye verilen husûsiyetler, bunun tipik bir misâlidir. O, su ve bitkinin çok az bulunduğu çöl iklîminde yaşadığı için, hörgücünde çok uzun bir müddet yetecek şekilde su depolayıp yediği bitkileri çok uzun bir müddetle içinde taze tutabilecek şekilde yaratılmıştır. Şüphesiz bu, ilâhî ilim, kudret ve sanatın hayranlık verici sayısız tezâhürlerinden sadece biridir. 2. Kadir Mısıroğlu, Cemre, s. 76, İstanbul, 2007.